Bienalin Polisleştirilmesi

11/5/2013 / skopbülten

The Marmara Oteli’ndeki 13. İstanbul Bienali etkinliği sırasında Kamusal Direniş Platformu’ndan aktivistler bienalin sermaye ile olan ilişkisini bir performansla protesto etti. Protestocular görevliler tarafından salondan dışarı çıkartıldı. Kamerasıyla kayıt yapan protestoculardan sanatçı Niyazi Selçuk ise küratör Fulya Erdemci’nin şikâyeti üzerine karakola ifade vermeye götürüldü.

Küratör Fulya Erdemci, Radikal’e yaptığı açıklamada “Ben bu eylemi aktivizm değil vandalizm olarak görüyorum. Niyazi’nin doğrudan bana yaptığı eylem de açıkça ifade etmek gerekirse tacizdir. Kamerayı 1 saat 15 dakika boyunca üzerimden ayırmadı” diye konuştu.

Selçuk, dün akşam yaşadıklarını şöyle anlattı: “Kamuya açık bir toplantıydı, izleyici olarak oradaydım. Video çektim orada. Toplantının sonunda Fulya Erdemci bana tehdit savurdu. ‘O görüntüleri kullanırsan başına gelecekleri bileceksin... Kullanamazsın, kişisel görüntülerim’ diye üzerime geldi. Güvenlik beni orada alıkoydu, etrafımı çevirdiler ve görüntüleri alacağız dediler… Oradan karakola gittik. Şikayetçi olma gerekçeleri, benim görüntülerini çekme iznim yokmuş. Kamuya açık bir toplantıda yasal hakkımı kullandım. Bir sanatçı olarak o videoları çekme hakkım var.”[1]


"Güvenlikli" Bienal Dokunulmazlığı

Küratör Fulya Erdemci geçtiğimiz haftalardaki bir başka bienal protestosunu da “sanatın izinli alanının istismarı" olarak nitelemiş, “yüksek dozda bir adrenalin ve linç zihniyeti” ile“kaba şiddet” uygulamakla itham etmişti. Anlaşılan bu defa, sanata verdiği izinleri iptal etti ve polisle işbirliği yaparak da, bu izinlerin nereye kadar işlediğini açıkça göstermiş oldu.

20. yüzyıl avangardı, özellikle Dada ve mirasçısı olan letrizm ve sitüasyonizm, sanat etkinliklerinde düzenlenen provokasyonlarla, skandallarla, komplolarla kendini ifade eder. Örneğin bir Dada efsanesi olan Cravan, Marcel Duchamp ile birlikte bulunduğu New York’taki Independents Sergisi’nde verdiği bir konferans sırasında soyunmaya başlayarak kirli çamaşırlarını izleyicilere fırlatır. Sanatçı Jacques Vaché ise,  bir İngiliz havacı subayı kılığına girerek Apollinaire’nin bir oyununun prömiyerini basar ve tabancasını çekerek herkesi ölümle tehdit eder. 1950’de letrist Michel Mourre Notre Dame’daki on bin kişinin katıldığı Paskalya ayinini basarak “Tanrı’nın öldüğünü” ilan eder. Gene letristler Charlie Chaplin’in Paris’te, muhteşem Ritz Oteli’nde düzenlediği “Sahne Işıkları” fimiyle ilgili basın toplantısına dalarak, Chaplin’in kendini bir özgürlük idolü gibi sunmasına müdahale ederler. Daha yakınlarda, “Avrupa Bianeli” Manifesta’nın “ neoliberal ideolojiye bağlı olduğunu” savunan Alexander Brener ve Barbara Schurz, 2000 yılındaki Manifesta 3’ün Lübliyana’daki açılış toplantısında düzenledikleri performansta, duvarlara “neoliberalizmi yıkın” gibisinden sloganlar yazarak bildiriler dağıtırlar. Kendi deyişleriyle Seattle’ı Lübliyana’ya getirmeye” girişirler.

Böyle eylemler saymakla bitmez, çünkü bunlar bu sanatçıların ve hareketlerin sanatıdır; kurumsallaşmış sanatı teşhir ettikleri, sorguladıkları performanslardır. Dolayısıyla bu tür eylemlere, sanatla uğraşan kimsenin polis zoruyla karşı çıktığı duyulmamıştır. Ama şimdi, bu hadiseden daha bir gün önceki söyleşisinde, “eleştirel sanatsal üretimlerin desteklenmesi, yani sansürlenmemesi”nden söz ederek[2], “muhalif sanatsal duruş ve tartışma imkânının reddedilmesine ve engellenmesine” karşı çıkan bienal küratörü, bir sanatsal gösteriyi polis marifetiyle yasaklamaya kalkmıştır. Ve aslında hiçbir eylemin açığa vuramayacağı ölçüde sözlerinin ardındaki hakikati ele vermiştir. “Kamusal sermaye”nin kimin sermayesi olduğunu en müstehcen biçimiyle teşhir etmiştir. Sanatı devletin ‘güvenliğine’ teslim etmiştir. Bienali polisleştirmiştir. [AA]

 

 

 

 

 

13. İstanbul Bienali Kamusal Programı eş küratörleri Dr. Andrea Phillips ve Fulya Erdemci’nin 2. ve 3. Kamusal Program etkinliklerinde yapılan protestolar ile ilgili bugün yaptıkları açıklama ise şöyle:

13. İstanbul Bienali Kamusal Programı aynı protestocu grup tarafından ikinci defa engellendi.

10 Mayıs Cuma günü Taksim’deki The Marmara otelinde, Vermeir & Heiremans sanatçı ikilisinin sunum ve performansı ile başlayan 13. İstanbul Bienali “Kamusal Sermaye” konulu etkinliği, bir grup protestocunun pankart açması ve yere yatıp bu pankartlarla üstlerini örtmesiyle belirli aralıklarla bölündü. Program ve performansın devam edebilmesi için protestocular bienalin prodüksiyon ekibi tarafından salonun dışına çıkarıldı. Bir saatten fazla süren performans boyunca izleyiciler arasında bulunan Niyazi Selçuk da özellikle Fulya Erdemci’yi ve yanında oturan eş küratörü, İstanbul Bienali Direktörü ve bir konuklarını kesintisiz olarak kamera ile filme aldı.

Fulya Erdemci performansın sonunda Niyazi Selçuk’tan kişisel görüntü kayıtlarını izni olmadan kullanmamasını istedi. Bunu bir tehdit olarak algıladığını belirten Niyazi Selçuk bu görüntüleri istediği şekilde kullanabileceğini söyledi. Kişisel haklarının ihlal edildiğini belirten Fulya Erdemci ve konuğu bu görüntülerin izinsiz kullanılmaması için şikayette bulunacaklarını ifade ettiklerinde, Niyazi Selçuk kendisinin de dava açmak istediğini söyledi. Her iki tarafın da birbirinden şikâyetçi olması nedeniyle, hukuki işlem başlatıldı. Performansı kesintiye uğratmalarına rağmen protestocular hakkında herhangi bir şikayette bulunulmadı.

Bu bize neler düşündürdü?

Sanat ve sermaye ilişkisini sorgulayan bu sanat performansına müdahale eden protestocuların eylemleri tartışmaya açılabilir, vandalizme varmadığı ve şiddet içermediği sürece sanat ve aktivizm ilişkisi içerisinde değerlendirilebilir. Ama Niyazi Selçuk’un ısrarlı ve kesintisiz bir biçimde Fulya Erdemci ve yanında oturanları bir saati aşkın bir süre boyunca filme alması  protesto ya da aktivizm olarak görülebilir mi? Bu bir protesto biçimi olarak kabul edildiğinde bu protestonun amacı nedir? Psikolojik baskı, taciz ve kişisel hakların ihlaliyle politik bir mesele gündeme getirilebilir mi? Protesto bir araç olmaktan çok kendi başına bir amaç haline geldiğinde neyi hedeflemektedir?

Aktivizm, vandalizm ve oportünizm arasındaki sınırları siyasi düşünce ve hareket nasıl tanımlayabilir, böyle bir eyleme nasıl yanıt verebilir?

Bienal ve Kamusal Program, tüm farklı seslere, hatta birbiriyle çatışan düşüncelere açık, insanların korkmadan ve birbirlerini engellemeden konuşabildiği gerçek bir kamusal alan düşüncesini açmayı amaçlamaktadır. Bu tür platformların gerçekleşmesine izin vermemek ifade özgürlüğünü engelleyen yöntemleri tekrar etmekten ibarettir. Konuşma, dinleme ve birbirini anlamaya yönelik bu yöntemin, sosyal, politik ve sanatsal değişime imkân tanıyacak yegâne yol olduğunu düşünüyoruz.



 

Jacques Vaché, Apollinaire, İstanbul Bienali, kentsel dönüşüm