Hayvan: Bir Sınır Aşma İmkânı

…Ve kurt kuzu ile beraber oturacak; ve kaplan oğlakla beraber yatacak; ve buzağı, genç aslan ve besili sığır birarada olacak; ve onları küçük bir çocuk güdecek. Ve inekle ayı otlanacak; onların yavruları birlikte yatacak; ve aslan sığır gibi saman yiyecek. Ve emzikteki çocuk, kara yılanın deliği üzerinde oynayacak, ve sütten kesilmiş çocuk, elini engerek yılanının üzerine koyacak.

                                                                                              Kitabı Mukaddes, İşaya

…Bize, içinden çıktığımız bu hayvan yaşamından daha yabancı bir şey yoktur. Bizim düşünme biçimimize, sessiz kâinatın bağrındaki yeryüzünden daha yabancı bir şey yoktur. Hayvan yaşamı, huzursuz edici bir muamma gibi dikilir karşımızda.

Georges Bataille[1] 

                                                                                      

 

Başlangıçlara ve sonlara dair anlatılar sınırları, tür ayrımlarını ihlâl eden hibrit varlıklarla doludur. İnsan-hayvan karışımı uzuvlardan oluşan bu melez varlıklar korkunç ama tanrısal, iğrenç ama saygındır; bu anlatılarda hibrit bitkiler de nadirattan değildir. Ne var ki söz öncesi bu yabansı-başlangıç rasyonel söylemin dışında kalmış, yalnızca mitik bir kavrayışın konusu olabilmiştir. Canlılar âlemini türleri ve cinsleri bakımından bir cetvele kaydeden taksonomilerde onların yeri yoktur. Kadim zamanların tuhaf, hatta günümüz ölçülerince ucube gibi görünen bu yaratıklarını ‘hayalî’ diye geçiştirmek ve bu yaratıklarda sadece atalarımızın hayal gücü zenginliği görmek çok kolaycı bir yaklaşım olur. Hibrit varlıkları, hem bir ilerleme olduğundan kuşku duymadığımız uygarlaşma sürecinin zorunlu kurbanları ve uzak geçmişimizin yerinden edilmiş varlıkları, hem de bizi insani yüklerimizden kurtaracak bir imkân olarak belirlemek daha üretken görünüyor. Kadim anlatılar, açıkça söylemiş olmasa da, böyle bir bakışın işaretleriyle doludur.

Agamben Açıklık’ta bu tür bir işaretin peşine düşer. Yahudi mitolojisi’nde Hezekiel’in kehanetine dair 13. yüzyılda yapılmış gnostik minyatürlerle dolu bir kitabın son sayfasındaki ilginçliklerdir söz konusu olan. İkiye bölünmüş sayfanın üst yarısında kadim zamanların üç hayvanı vardır: kanatlı kartal başlı aslan biçimindeki Griffon kuşu, öküz Behemot ve denize dalmış, kendi üstüne kıvrılmış büyük balık Livyatan.[2] Sayfanın altındaysa insanlık tarihini sonlandıran sahne resmedilmektedir; bu sahnede, Cennet ağaçlarının gölgesinde kurulmuş ve iki çalgıcının müziğiyle şenlenen bollukla donatılmış bir sofraya oturan kişiler gösterilmekte, ama bu kişiler insan görüntüsüyle değil, yanılgıya yer bırakmayacak bir aşikârlıkla hayvan başıyla temsil edilmektedir.[3] Bu Mesihsel Şölen kuşkusuz tamamına ermiş insanlığı anlatmaktadır; peki, tamamına ermiş insanlığın temsilcileri neden hayvan başıyla resmedilmiştir? Bu soruyu Agamben soruyor.

 

William Blake, “Behemot ve Livyatan”, Eyüp Kitabı illüstrasyonlarından

 

Griffon kuşu, fresk, Girit Adası

 

Benzer imgeler Yunan mitolojisinin polisi önceleyen anlatılarında da vardır: Kadın başlı, aslan ayaklı, kuş kanatlı Sfenks; yarı insan yarı boğa Minotauros; aslan başlı, keçi gövdeli, yılan kuyruklu Khimera; yarı insan yarı at Kentauros; yarı insan yarı teke Satir; kadın başlı kuş vücutlu Sirenler; kanatlı at Pegasus; yılan saçlı, keskin dişli Medusa ve daha pek çokları. Bizim bugünkü sınıflandırmalarımızı şirazesinden çıkartan bu varlıklardan bir kısmı –sadece bir kısmı, çünkü hepsi ayrı bir hikâyeye, ayrı bir arketipe bağlanır– Dionysos’a eşlik eden çılgın ve azgın kadınlar güruhu Mainadlar eşliğinde doğayla bir ve bütün olmayı kutlayan varlıklar olarak anlatılır. Baharın gelişiyle kutlanan şenliklerde kendinden geçmiş, bütün bireysel biçimlerinden sıyrılmış kadınlar esrime ve coşku içinde doğayla birleşirken, onlara ağaçlar, kayalar, dağlar, bayırlar, inlerinden çıkan vahşi hayvanlar da eşlik eder.[4] Bu varlıkların doğadaki yaşamı polis insanı için akıldışıdır: Mainadlar yılanlarla oynar, karacaları ve kurt yavrularını emzirir; doğa da onlara bağışlarını bol bol sunar; thyrsoslardan[5] bal akar, kayalardan pınarlar fışkırır, parmak bastırınca toprak bir meme gibi sütünü sağdırır; dans eden toprak, çılgın yabanıl hayvanlar, hepsi aynı akışın dansı içindedir; yapraklardan yapılma taçlar takmış, hayvan postu giyinmiş kadınlar da toprağın ritmine uyarak dans eder. Burada söz konusu olan bir coşku ve sevinç hali, evrensel yaşamın çevrimiyle bütünleşmenin kutsal şenliğidir.[6] 

 

Vahşi doğayla birleşen insan, insanlık gururundan soyunur…; aciz aklını bütün kaygılarıyla birlikte kaldırıp atar, dünyanın kaynağı olan hayat çeşmesinden kana kana içerek bilgisini ve benliğini unutur, bedenini ve hassalarını tanrı kudretiyle doldurur, doğayla kendi arasındaki bütün engelleri yok eder. Böylece Dionysos, insanın içine girerek, onu evrenin büyük sırrıyla temasa getirir.[7] 

 

Elinde kozalak değneğiyle (thyrsos) Mainad, Roma dönemine ait rölyef

Sürrealistlerin 1933-1939 yılları arasında çıkardıkları Minotaure dergisi kapaklarında Minotauros. Desenler sırasıyla Magritte, Dali ve Max Ernst’e ait.  

Bu şenliklerin amacı şarap, dans ve maske yoluyla varlığı genişletmektir; şenliğe katılan her varlık kendi sınırlarından taşarak çokluğa açılmaktadır. Ancak Mainadların başka bir özelliği daha vardır: Boğazladıkları yabanıl hayvanların kanlarını içip etlerini çiğ çiğ yiyerek, onlarla aralarındaki son mesafeyi de adeta silip atarlar. Ne var ki onlar için yedikleri hayvanın ölümü bir zafer değildir; burada ne bir nesneleştirme ne de bir tahakküm ilişkisi söz konusudur. Hayvan dünyasında efendiliğin izi yoktur:

 

Hayvanlık dolaysızlık veya içkinliktir. Bu durum bir hayvanın diğerini yemesinde verilidir. Bir hayvan diğerini yediğinde, bu, yeme eylemini gerçekleştiren hayvanın benzerliği veya aynılığı koşuluna dayanır – içkinlikle kastedilen budur. Yiyen hayvanın yenen hayvan karşısında hiçbir aşkınlığı yoktur; … [hayvan] içinde yaşadığı dünyayla suyun içindeki su kadar bütünleşmiş[tir].[8] 

 

Sonraları Mainadların azgın niteliği törpülenecek, bu dizginsiz şenlikler agoranın hemen yanına inşa edilen dans yerinde (orkhestra) kutlanan bayramlar biçiminde şehir hayatına dahil edilecektir. Gerek Dionysos Şenlikleri’nde gerekse gnostik minyatürlerde tasvir edilen Mesihsel Şölen’de sınırları ihlal eden bu yaratıklar sadece insanın kendi hayvani doğasıyla barışmasını değil, kültürün neden olduğu yabancılaşmadan kurtularak sağlığa kavuşmanın, varlığı genişletmenin mutluluğunu yansıtmaktadır.

Bu kutlamaların polisin dışında gerçekleşmesinin bir anlamı vardır. Polisin kuruluşu insanın evrimiyle, bir antropolojik makine olarak anthroposun doğuşuyla eşzamanlıdır. Ne var ki bu doğuş bazı kayıplarla, kurbanlarla mümkün olmuştur. Britanya Müzesi’nde bulunan Elgin Mermerleri[9] Atinalıların nereden geldiğine ve uygar bir şehir inşa ederken kimleri alt ettiklerine dair bir anlatı eşliğinde, bir Atinalı’nın olmaması gereken şeyi işaretlemektedir: Atina’nın kurucusu Theseus hibrit varlıkları, barbarları, devleri ve vahşi kadınları yenerek Atina’yı inşa etmiştir; dolayısıyla Atinalı, kadın-hayvan-barbar olmayandır. O topraklar uygarlığın beşiği olduğuna göre, bu anlatı hepimize dairdir. Sophokles’in Oidipous tragedyasında da Oidipous ile Sfenks’in karşılaşması çerçevesinde benzer bir hikâye resmedilir. Bu defa söz konusu olan bir hayvan ile şehir yaşamı arasındaki ilişkidir: Sfenks Thebai’ın dışını beklemektedir; yoldan geçenlere ünlü bilmeceyi sormakta, bilemeyenleri öldürmektedir. Şehrin içine giremeyen Sfenks apolis ve alogostur; şehirsiz, dilsiz, akılsızdır. Polisin dışı muammaların, kehanetlerin, arzu taşkınlıklarının, azgın kadınların, vahşi hayvanların ve kanun kaçaklarının yeridir. “Polis olarak belirlenmiş, faydalı bir biçimde işlenmiş ve mesken edinilmiş alanın ötesinde, to apeiron (sınırsız, hudutsuz) denilen boş sahipsiz yerlerdir buralar.”[10] Şehre girmeyi hak edecek kişiler, yalnızca bilmeceyi çözmeyi başaranlar olacaktır. Sfenks’in bilmecesi manidardır: “Hangi varlık sabah dört ayak üstünde, öğlen iki ayak üstünde ve akşam üç ayak üstünde yürür?” Cevap, “insan”dır. Oidipous bilmeceyi çözmekle kral olacaktır; bu, iktidar-bilgi ilişkisini tesis eden bir andır, çünkü Oidipous bilgiye sahip olduğu için iktidarı ele geçirmiştir.[11] O, bilme ve görme faaliyetine muktedir olan kişidir, görme ve bakmanın insanıdır; ismi bile oradan gelmektedir.[12] Öte yandan da aşırılıkların insanıdır Oidipous; iktidarı, bilme istenci, ailesi, cinselliği aşırıdır ve bu aşırılık onu felaketine götürecektir. Sfenks ise, kıvrak zekâlı, bilgeliğiyle meşhur Oidipous’un bilmeceyi çözmesiyle kendini uçurumdan atarak ölecektir. Kısaca hayvan insanın, physis polisin dışarısıdır; logos hayvanı tecrit eden dil ve düşünmedir. Oidipous’un bilmeceyi çözmesinin anlamı budur. İnsanı hayvandan, uygarlığı vahşi doğadan ayıran, rasyonel biçimde kurulan konuşmanın kullanımıdır.

 

Oidipous ile Sfenks, Yunan kâsesi deseni, MÖ ykl. 470

 

Ancak polisin ve insanın bu kuruluş momenti trajik bir başlangıçla koşullanmıştır. Çünkü hem bir açığa çıkarma, bir olanağı yakalama; hem de bir bastırma, yerinden etmedir. Üstelik bu trajik başlangıç insanın peşini hiç bırakmayacaktır; bir olanağı yakalayarak logosu icat, polisi inşa eden insan, kurban etmek suretiyle dışarıda bıraktığı olanakların acısını çekecektir.[13] Biraz da bu nedenle, kökenlere dair anlatılar insan ile hayvanın aynı dili konuştuğu zamanları resmeder, ağaçlarla, nehirlerle, yıldızlarla konuşabilen kutsal kişilerden söz eder. Bu anlatıların bize söylediği, bu mutlu kolektif varlığın insanın bir zaafı, hybrisi yüzünden parçalandığı, bundan böyle insanlar ve insan-olmayanlar arasındaki iletişim kanallarının da büsbütün kapandığıdır.

Ne var ki polisin dışına sürülen hayvan, şehir hayatına türlü şekillerde dahil edilecektir. Evcilleştirilen, sınai çiftliklerde ve deney laboratuvarlarında insanların hizmetine sunulan hayvanları dışarıda tutarsak, yabanıl hayvan şehir hayatına hayvanat bahçelerinde, oyuncak olarak çocukların ellerinde, duvarları süsleyen hayvan röprodüksiyonlarında girebilecektir. Bütün bu icatlar insan ile hayvan arasındaki kopuşu telafi etme çabasıdır. Ama bu araçlarla kopuş daha da derinleşmektedir.[14] John Berger, hayvanat bahçelerini “hayvan-insan karşılaşmasının imkânsızlığını kanıtlayan abideler” olarak belirliyor. Ne var ki bu, çok uzun soluklu bir süreçtir. İlk hayvanat bahçesi 18. yüzyılda Paris’te kurulduğunda, insan ile hayvanın kopuşu artık telafi edilemeyecek şekilde tesis edilmiş olacaktır. Hayvanların artık gündelik hayattan kaybolduğunun işaretidir bu. Bütün bu kopuşa rağmen geçmişe dair imgeler kolektif bilinçaltımızda kalmayı sürdürmüştür. Kadim anlatılar salt kurmaca değildir; dehşet veren kültürel değişimlerin belleklerde kalan izlerinin ürünüdür. Bütün bu değişiklikler, doğanın ritmine göre yaşayan insanların dolayımsız bir içkinlik evreninden koparak dolaylı ve biraz da yabancı zihinsel bir evrene, kolektif yaşamdan bireysel bir yaşama geçişleri bağlamında düşünülmelidir.

 

Paris’teki Botanik Bahçesi’nde 1793’te açılan hayvanat bahçesinde hayvanları resmeden sanatçılar. 7 Ağustos 1902 tarihli L’illustration dergisinden.

 

Kolektif bilinçaltımızdaki geçmişe dair imgelerin şimdiye olan baskısını örneklemek açısından kurtadam hikâyelerine bakmak yanlış olmasa gerek. Kurtadam hikâyeleri 19. yüzyıla kadar anlatılmıştır. 16. ve 17. yüzyıllarda yaklaşık 30.000 kurtadam vakası kayıtlara geçmiş, 17. yüzyılda hastalık olarak belirlendikten sonra vaka sayısı giderek azalmıştır. Anlatılan öykülerde kurtadama dönüşen kişi yaptıklarını hatırlayamamakta, olanları başkalarından duymaktadır; üstü başı pislik içindedir, altına işemiştir, korkmuştur, üzgündür, içine kapanmıştır, utanmıştır; özgürlüğünü travma olarak yaşamaktadır. Kurtadam, kişinin kendi değişiminden duyduğu korkunun beden bulmuş halidir.

Freud kurtadam vakalarını (kendisinin de böyle bir hastası olmuştur), Oidipous Kompleksi çerçevesinde baba korkusuyla açıklamış ve tedavisini ona göre planlamıştır. Oysa Deleuze ve Guattari Bin Yayla’da “kurtadam ve vampir elbette vardır” diyerek Freud’un özgürleşmek isteyen arzuyu aile üçgeninde ehlileştirmeye ve dizginlemeye yönelik tedavisini norma tutsak kıldığı gerekçesiyle eleştireceklerdir. Yapılması gereken, arzunun özgürleşmesi yolunda aile blokajını yıkmaktır. Psikanalizin beslediği norm tam da hayvanı insanın dışarısı olarak kuran yasadır. Bu bakımdan kurtadam yasa tarafından bastırılmış olanın geri dönme arzusunu yansıtmaktadır. Bu yaşantıda, dışlamalara dayalı olarak kendi biricikliğini tesis eden insanın geride bıraktığı hayvana duyduğu hasret söz konusudur; bu yüzden de kurtadam aslında bir hayvan-oluş deneyimidir. Deleuze ve Guattari “hayvan-oluş”u bir yeğinleşme/yetkinleşme deneyimi olarak ele alır; ezberlenmiş kesin belirlilikler alanından sıyrılarak belirsizliğe, çokluğa ve sonsuzluğa açılan bir özgürleşme, insani yüklerden kurtulma deneyimidir bu:

 

İnsan, sanki molar tür değişiminden geçermiş gibi kurt ya da vampire dönüşmez; vampir ve kurtadam insanın oluşlarıdır, başka deyişle moleküller arasındaki kompozisyon yakınlıkları, dışarı yayılan parçacıklar arasındaki devinim ve durgunluk, hız ve yavaşlık ilişkileridir. Kurtadamlar da vampirler de elbette ki vardır, bunu bütün samimiyetimizle söylüyoruz; ama hayvanla bir benzerlik veya analojinin izini aramayın, zira bu, eylemde hayvan-oluştur, moleküler hayvanın ortaya çıkışıdır (oysa “gerçek” hayvan, molar formu ve öznelliği içine hapsolmuştur).[15] 

 

 

Freud’un, kimliğini saklamak için “Kurt Adam” adını verdiği hastası Sergey Pankeyev. Rüyalarında gördüğünü anlattığı, ağaçta oturan kurt sürüsü

 

Deleuze ve Guattari’ye göre molar önceden var olan bir modeli taklit eden, moleküler ise reddeden, modelin dışına çıkandır; o halde özne olmak molar, hayvan-oluş ise moleküler bir süreçtir. Hayvan ile insan, doğa ile kültür, organik ile teknolojik, canlı ile makine arasındaki ayrımları belirsizleştiren yeni etkileşim biçimlerinde söz konusu olan daha çok berikidir ve bu aslen bir devrimdir; bu devrim “bilinçsiz toplumsal alanda, söylemin ötesindeki bir düzeyde, mutasyonlara sebep olan bir süreçtir”. Bu süreç, öncesinde var olmayan tekillikler üretmektedir. Felix Guattari bu süreci moleküler devrim olarak adlandırır: Bizleri moleküler düzeyde dönüştüren bir süreç, bir mutasyon söz konusudur. Mutasyon, türlerin karşılaşmasına, ilişkilenmesine, kaynaşmasına, dönüşmesine ve yeni akrabalıklara yol açmaktadır. “Bizleri aynı tutumların ve anlamların tekrarından alıp götüren bir süreç” olarak moleküler devrim “tersine dönüşü olmayanı getiren tekrar”dır.[16] Bu durum bilinçlilikten anlaşılan şeyi de değiştirir; bilinçlilik hümanist öznenin nüvesini tekrar etmek (molar tarz) olarak değil, herkes ve her şeydeki çoklu farklılıkları senkronize etmek olarak anlaşılmalıdır.[17] Amaç, ötekiler çokluğuyla kurulacak karmaşık ilişkilerin üretkenliğini sağlamaktır. Ama burada yalıtık değil kolektif bir özne söz konusudur; bu dünya kolektif varlığın beraber deneyimlediği ortak bir dünyadır. Rosi Braidotti, Deleuze’ün düşüncelerinden hareket ederek insan-sonrası bir radikal dönüşüm etiğinden söz ediyor;[18] bu yeni sürdürülebilir etik, ben ve öteki arasında, insan olmayanları da kapsayan genişletilmiş bir karşılıklı bağlantıyı önermekte, kişisel çıkarları o kişinin yaşadığı çevrenin ya da teritoryanın çıkarlarına bağlayarak genişletilmiş bir cemaatın refahından söz etmektedir. Tam da günümüzde ihtiyacı duyulan bir etik projedir bu.

 



[1] Georges Bataille, “Muamma”, çev. Elçin Gen, 26/8/2013: (“Animality”, The Theory of Religion içinde, çev. Robert Hurley, New York: Zone Books, 1989, s. 17-18.) http://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-muamma/1315

[2] Türkçe çevirilerde genellikle “Leviathan” şeklinde yazılan bu isim, Kitabı Mukaddes çevirisindeki yazımına uygun olarak değiştirildi.

[3] Giorgio Agamben, Açıklık: Hayvan ve İnsan, çev. Meryem Çilingiroğlu (İstanbul: YKY, 2015) s. 9, 10.

[4] Mario Meunier, Bakkhalar (Euripides) içinde, çev. Sabahattin Eyüboğlu (İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2010) s. xi; Euripides, Bakkhalar, s.10.

[5] Ucunda çam kozalağı asılı, sarmaşık ya da asma dallarıyla sarılı bu değnek tanrı Dionysos’un simgesidir.

[6] Euripides, Bakkhalar, s. 10; André Bonnard, Antik Yunan Uygarlığı: Euripides’ten İskenderiye’ye, cilt 3, çev. Kerem Kurtgözü (İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2004) s. 45.

[7] Mario Meunier, a.g.e., s. xx.

[8] Georges Bataille, a.g.e.

[9] İ.Ö. 447-438 yılları arasında ünlü heykeltıraş Phidias’ın denetimi altında Atinalı yurttaşlar tarafından Parthenon Tapınağı’nın bir parçası olarak Atina Akropolü’nde inşa edilmiş, 19. yüzyılda İskoçyalı Elgin Lordu tarafından İngiltere’ye getirilmiştir mermerler.

[10] Anne Carlson, Sesin Cinsiyeti, çev. Zeynep Talay (İstanbul: Nod, 2015) s. 10.

[11] Michel Foucault, Büyük Kapatılma, çev. Işık Ergüden, Ferda Keskin (İstanbul: Ayrıntı, 2011) s. 181-198.

[12] Oidipous isminin kökenine dair farklı rivayetler vardır; kimileri “biliyorum” anlamına gelen oida fiilinden, kimileri de dağda çobanlar tarafından bulunduğunda şiş (oidēma) ayaklı (pous) oluşundan bu ismi aldığını söylüyor.

[13] Sophokles Antigone tragedyasında polis, anthropos ve logosun eşzamanlı ortaya çıkışının hikâyesini koro şiiriyle anlatır: Yeryüzünün en eşsiz varlığı insan saban kullanır, toprağı işler; hayvanları avlayıp boyunduruk altına alır; ince zekasıyla doğaya hakim olur; dili, kıvrak düşünceyi, yasaları, töreleri yaratır; korunaklı kentlerde uygarlıklar kurar; ölümden gayrı her derdin çaresini bulur: (Sofokles, Antigone, Eski Yunan Tragedyaları I, çev., Güngör Dilmen [İstanbul: Mitos Boyut, 2005] s. 82, 83.) Ancak bu trajik bir başlangıçtır, çünkü insan hybrisi yüzünden aşırılıklara kapılmakta, ölçüyü kaçırarak uyumu bozmaktadır; kendine yurt kurmak için uğraştıkça yerinden yurdundan olmakta (hysipolis apolis), bütün yollara sahip bir varlık olarak çıkmazlara düşmektedir (pantaporos aporos).

[14] John Berger, Modernliğin Abideleri: Müzeler, Hayvanat Bahçeleri, çev. Elçin Gen (06/06/2013): http://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-modernligin-abideleri-muzeler-hayvanat-bahceleri/1316

[15] Gilles Deleuze ve Felix Guattari, A Thousand Plateaus: Capitalism and Schizophrenia, İngilizce’ye çeviren Brian Massumi (Londra ve Minneapolis: University of Minnesota Press, 11. baskı, 2005) s. 275.

[16] Felix Guattarri, “Devrim Nedir”, çev. Kürşat Kızıltuğ, 27/4/2014: (Felix Guattari & Suely Rolnik, Molecular Revolution in Brazil, Semiotext(e), 2008, s. 258-261.) http://www.dunyaninyerlileri.com/devrim-felix-guattari/

[17] Burada söz konusu olan bilme türü Spinoza’nın “upuygun bilgi”sine benziyor: iki bedenin karakteristik oranlarının uygunluk ya da uygunsuzluğu hakkındaki bilgidir bu ve nesneler arasındaki etkileşimlerin her iki nesneye ortak olan nedenlerini belirler (söz gelişi, arseniğin karekteristik oranı ile insanın karakteristik oranının hangi bakımdan uyum içinde olmadıklarının bilgisidir). Spinoza upuygun fikirleri Hıristiyanlığın temel dogmalarına ters düşecek şekilde Adem örneğiyle anlatır: Adem upuygun fikirler konusunda cahil olduğu için “meyveyi yemeyeceksin” sözcüklerini bir yasaklama olarak algılamıştır. Oysa bu sözcükler Adem’in bedeninin karakteristik ilişkileri ile elmanın karakteristik ilişkilerinin uyuşmadığının bilgisidir. Hıristiyanlık Adem’in Tanrı yasağına karşı geldiği için cezalandırıldığını düşünürken, Adem’i çözüp dağıtan onun bedenindeki karakteristik ilişkilere uymayan elmadır: Gilles Deleuze, Spinoza Üstüne Onbir Ders, çev. Ulus Baker (Ankara: Öteki Matbaası, 2000) s. 33-44.

[18] Rosi Braidotti, “Olumlayıcı Olanı Olumlama: Göçebe Duygulanım Üzerine”, çev. Özge Karlık, Kaos Queer, sayı 3, Sonbahar, 2015, s. 20-32.

başka hayvanlar, canavar, deleuze ve guattari