“Tarih Çağı”nda “Eski Zaman Esvapları”

[...] Vois se pencher les défuntes / Années, Sur les balcons du ciel, en robes surannées

Bak göğün balkonlarından, geçmiş seneler / Eski zaman esvaplariyle eğilmişler

Charles Baudelaire, Türkçesi Sabahattin Eyüboğlu

 

Eduard Manet, Balkon, 1868-1869

 

Baudelaire’in “İçe Kapanış” (1862) sonesindeki bu “eski zaman esvapları” ifadesi ilk okuduğum günden beri beni şaşırtır, ne zaman rastlasam şöyle bir duralarım. İlk başlarda bu şaşırtıcılığın, Sabahattin Eyüboğlu’nun benzersiz çevirisindeki bir tercihe bağlı olduğunu düşünürdüm: “eski esvaplar”[1] deseydi, köhne, yıpranmış giysilerin anlaşılacağı endişesiyle, Türkçe’de biraz yadırgatıcı olmak pahasına, “eski zaman” gibi bir niteleme seçmiş olsa gerek derdim. Ama gel zaman git zaman sorunun biçimde olmadığını anlayınca, zihnim ister istemez bu imgenin ne anlama geldiği sorusuna takılmaya başladı. Görünüşte mesele basitti: geçmiş senelerin kişileştirildiği ve göğün düşsel balkonlarından kendi dönemlerine özgü giysilerle eğilmiş resmedildiği bir tablo söz konusuydu. Sonra sonra anladım ki, Baudelaire’in geçmişi eski zaman esvaplariyle temsil etmesiydi beni şaşırtan. Ancak daha önemli ve şaşırtıcı olan, bu tablonun Batı resim ve düşünce tarihinde belli bir âna denk düştüğünü anlamaktı.

 

Eski Zaman Esvapları

Nasıl Michelangelo, tanrıyı ak sakallı bir ihtiyar (muhtemelen baba) olarak hayal etmekten öteye gidemiyorsa (bildiğimiz antropomorfizm), Avrupalı ressamlar çok uzun bir süre geçmişin kişiliklerini ve kültürlerini şimdi ve bura’nın aynasında seyretmişlerdir (zamansal ve mekânsal antropomorfizm): Da Vinci’nin “Meryem”i, Raffaello’nun “Meryem ve Bebek İsa”sı, Bellini’nin “Meryem ve Azizler”i, Coreggio’nun “Samanlıkta Doğum Yapan Meryem ve Bebek”i, ressamların yaşadığı çağın Avrupalıları gibi, beyaz tenli, hatta bazen düpedüz sarışın ve her zaman Avrupalı giysiler içinde; Mabuse’ün “Meryem’in Portresini Yapan Aziz Luka”sında ise daha ileri gidilip Avrupa mimarisi içine yerleştirilerek resmedilir. Doğulu geçmiş’in izi olsa olsa Doğulu şimdi içinde bulunur: kumaşlar alabildiğine bol ve dökümlüdür. Rembrandt zamansal antropomorfizmi yenemez ama, mekânsal olanı aşmak için bir çözüm bulur: 1642’de omuzlarına dökülen uzun sarı saçlarıyla İbrani Yonatan’ın sarıldığı Kral Davut’u Osmanlı sultanlarının cübbesi ve sorguçlu sarığına bürüyüverir; keza Tiepolo’nun sarışın hayal etmekte beis görmediği bir göğsü açıkta Mısırlı Kleopatra’sının (c.1750) arkasında sarığıyla bir Osmanlı veziri bekler.

 

               

Bellini, Meryem ve Azizler                                                 Mabuse, Meryem’in Portresini Yapan Aziz Luka

 

       

Rembrandt, Davud ve Yonatan                                             Tiepolo, Kleopatra’nın Ziyafeti

 

Geçmişin bu şimdi-merkezci tahayyülü, Gombrich’e göre, İngiltere’de çalışan bir Amerikalı ressam olan J. S. Copley’in (1737-1815) ilk kez 1785’te sergilenen “I. Charles 1641’de Avam Kamarası’ndan Suçladığı Beş Milletvekilinin Kendisine Teslimini İstiyor” unvanlı tablosuyla sona erer. İngiltere tarihinin bu ünlü ânını çizmek isteyen ressam, kendinden önceki sanatçılardan farklı olarak, tarihin gerçeğini, Gombrich’in tatlı tatlı anlattığı gibi, ayrıntılarıyla araştırır:

 

Tarihî gerçeklere ulaşabilmek için hiçbir yorgunluktan kaçınmadı. XVII. yüzyılın meclis salonunun gerçek biçimi ve giyilen giysiler hakkında bilgi almak için eski eser uzmanlarına ve tarihçilere danıştı; ülkeyi ev ev dolaşıp bu çok önemli tarihî olay sırasında Parlamento üyesi olduğu bilinen kişilerin portrelerini topladı. Kısacası, bu resim için yaptığı araştırmalarında günümüzde tarihî bir filmin ya da oyunun sahnelerini hazırlamak için özenle çalışan bir yönetmen gibi davranıyordu.[2]

 

John Copley, “I. Charles Avam Kamarası’ndan Suçladığı Beş Milletvekilinin Teslimini İstiyor”

 

Bu noktadan itibaren, “eski zaman esvapları” geçmişin başkalığının göstergesi ve bu başkalığı temsil etmenin bir aracı haline gelir.[3] Geçmişin şimdi-merkezci tahayyülünün gerisinde, böylece epistemolojik bir eksik belirir aslında: tarih nosyonu ve disiplininin eksikliği. Öyleyse, geçmişin, kendisi olarak tasavvur edilebilmesi, her iki anlamıyla da tarihin gelişmesine bağlıydı. Nitekim Copley’in tablosunun görücüye çıktığı yıl, bilhassa manidardır; sadece iki yıl sonra yayınlanan Saf Aklın Eleştirisi’nde Kant, zamanı bilmemizi sağlayan şeyin değişim olduğunu söylerken, mekanik modelinin çerçevesine sığmayan bir zaman anlayışını dile getirecekti. Ondan iki yıl sonra gerçekleşecek olan Fransız Devrimi, sonradan tarihin hızlanması adını vereceğimiz süreci başlatırken, değişimin yalnızca zamanı değil, tarihi de kavramsal bir nesne olarak anlamamızı kolaylaştırdığını gösterecekti.[4]

 

Geçmişin Başkalığı

Bugün biz modernler, geçmişin kendine özgü biçimsel başkalığı içinde temsil edilmesine o kadar alışmış durumdayız ki, bu başkalık bilincinin şiirsel bir metinde sanki yeni keşfedilmiş gibi vurgulanması bizi beklenmedik ölçüde şaşırtabiliyor. Bizi tuzağa düşüren, bir düşünme biçiminden çok daha fazlası, bir türlü tümüyle içimizden atamadığımız, neredeyse insanlık koşulunu belirleyen bir alışkanlık, ister zamansal antropomorfizm diyelim ister présentisme olsun adı, işte bu geçmişi şimdinin aynasında hayal etme, tarihi bugünün geçmiş zaman çekimi, maziyi unutulmuş halihazır kılığına sokma eğilimidir ki, bizim şaşkınlığımızla Baudelaire’in dizelerinin içinden çıktığı epistemolojiyi birleştirir: geçmişi bugün gibi hayal etme zaafımız, geçmişin bugünden farklı olduğu bilincinin de ezelden beri var olduğunu sanma yanılgısına düşürür bizi.

Oysa Michel Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler’de, bir başkasında kolay kolay göremeyeceğimiz bir içgörü, zekâ ve birikimle gösterdiği üzere, tarih bilinci, geçmişin başkalığı fikri, Klasik Çağ’ın sonunda, yani 18. yüzyıl ile 19. yüzyılın eşiğinde, yeni yeni serpilen modern çağla, yani Foucault’nun “Tarih Çağı”yla birlikte ortaya çıkmıştır. Paradoksal bir ifadeyle söyleyecek olursak, modernlik (ki mucidi Baudelaire’dir bu kelimenin) geçmişin başkalığı bilinci üzerine kurulur.

“Geçmiş,” diyor nitekim Baudelaire Modern Hayatın Ressamı’nda (1863), “sadece, o günü şimdiki zaman olarak yaşayan sanatçıların, içinden damıtmayı bildiği güzellik açısından ilginç olmakla kalmaz – tam da geçmiş olduğu için, tarihsel değeriyle de ilginçtir.”[5] Aynı şeyin şimdiki zaman için de geçerli olduğunu söylese de, aslında geçmiş ile şimdi’nin estetik değerleri simetrik bir karşıtlık içindedir; birisi eski olduğu için güzelken, diğeri yeni olmaktan alır güzelliğini: “Şimdi’nin temsilinde bize zevk veren şey, sadece o temsilin bürünebileceği güzellik değil, aynı zamanda onun, özünde yeni olmasıdır.”[6] Üstelik ona bütün bunları düşündüren, bir “eski zaman esvapları” kataloğundan başka bir şey değildir: “Önümde, tarihleri Devrim ile aşağı yukarı Konsüllük dönemi arasında uzanan bir dizi moda gravürü duruyor.” Modası geçmiş giysilerde onu çeken şey, ideal değil tarihsel olarak tanımlanan güzel, bir başka deyişle çirkinin içinde gizli güzellik, güzelle çirkinin ezelden kardeşliği, demodenin güzelliğidir: “Birçok düşüncesizi, gerçek ciddiyet sahibi olmadan ciddilik taslayanları güldüren bu giysiler, hem sanatsal hem de tarihsel açıdan çekici.”[7]

Modernlik geçmişin başkalığı bilinci üzerine kurulur, dedim yukarıda. Baudelaire de bu bilincin, “modern hayat”ın şair par excellence’ı, majesteleridir; işte bunun için “geçmiş seneler, göğün balkonlarından eski zaman esvaplariyle” eğilir.

 



[1] Nitekim Sait Maden çevirisinde “eski giysiler” diye karşılanmış.

[2]  Sanatın Öyküsü, çev. Erol Erduran ve Ömer Erduran (İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları) s. 482; vurgu benim. 

[3]  Sanatın Öyküsü, 503.

[4] Zaman ile tarih kavramları arasındaki karmaşık ilişkilere dair felsefi tartışmanın labirentine girmeden, şunu söylemekle yetineceğim: Bergson’un belirttiği gibi, klasik mekanikçi model içinde zamanın harekete indirgenmesiyle düşülen hatanın bir benzeri, organikçi modelde bütün tarihsel değişimlerin evrim olarak kavranmasında ortaya çıkar. 20. yüzyılın başından itibaren yeni mekanikçi modellerde (Saussure’ün arzamanlılık- eşzamanlılık, Jakobson’un dinamik eşzamanlılık tasavvurları) bu kez tarih zamana indirgenmek suretiyle kavranmaya çalışılmış, ancak her ikisi de geçmişin şimdi ile eklemlenişini ayrıntılı olarak göstermede başarısız olmuştur. Buna karşılık, Foucault tarihçilerin süreklilik nosyonunu reddederek, felsefi (Bachelard) temelli kopuş kavramına yaslanarak, sadece iki episteme arasındaki ilişkiyi açıklamaktan kaçınmamış, aynı zamanda da tarihin öznelleşmiş zaman olarak tasavvurundan da kurtulmaya çalışmıştır. Sorun, en azından beşeri bilimler pratiği için, hâlâ askıdadır.

[5] Modern Hayatın Ressamı, çev. Ali Berktay (İstanbul: İletişim Yayınları) s. 90; vurgu benim.

[6]  A.g.e., s. 90.

[7] A.g.e., s. 90.

Michel Foucault, modernite, Baudelaire