Gözetlenenin Bakışı: Yasanın Dışından, Polis Rejimine Bakmak

 

 

 

Modern kullanımda “yasadışı” kelimesi, yasayı ihlal eden ve suç mahallinden kaçan birini ifade eder. Tarihsel açıdansa, yasanın sağladığı haklardan ve korunmadan mahrum bırakılmış bir kişidir, çünkü devlet bir insanın veya bir nesnenin korunmasını engellemeyi tercih edebilir (örneğin bir ilacın “yasadışı” kategorisine sokulması, bir ‘terörist’ grubun “yasadışı” ilan edilmesi). Platon’dan Seneca’ya, Machiavelli’den Benjamin’e kadar, security [güvenlik] kelimesinin kökenine baktığımızda (sine cura, yani korumadan mahrum – siz kendinizi korumazsınız çünkü polis veya devlet sizi korur), yasadışı kişinin, yasal sistemi ihlal eden biri kadar, devletin korumasından da mahrum bırakılmış bir kişi olduğu görülür.

Yasayı duyumsanabilir bir doku olarak düşünürsek (Rancière: “duyulurun dokusu”), yasadışı kişi de bu dokunun içinden bir ipliği çekmiş veya içinde bir delik açmıştır. Derrida’nın “Kanun Hükmü” başlıklı metninde yazdığı gibi:

 

İnsanların “büyük suçlu figürü” üzerinden bazı insanlara duyduğu hayranlık şöyle açıklanabilir: bu figür, insanların gizliden gizliye takdir ettiği şu veya bu suçu işlemiş kişi değildir; yasayı ihlal etmekle, hukuk sisteminin, bizzat yasal düzenin şiddetini tüm çıplaklığıyla ifşa etmiş kişidir.

 

Burada iki gözlem var: Bir kere, kendini polis rejiminden veya yasal sistemden/devletten koparmış kişiye içten içe hayranlık duyuyorsunuz. İkincisi, bu düzenin şiddetini tüm çıplaklığıyla ifşa edip ondan uzaklaşmak, en baştan orada var olan matrisi de gözler önüne seriyor.

 

                                                                       *

 

Politikanın temel işi, kendi mekânını yapılandırmaktır. Kendi öznelerini ve faaliyetlerini görünür kılmaktır. (Rancière)

Polisin müdahalesi yalnızca bireyleri çağırmasında (Althusser’in tabiriyle, “Hey, sen!” demesinde) kendini göstermez; ilk bakışta dikkatimizi çekmeyecek kadar olağan bir durumda da belli eder kendini: “Uzaklaşın! Bakacak bir şey yok!” Görsel çalışmalar perspektifinden, şunu da ekleyebiliriz: “Görme kabiliyetine sahip olanlar bizleriz (polis); seninse buraya değil ileriye doğru bakıp buradan uzaklaşman gerekir.” Halbuki politika, dolaşım mekânını bir öznenin, öznelerin (Rancière: “halkın, işçilerin, yurttaşların”) görünür olma mekânına dönüştürmeyi içerir. Politika, duyulur olanın nasıl paylaştırılacağına dair bir iddianın veya itirazın görünür kılınmasıdır; oysa polis rejimi sizden, bir iddiada bulunabilmek için gerekli olan düşünme süresine sahip olmadan uzaklaşmanızı talep eder.

 

                                                                           *

20. yüzyılın başlarında Scotland Yard dedektifleri ilk fotoğraf makinelerine sahip oldular ve bunları sufraje hareketine mensup kadınları gizli gizli takip etmek için kullandılar. Evlerinden çıkıp politik toplantıların yapıldığı yerlere giden kadınların hareketleri an be an kaydedildi. Fotoğraflar kimlik tablolarında biraraya getirildi.

Fotoğraflardaki kadınların jestlerinden ve yüz ifadelerinden, en azından başlarda, gizli gizli fotoğraflarının çekildiğinden habersiz oldukları anlaşılıyordu. Ancak, Britanya’daki Ulusal Galeri’de bulunan bir resim, önemli bir istisnaya işaret ediyor.

Manchester sufraje hareketinden Evelyn Manesta (No. 10), belli ki fotoğrafının çekilmesine direnmiş, bu yüzden onu zorla makinenin önünde durdurmak için bir memur devreye sokulmuştu. Evelyn’in boynuna sarılmış kol, fotoğrafçıya verilen talimat doğrultusunda fotoğrafın son halinden silinmişti.

Gözetimin şiddeti görsel açıdan ancak bu kadar okunaklı kılınabilirdi: o dönemin Photoshop’una denk düşecek kim bilir hangi ilkel teknikle görüntüden silinmiş hayalet bir kol.

 

 

 

*

 

1 Ocak 2009’da, sabahın erken saatlerinde, yılbaşı kutlamalarına katılmış çok sayıda insan şehirler arasında yolculuk ederken, San Francisco’dan Oakland’a giden hızlı trende kavga çıktığı ihbar edildi. Afrika kökenli Amerikalı erkeklere yönelik arama sırasında, Memur Johannes Mehserle’in de aralarında bulunduğu birkaç polis, Oscar Grant’i alıkoydu. Tanıkların ifadesine göre Grant’in polise mukavemet ettiğine dair hiçbir işaret olmamasına rağmen –ki zaten yüzükoyun vaziyette yere yatırıldığı için bu pek de muhtemel değildi– Memur Mehserle silahını çekip Grant’i sırtından vurdu.

Olay, tıpkı Rodney King davasında olduğu gibi, çeşitli kayıt cihazlarıyla kaydedildi ve kamuya ulaşan görüntüler binlerce kez izlendi. Video görüntülerinde polislerden birinin hızla Grant’e doğru gittiği, vurulmadan önce yüzüne birkaç defa yumruk attığı görülüyordu. Grant’in ailesi, aynı zamanda duvara doğru itildiğini, zorla dizleri üzerine çöktürüldüğünü de iddia ediyordu.

Aksini gösteren tüm kanıtlara ve kamuoyunun şiddetli tepkilerine rağmen, Memur Mehserle  kasıtsız adam öldürme suçundan hüküm giydi, iki sene hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı; avukatı, Mehserle’nin niyetinin olay ânında silahını değil şok tabancasını kullanmak olduğunu iddia etmişti. Oysa, güvenlik kameraları dışında, o sırada istasyonda bulunan ve olayı ânında kameraya çeken pek çok kişi olduğunu biliyoruz.

Oscar Grant’in vurulma olayının en sıradışı yanı, Grant’in, Memur Mehserle tarafından vurulmadan hemen önce onun fotoğrafını çekmiş olmasıydı. Bu, kendi ölüm anlarını farkında olmadan kaydeden savaş fotoğrafçılarının aksine, kasıtlı bir hamleydi. Fotoğrafta, Mehserle’in şok tabancasını zaten elinde tuttuğu, diğer eliyle silahına davrandığı da net biçimde görülüyordu.

Oscar Grant’in vurulduğu ikonik anla ilgili çok net bir şey var: Grant, polis rejimi içerisinde hem bakılan/gözetlenen nesne, hem de bakan özne konumunda. Tarih, onun suretinde, sadece yere yatırılmış bir siyahın görüntüsünü hatırlamayacak, aynı zamanda polise fotoğraf makinesi doğrultmuş bir adamı hatırlayacak.

 

 

 

Maryam Monalisa Gharavi’nin Becoming Fugitive: Carceral Space and Rancierian Politics başlıklı metninden alınmıştır.

 

iktidar, Derrida, Rancière