Google’ın Götürdüğü Yere Git

 

Bu yazının başlığı okur çekmeyi hedeflemiş olabilir, ama altında iç karartıcı bazı gerçekler yatıyor. 2010’da Google, şimdilerde çok önemli bir alt kuruluş halini alan Niantic şirketini faaliyete geçirdi. Google her sene bir yığın şirketi faaliyete açıyor ve bir sürüsünü de satın alıyor, dolayısıyla burada özel bir durum yok. Gelgelelim, çoğumuz Google’ın bütün “yeni” şirketleri satın alıp farklı isimler altında sonu gelmeyen “alt kuruluşlar” geliştirmesini piyasada tamamen tekel kurma girişiminden ibaret sanıyoruz; halbuki Niantic örneği, Google’ın gücünün çok daha ötelere uzandığını gösteriyor.

Kuruluşundan altı yıl sonra, bugüne kadar geliştirdiği en büyük oyun Pokémon Go’yla gündeme oturan Niantic, sonunda insanların ilgisini çekmeyi başardı; kimi solcular Pokémon Go’yu boykot etmemiz gerektiğini bile söylüyor. Aslında Niantic birkaç yıldır cep telefonu psikolojisi ve sosyal örgütlenme üzerine çalışmalar yürütüyordu. Şirketin iki önemli oyunu Ingress ve Pokémon Go’yu incelediğimizde, içinde yaşadığımız dünyayla, şirketlerin kontrolüyle ve cep telefonlarının arzularımızı nasıl örgütlediğiyle ilgili önemli bazı gerçekler ortaya çıkıyor.

Niantic ilk büyük oyunu Ingress’i 2011’de geliştirdi. Son yılların en önemli oyunları arasında sayılan Ingress, Google’ın kilit ideolojik araçlarından bir tanesi olmasına rağmen, Pokémon Go kadar tanıtılmadı. Ingress’in aşağı yukarı 7 milyon kullanıcısı var ve Ingress dövmeleri insanların bu uygulamayla ne kadar özdeşleşmiş olduklarının kanıtı. Ingress’i bir “oyun” değil bir “yaşam tarzı” diye tarif eden oyuncular bile var. Bu satırları okurken şöyle düşünebilirsiniz: “Bu oyunu oynamıyorum, konunun benimle bir ilgisi yok.” Ama Google’ın Niantic üzerinden dolaşıma soktuğu eğlence, fiziksel dünyadaki hareketlerimizi ve deneyimlerimizi düzenleme yönündeki daha geniş çaplı projesinin bir parçası. Google’ı veya ona bağlı uygulamaları hiçbir şekilde kullanmıyor değilseniz –ki bunlar daha baştan cep telefonunuza yüklenmiş oluyor ve kaldırılmaları da söz konusu değil– konunun sizinle de ilgisi var demektir.

Ingress, Google Haritalar ve Uber gibi diğer bilinen uygulamalar da dahil, cep telefonu uygulamalarındaki bir eğilimi yansıtıyor: Kentle ilgili deneyimlerimizi düzenleme ve etkileme amacıyla geliştirilen bu uygulamalar, cep telefonunu yeni bir tür bilinçdışına dönüştürüyor – bizi ilerleten şeyin ne olduğunun ve neden bulunduğumuz yönlere doğru gittiğimizin doğru düzgün farkında olmadan hareketlerimizi yönlendiren ideolojik bir kuvvet.

Önceleri cep telefonlarının öneminin bir tür “dikkat dağıtma” işleviyle ilgili olduğunu düşünüyordum; kitabımda ve The New Inquiry’de konuyla ilgili yayınlanan bir yazımda bunu savunmuştum. Ama Ingress oynadıktan sonra, ortada bundan fazlasının olduğunu anladım. Ingress’in yaptığı, dikkatimizi etrafımızdaki şehirden uzaklaştırmaktan ibaret değildi; Google’ın kusursuz yurttaşları olmamız için bizi eğitiyorduIngress’te oyuncu, gerçek mekânlarda dolaşıyor, ve kentin sembolü olmuş yerlerle, anıtlarla ve kamusal sanat eserleriyle temsil edilen “portal”ları yakalıyordu. Oyuncunun “portal”ı yakalaması için fiziken onun yakınlarında bulunması gerekiyordu, onun için de sürekli GPS üzerinden takip ediliyordu. Oyunun yalnızca nereye gittiğinizi kontrol etmekle kalmayıp, istediği yere gitmeniz için sizi yönlendirdiğine dikkatinizi çekerim.

 

 

Bu açıdan Ingress, hareketlerimizi takip etmekle kalmayıp yönlendirme yeteneğini de geliştiren Google Haritalar’ın bir benzeri. Tabii Google algoritmaları, uzun zamandır, hangi lokantalara gideceğimizi, hangi kafelerden haberdar olacağımızı, ve buralara ulaşmak için hangi yolları kullanacağımızı buyuruyor. Fakat şimdi Google, saate, GPS konumunuza ve olağanüstü güçlü kayıt sisteminde depoladığı hareket geçmişinize dayanarak nereye gitmek istediğinizi fiilen tahmin eden yeni bir teknoloji geliştiriyor. Bu da Ingress gibi, cep telefonunun kent içinde gideceğimiz yerleri dikte ettiği ve bizi, farkında bile olmadan, mutat ve tekrar eden hareket örüntüleri geliştirmeye teşvik ettiği yeni bir modelin gelişmekte olduğunu gösteriyor. Ama bundan da önemlisi, bu tür uygulamaların bizzat arzularımızı öngörmesi ve bize istediğimizi vermekten ziyade ne istediğimizi belirliyor olması.

Bilinçdışı kavramı üzerinden yapılacak bir okuma bazı şeyleri açıklığa kavuşturacaktır. Bilinçdışını, denetlenemeyen arzuların istiflendiği bir bataklık olarak görenlerin aksine, Freud ve Lacan’ın izinden gidenler bilinçdışının dış kuvvetler tarafından yapılandırıldığını göstermeye çalıştılar. Cep telefonlarımızın vazifesinin, arzularımızı yerine getirmek, sınırsız eğlence (oyunlar), kolay ulaşım (Uber), yemeğe ve içkiye ânında erişim (OpenRice, JustEat) ve hatta şipşak seks ve aşk (Tindr, Grindr) sağlamak olduğunu zannediyoruz. Cep telefonumuz vasıtasıyla istediğimiz her şeye ulaşabiliyor olmamız yeteri kadar korkutucu; ama bundan daha da korkunç bir ihtimal var ki, o da arzularımızı harekete geçirenin telefonlarımız olması.      

2016’nın en çok sükse yapan cep telefonu uygulaması Pokémon Go işte böyle bir ortama doğdu. Oyun, tahmin edilebileceği gibi, Niantic Lab tarafından geliştirildi. Piyasaya sürülmesinin üzerinden yalnızca birkaç gün geçmesine rağmen, Pokémon Go denen bu etik mayın tarlası şimdiden bir dizi histerik olaya sebebiyet verdi. Ingress, zaten çoktan bilimsel bir araştırma nesnesi haline gelmiş; oyunun, küçük çocukları gecenin üçünde aydınlatılmamış parklara yolladığından yakınan akademik makaleler yayınlanmıştı. Pokémon Go da benzer tatsızlıklara vesile oldu: Avustralya polisi, Pokémon avlamak için polis karakoluna girmeye çalışan bir grup Pokémon eğitmenini uyarmak zorunda kaldı. Pokémon peşinde koşan bir genç kız, onun yerine bir ceset buldu. Pokémon Go’nun nihayetinde birinin ölümüne sebep olacağını yazan da oldu (söz konusu makale yayınlandıktan sonra Pokémon avına çıkmış bir adam polis arabasına çarptı; bir başkası ise ezildi). Ama esas sorun, binde bir meydana gelecek bu türden akla ziyan olaylar değil. Onun yerine, ortalama kullanıcı deneyiminin psikolojik ve teknolojik etkilerini dert edinmemiz gerekiyor. 

Oyunun kuralları oldukça basit; GPS üzerinden gelen talimatlar doğrultusunda gerçek mekânlarda Pokémon arıyor; bulduğunuzda da kameraya çekip bütün oyuncuların bulunduğunuz ortamı görmesini, böylece dünyanın muhtelif güzelliklerinden faydalanmasını sağlıyorsunuz.

 

Pokémon Go ekran resmi, büyütmek için resmin üzerine tıklayınız

 

Pokémon denen bu olağanüstü fenomen üzerine kitap yazılsa yeridir. Ama ben şimdilik, Pokémon’un, Lacan’ın object petit a olarak adlandırdığı şeyin mükemmel bir örneğini sunduğunu ileri sürmekle yetineceğim: bir elimize geçirsek bizi son derece mutlu edecek; fetişleştirdiğimiz, tatlı mı tatlı ama bir o kadar da yanıltıcı arzu nesnesi. Object petit a’yı asla ele geçiremeyiz; çünkü her zaman peşine düşülecek daha yeni, daha tatlı ve yakalaması daha zor bir arzu nesnesi çıkar karşımıza.

Teknoloji ve video oyunlarının hazırladığı sona dair distopik tasavvurlar çok temel bir noktada yanılmışlar anlaşılan. İnsanların ömürlerini küçük odalarda, yalnız başlarına, bilgisayar başında geçirdiği distopik bir gelecek tasvir edildi hep. Fiziksel dünyanın önemi gitgide azalacak; onun yerine hayalî elektronik dünya geçecekti. Bu kehanetlerin aksine, şu anda içinde yaşadığımız distopyada Google ve alt kuruluşları, bizi, kendilerinin belirlediği istikamet doğrultusunda arzu nesneleri aramamız için çılgın gibi sokağa salıyorlar. Bu arzu nesnesi, Tindr üzerinden bulunacak bir sevgili; özgün bir Japon eriştesi (rāmen) kâsesi ya da ele gelmez bir Clefairy ya da Pikachu olabilir; hiç fark etmez.

1990’larda ailelerin, video oyunu ortamından kurtulsunlar diye çocuklarını sokağa salmaları normal bir şeydi. Oysa, şimdi, “portal”lar yakalayalım; Pokémon toplayalım ya da romantik buluşmalara gidelim diye bizi sokaklarda koşturan, bizzat oyunlar. Google’ın, Pokémon Go üzerinden bütün hesaplarımıza sınırsız erişim sağlaması yeteri kadar tehlikeli bir şey, ama daha fazlası da var. Bu durum, gün geçtikçe ağırlığını daha da çok hissettiren bir gerçeğe, Google’dan hiçbir kaçış olmadığı gerçeğine işaret ediyor. Canımız ne istiyorsa onu yaptığımızı; sadece, istediğimiz şeyi gerçekleştirebilmek için telefonlarımızdan yardım aldığımızı zannediyor olabiliriz; oysa, Google’ın sandığımızdan çok daha büyük, gerçekten devrimci bir gücü var: o da, bizatihi arzu yaratabilmek ve onu örgütleyebilmek. 

Alfie Bown’un RoarMag’de yayınlanan Pokemon Go Where Google Says başlıklı yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.

ağ toplumu