"Fetvadan Cihada": Seküler Radikalizmin Çokkültürcülüğe Dönüşme Hikayesi

Aşağıdaki metin, Kenan Malik’in üç ayrı yazısından derlenip kısaltılarak çevrilmiştir. Yazıların her birinin referansı, dipnotlarda verilmiştir.

 

Laik Solcudan Müslüman Fundamentaliste

Bugün İslamî bağlamda “radikal” kelimesi fundamentalist bir teolojiyi savunan kişi anlamına geliyor. Oysa bundan yirmi sene önce tam tersiydi: Müslüman cemaatlerinde caminin hâkimiyetine meydan okuyan bir sekülarist. Bu radikal sekülarist geleneğin silinmesi, bu ülkede [Britanya’da] İslamî militanlığın yükselmesinde önemli bir rol oynadı. Salman Rushdie olayında Rushdie karşıtı gösterilere katılanların çoğu şaşırtıcı biçimde gençti. Çoğu, bırakın fundamentalisti, dindar bile değildi. Büyük kısmı camiye gitmezdi, Kuran’ı ezberden okuyanların sayısı bir elin parmağını geçmiyordu ve çoğu, Müslümanlığın cinsellik ve alkolle ilgili tabularıyla dalga geçerdi. Müslümanların gördüğü muameleye öfkelenmiş, sol örgütlerde umduklarını bulamamışlardı ve hoşnutsuzluklarını ifade etmenin yeni yollarını arıyorlardı. Pek çoğu başta sekülaristken, sonradan radikal İslamî örgütlerin hevesle kaşıyacağı yaralardan mustaripti. Hizbu’t-Tahrir gibi İslamî grupların bu ülkede, özellikle kampüslerde örgütlenmeye başladıkları tarih, 1980’lerin sonu ile 1990’ların başıdır ve pek çoğu, kadrolarını eski solculardan devşirmiştir.

Britanya toplumu ile Müslüman toplulukları arasındaki ilişkinin dönüm noktası, Salman Rushdie olayı oldu. O andan itibaren İslamî militanlık büyük bir siyasî mesele olarak kendini göstermeye başladı. Bu, aynı zamanda Britanya’nın yeni bir sosyal çatışmayla karşı karşıya kaldığı andı. Siyahlar ve Asyalılar daha önce de otoritelerle sert çatışmalara girişmişlerdi, ama bunlar siyasî çatışmalardı. Rushdie olayı ise ilk büyük kültürel çatışma oldu, ve bizatihi sosyal bütünleşme imkânını kuşkulu hale getirdi.

Oysa Britanya’daki ilk siyah ve Asyalı göçmen neslinin derdi, kültürel farklılıklarını korumak değil, politik eşitlik için savaşmak olmuştu. 1960’lar ve 1970’ler boyunca politik eşitlik mücadelesinin üç ana unsuru vardı: ayrımcı göç kontrollerine karşı çıkmak, ırkçı saldırılarla savaşmak ve polisin kaba gücüne direnmek. Bu mücadeleler yeni siyah ve Asyalı kuşağının radikalleşmesini sağlamış, 1970’lerle 1980’lerdeki isyanlarda doruğuna çıkmıştı.[1]

 

Asya Gençlik Hareketleri: Radikal Sınıf Politikasından “Getto Politikası”na

1970’lerle 1980’lerde yetişenlerimiz için, Asya Gençlik Hareketleri hayatlarımızın önemli bir parçasıydı. Radikal ve seküler olan bu hareketler, hem o dönemde Britanya’ya damgasını vuran amansız ırkçılığa, hem de geleneksel değerlere meydan okuyor; Asyalı topluluklar arasında, kadınların toplumdaki rolü ve caminin hâkimiyeti gibi konulardaki muhafazakâr yaklaşımlara karşı çıkan alternatif bir önderlik yaratmaya çalışıyorlardı. Bugün, toplulukların neredeyse sadece din ve kültür temelinde tanımlandığı; kimlik politikasının her türlü radikal birlik fikrini yok ettiği; “laik Müslüman” fikrinin çoğu insanın kulağına terimlerde çelişki gibi geldiği bir dönemde, 30 yıl önce büyük etki yaratmış bir hareket zar zor hatırlanıyor.

17 Nisan 1976’da aşırı sağcı Ulusal Cephe, Bradford kentinde Asyalıların en yoğun olduğu Manningham’ın merkezine bir yürüyüş düzenledi. Yürüyüş, bir semt okulunun önündeki gösteriyle sona erecekti. Ulusal Cephe’nin asıl güç gösterisinde bulunduğu alan sokaklardı ve ırkçı saldırılara karışan, siyah ve Asyalıların yoğun olduğu yerlerde provokatif yürüyüşler düzenleyen kadroları vardı. Yeni siyah ve Asyalı nesli de, Ulusal Cephe’yle sokakta hesaplaşma kararı aldı. Bu onları sadece faşistlerle değil, kendi topluluklarının önderleriyle de karşı karşıya getirdi.

Ulusal Cephe’nin yürüyüşüne cevaben, yerel politikacılar ve eylemciler Bradford merkezinde bir karşı-eylem düzenlediler. Yüzlerce genç Asyalı, ırkçılar onların mahallelerinde, onların evlerinin önünde yürümüşken, muhalefetin düzenlediği yürüyüşün şehir merkezinin korunaklı bölgesinde yapılmasına öfkelenerek, ana kortejden ayrıldı ve polis barikatlarını yararak Ulusal Cephe göstericilerine saldırdı. Kaldırım taşları havada uçtu, polis arabaları tahrip edildi, 24 kişi tutuklandı. Bu eylemler, pek çoklarına göre, yeni bir hareketin başlangıcıydı.

Ulusal Cephe karşıtı ayaklanmadan bir sene kadar sonra, bir grup genç Asyalı bir pub’da toplanarak Hint İlerici Gençlik Birliği’ni kurdu. Neden aslen Pakistan veya Bangladeşli olan bu insanlar kendilerine Hint demeyi seçmişlerdi? Bu, büyük ölçüde, Hint İşçi Birliği’ne (IWA) vefa borçlarını ödemenin bir yoluydu. IWA 1938’de, Hindistan’ın bağımsızlığı için seferberlik yaratmak amacıyla kurulmuştu. Hem fabrikalarda, hastanelerde bir sendika biçiminde, hem de Asya toplulukları arasında ırkçılık karşıtı bir örgüt olarak çalışıyordu. Britanya’daki işçi hareketiyle ve Hindistan Komünist Partisi’yle sıkı bağları vardı. 1965 Mayıs’ında IWA, savaş sonrası dönemin en büyük “göçmen grevi”ni düzenlemişti. 1960’lar ve 1970’ler boyunca siyah ve Asyalı göçmenler için esas mesele kültürel farklılıklarını korumak değil, makul ücret, insanca koşullar ve eşit haklar için savaşmaktı. Politik eşitliğin özünde, kapanmayacak farklılıkları ifade etmenin değil, siyahlarla beyazların değerleri, umutları ve hedefleri arasındaki ortaklığın yattığını düşünüyorlardı. Kültürel ve dinsel ayrılık fikirleri, azınlık topluluklarını ancak sonraları etkisi altına alacaktı.

 

 

 

Hint İlerici Gençlik Birliği örgütünün sırf ismi bile, bugün yere göğe konamayan “kimlik” gösterenlerinin 1970’lerde ne kadar önemsiz olduğunu gösterir. Genç Pakistanlılar ve Bangladeşliler kökenleri ve kimlikleri konusunda o kadar açık fikirliydiler ki, kendilerine “Hint” demekten imtina etmemişlerdi – üstelik, toprak paylaşımı sürecinde dökülen onca kana rağmen. Gelgelelim, “Hint” tanımlamasını gönül rahatlığıyla üstlenirken, kendilerine “Müslüman” demek akıllarının ucundan geçmemişti.

Fakat, Hint İşçi Birliği (IWA) her ne kadar ilham verici olsa da, Asyalı gençlerin büyük kısmı Birliğin faaliyetlerini sorgulamaya başlamıştı – özellikle [yukarıda bahsedilen] Ulusal Cephe karşıtı yürüyüş, eleştirilerin odağı olmuştu. Bu nedenle, 1977’de Hint İlerici Gençlik Birliği’nin adı Asya Gençlik Hareketi olarak değiştirildi.

Kısa süre içinde hareket Britanya’nın dört bir yanına yayıldı. Hareket, Müslüman cemaatler başta olmak üzere geleneksel değerlere de meydan okuyor, kadınların toplumdaki rolü ve caminin hâkimiyeti gibi konulardaki muhafazakâr yaklaşımlara karşı çıkan alternatif bir önderlik yaratmaya çalışıyordu. Hareketin mensupları istisnasız ateist değillerdi, ama din hiçbir zaman politikalarını biçimlendirmedi. AGH mensupları kendilerini Müslüman, Hindu veya Sih diye ayırt etmek şöyle dursun, özellikle Asyalı olduklarını da düşünmüyorlar, kendilerine “siyah” demeyi tercih ediyorlardı. Amerika’da “siyah” Afrika kökenli demektir. Hindistan altkıtasında kimse kendini ten rengiyle tanımlamaz. Britanya’da ise genç siyahlar ve Asyalılar, bir yandan  etnisite veya ten rengi yerine politika temelli daha kapsayıcı bir kimlik biçimlendirmeye çalışıyor, diğer yandan da ırkçılığın bölücü doğasını vurguluyorlardı.

 

 

 

Asya Gençlik Hareketleri iki farklı politik örgütlenme modelinden ilham almıştı. İlki, Britanya’daki geleneksel sınıf politikasıydı. Hareketin mensupları sadece IWA gibi örgütlerin tarihinden feyz almakla kalmamış, çoğu da Troçkist gruplarda çekirdekten yetişmişti. Asya Gençlik Hareketlerinin esinlendiği diğer model de, Amerika’da “siyah öz-örgütlenmesi”, yani siyahların beyaz gruplardan bağımsız örgütlenmeleri anlayışını yaratan kara güç [black power] hareketiydi. AGH’nin sembolü olan sıkılı yumruk, doğrudan Kara Panterler’den devşirilmişti.

Bu iki yönlendirici ruh aslında birbiriyle gerilim halindeydi. Hareketin mensuplarından Tariq Mehmood, “Çoğumuz işçiydik ve işçi çocuklarıydık. Bizim için ırk ve sınıf birbirinden ayrılamazdı” diye anlatıyor o günleri. Ama o da, o dönemde hareketin pek çok mensubu gibi, “beyaz sol”a kuşkuyla yaklaşıyordu. Siyahların ve Asyalıların deneyimlediği tecrit duygusu düşünüldüğünde, bu tür bir tavır anlaşılırdı. Irkçılığın acımasız ve çoğu zaman ölümcül olduğu; bıçaklanmanın vaka-i adiyeden sayıldığı; her hafta bir yerlerin bombalandığı, cinayetin sıradanlaştığı bir dönemdi.

 

 

 

Ancak, göçmenleri zaman içinde kendi kendilerine örgütlenmeye sevk eden “getto politikası”, ırkçılığa verilmiş pragmatik bir tepkiden, “sayılarını artırarak” korunma bulma meselesinden fazlası oldu. Bu aynı zamanda, “getto”nun, göçmenlerin yoksulluk ya da ırkçılık yoluyla tecrit edilmesinin ifadesi olarak görülmek yerine, bir cemaatin kültürel farklılığının ifadesi olarak yüceltilmesine yol açan bir tavırdı. “Öz-örgütlenme” anlayışı, başlangıçta ırkçılıkla mücadele etmek üzere başvurulan bir stratejiyken, zaman içinde kültürel ayrımların yüceltilmesine dönüştü. Politik sebeplerle geçici olarak bağımsız örgütler kurma fikri, kültürel ayrımların hayatın değişmez bir olgusu olarak sabitlenmesine dönüştü. 1980’lerde bu düşünceler radikal ırkçılık karşıtı politikanın gettosundan çıkıp, ana-akım kamu politikasına taşındı.[2]

 

Gerçek Çeşitlilik Deneyiminden, Politik Süreç Olarak Çokkültürcülüğe

Kimilerine göre çokkültürlülük modern, liberal bir toplumun özünü ifade eder. Kimilerine göreyse, sürekli kaygı içinde olan, parçalanmış bir ülkenin yaratılmasına katkıda bulunur.

Bu tartışmadaki sorun, kısmen, iki tarafın da gerçek hayatta yaşanan çeşitlilik deneyimi ile politik bir süreç olarak çokkültürcülüğü karıştırmasıdır. Kitlesel göçle dönüşüm geçirmiş, eskisinden çok daha canlı ve kozmopolit bir toplumda yaşama deneyimi, olumlu bir deneyimdir. Gelgelelim, politik bir süreç olarak çokkültürcülük bambaşka bir şeydir. İnsanları etnik kutulara hapsederek, bireysel ihtiyaçları ve hakları bu kutular aracılığıyla tanımlayarak, kamu politikalarını bu doğrultuda oluşturarak “çeşitliliği yönetme”yi amaçlayan bir dizi politikadır. Çokkültürcülük, sınırları ve zihinleri açmanın değil, fiziksel, kültürel ve hayalî sınırları denetlemenin aracıdır.

Yaşanan deneyim ile siyasî politikayı karıştırmanın son derece tehlikeli olduğu görülmüştür. Bir yandan, sağ cenahtan –sadece onlardan da değil– pek çoklarına, yanlış sosyal politikaların faturasını kitlesel göçe çıkarma ve azınlıkları “sorun”a dönüştürme gerekçesi vermiştir. Öte yandan, pek çok geleneksel liberalin ve radikalin, çeşitliliği savunmak adına, ifade özgürlüğü gibi klasik özgürlük kavramlarını terk etmelerine sebep olmuştur.

Bir politik süreç olarak çokkültürcülüğün ironisi, gerçek hayatta deneyimlenen çeşitliliğin değerini azaltmasıdır. Çeşitlilik derken, dünyanın çeşitli çatışmaları ve çelişkileri barındıran, karmakarışık bir yer olmasını kastederiz. Bunların tümü iyidir, çünkü bu tür çatışmalar ve çelişkiler politik ve kültürel angajmanın temel malzemesidir.

Fakat çokkültürcülerin çoğunu endişelendiren, tam da çeşitliliğin asıl değeridir: onu doğuran çelişkiler ve çatışmalar. Onlar, insanları sınırları net etnik kutulara yerleştirerek, ve saygı ve hoşgörü adı altında bu sınırları denetleyerek bu tür çatışmaları azaltmayı amaçlarlar. Oysa çatışmayı azaltmak şöyle dursun, tüm bunlar çok daha yıkıcı, çok daha aşılmaz çelişkileri doğurmaktadır.

Elbette çatışma ve çelişkinin iyi bir şey olması, her çatışma ve çelişkinin iyi olduğu anlamına gelmez. Siyasî çatışmalar yararlıdır çünkü bir toplumsal problemin, onu çözmek için toplumun nasıl değiştirilmesi gerektiği sorusuyla birlikte ortaya konmasını sağlar. Cevap üzerinde anlaşamayabiliriz, ama tartışmanın kendisi yararlıdır.

Oysa çokkültürcülük, siyasî problemleri kültürün veya dinin terimleriyle ortaya koyarak, siyasî çatışmaları hem yararsız hem çözümsüz hale getirir. Sözgelimi, “ırkçılığın sosyal temelleri nelerdir ve bunlarla mücadele etmek için hangi yapısal değişimler gerekir” diye sormak yerine, belirli bir kimliğe saygı duyulmasını, belirli bir kültürel farklılığın kamusal olarak tanınmasını, kişinin kültürel veya dinsel inançlarına saygı duyulmasını talep eder.

Çokkültürcü politikalar azınlık topluluklarını güçlendirmenin ve onlara ifade gücü kazandırmanın bir yolu olarak görülüyor. Oysa gerçekte bu politikalar bireyleri değil, konumlarını ve etkilerini büyük ölçüde devletle ilişkilerine borçlu olan “cemaat liderleri”ni güçlendirmektedir. Çokkültürcü politikalar azınlık topluluklarına homojen bütün muamelesi eder ve sınıf, inanç, toplumsal cinsiyet gibi farklılıkları göz ardı eder.

Azınlık topluluklarının kendi içindeki çatışmaları göz ardı etmenin yanı sıra, bu politikalar azınlık topluluklarının birbirleri arasında da çatışmalar yaratmıştır. Siyasî hakları ve mali kaynakları etnisiteye göre dağıtan bu politikalar, insanları kendilerini sadece bu etnisitelerle tanımlamaya sevk etmiş ve ister istemez grupları karşı karşıya getirmiştir.

Buna karşı çıkmak için, bir tarafta göç ve çeşitlilik, diğer tarafta çokkültürcülük tartışmasını birbirinden ayırmamız ve ilkini savunup ikincisine karşı çıkmamız gerekir. Britanya için, yaşanan çeşitlilik deneyimi olumlu, çokkültürcülük ise olumsuz olmuştur.[3]

 

 



kültüralizm