Güvencesizliğimizden Başka Kaybedecek Bir Şeyimiz Yok

 

 

Luc Boltanski ve Eve Chiapello’dan Brian Holmes’a kültür eleştirmenleri, 90’ların şirket yöneticilerinin ve karar alıcılarının işyerinde daha az hiyerarşik, daha yumuşak ve esnek bir toplumsal denetim tesis edebilmek için nasıl da 60’ların karşı-kültürünün damgasını taşıyan özerklik arzusunu massettiklerini incelediler. Kapitalizmin yeni ruhu hepimizi sanatçı gibi düşünmeye çağırıyor; yani, alışılmışın dışında düşünmeye. Görünürdeki bu statü yükselişine rağmen, devletin çalışan nüfusun refahı ile şirketlerin talepleri arasında arabuluculuk yapmayı bıraktığı ülkelerde yaşayanlar başta olmak üzere sanatçıların çoğu güvencesiz hayatlar sürüyorlar. Piyasa genelindeki kuralsızlaşma, azınlığın servetine servet katmasını sağladı şüphesiz; ama bu zenginlikten çoğunluğun payına pek bir şey düştüğü söylenemez. Çin, Hindistan, Doğu Avrupa, Britanya ve hatta ABD nüfusunun büyük bir çoğunluğu için geçerli olan bu durum aynı şekilde düzensizliğiyle nam salmış bir piyasa olan çağdaş sanat dünyası için de geçerli. Nispeten başarılı sanatçılar bile durmadan iş değiştirmek; (bienalden sanat fuarına, fuardan bir başka bienale) dünyayı kat edip durmak; bıkıp usanmadan yeni bağlantılar kurmak ve kendi reklamlarını yapmak gibi zorluklarla baş etmek zorundalar. Bilgi proletaryasının prototipi olarak görülmelerinin gerçek sebebi de bu olabilir zaten.

Besin zincirinin en tepesindeki sanatçılar bile adil muamele için mücadele etmek zorundaysa, boş yere üretiyor gibi görünen on binlerce görünmez sanatçının vay haline. RAND Şirketi tarafından yakınlarda yapılan bir araştırma, muzaffer azınlık ile günümüz küresel sanat dünyasının kabarık servetinden pay alamayan çoğunluk arasındaki uçurumun gün geçtikçe açıldığını ortaya koyuyor. Bu durum, sanat dünyasının “düşünürleri”ni “yapıcılar”ından ayıran bir başka emek tabakalaşmasıyla ilişkili olabilir – bu tabakalardan ilki, boyama, baskı, kalıp ve döküm gibi kavramsal olmayan becerilere hâlâ kıymet veren okullardan mezun olmuş “yapıcıları” çalıştırma eğiliminde oluyorlar.

Emekçi olarak sanatçı, yerini, girişimci olarak sanatçıya bıraktı – tıpkı diğer “yaratıcı” işçiler gibi gittikçe açılan varsıllar/yoksullar uçurumunun doğru tarafında yer alabilmek için canını dişine takan serbest bir oyuncu... Buna bağlı olarak, tıpkı kuralsızlaştırma sonucu güvencesizleşen diğer işçiler gibi mali güvence arayışındaki sanatçıların çoğu da, kolektif örgütlenme olasılığını göz ardı ederek Sanatçı Emeklilik Tröstü (APT) gibi serbest piyasa mekanizmalarına yöneliyor. 2004 yılında teknoloji girişimcisi Moti Shniberg, (Reaganomi’nin fikir babası merhum Milton Friedman’ın suç ortaklarından) Dan Galai ve (bir zamanlar hem San Francisco MoMA’nın hem de Whitney Museum of American Art’ın direktörlüğü yürütmüş ve pek yakında Londra Albion Galerisi’nin New York şubesinin başına geçecek olan) David A. Ross tarafından kurulan APT, yalnızca New York, Los Angeles, Londra ve Berlin’de değil, aynı zamanda Dubai, Bombay, Pekin ve Meksiko gibi yeni yeni filizlenen sanat-piyasası merkezlerinde de ofisler açtı. Tröstün amacı, halihazırda belirli bir piyasa başarısı yakalamış sanatçıları eserlerinden bazılarını “seçkin sanatçılardan oluşan bir havuza” hibe etmeye davet ederek “benzersiz bir şekilde çeşitlenmiş, alternatif bir gelir akışı sağlamak” ve bunu sanatçıların kronik güvencesizliğine karşı teminat olarak göstermek. Hesapta, eserlerini fona yatıranlar arasından yalnızca birkaç “süperstar” çıkması bütün hissedarların ekonomik güvenceye kavuşmasını sağlayacak. Sanki neoliberal bir girişimci değil de Roosevelt döneminden kalma bir İş Geliştirme Dairesi (WPA) reformcusuymuş gibi konuşan Ross, APT’yi “bir yandan piyasanın kapitalist doğasından istifade ederken bir yandan da denkleme kâfi dozda sosyalizm aşılayarak melez bir form yaratmaya yarayan bir yöntem” olarak tarif ediyor. Oysa, gerçek özerkliğin yolu, yalnızca ofisteki değil, aynı zamanda yük limanındaki işçilerin de örgütlenmesinden geçiyor – görünmez emekleriyle sanat dünyasının dönmesini sağlayan sanatçıların ekonomik açıdan önemini düşünün yeter. Sanatçılar, geçmişteki iyi örneklerden ders alarak kendilerini kolektif olarak güvence altına almanın bir yolunu bulabilirler. Güvencesizliklerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri yok ama kazanacak çok şeyleri var.

 

Artforum dergisinin Nisan 2008 sayısında yayınlanmış “State of the Union” başlıklı yazıdan seçilmiş pasajların çevirisidir.  

sanat ve emek, prekarite