İsyan, Olay, Hakikat

 

 

 

Baskının ve sömürünün damgasını vurduğu bir dünyada kitlelerin, kelimenin gerçek anlamında, hiçbir varlığı yoktur. Onlar sayılmazlar. Bizimki gibi refah toplumlarında bile halkın çoğunluğunun, sıradan işçi kitlesinin esasen hiçbir karar gücü yoktur, kaderlerini belirleyen kararlarda olsa olsa işlevsel bir sese sahiptirler. Sadece, hem çok uzak hem her yerde olan bir oligarşi, insanların hayatlarındaki sayısız fasılayı tek bir parametre aracılığıyla birbirine bağlayabilir: Oligarşinin beslendiği kârdır bu.

Dünyada mevcut olan, ama onu anlamlandırma ve geleceğini belirleme noktasında var olmayan bu insanlara dünyanın var olmayanları diyelim. Dünyada değişim, ancak dünyanın var olmayanları bu dünyada olanca yoğunluklarıyla var oldukları zaman gerçekleşir. Bu öznel olgu olağanüstü bir güçle doludur. Var olmayanlar ayağa kalkmıştır. Bunun için ayaklanma deriz zaten: İnsanlar yerdedirler, boyun eğmişlerdir; şimdiyse dikilmekte, doğrulmakta, ayağa kalkmaktadırlar. Bu başkaldırı bizzat varoluşun başkaldırısıdır: Yoksullar zengin olmamıştır; silahsız insanlar silahlanmamıştır vs. Aslında temelde hiçbir şey değişmemiştir. Meydana gelen şey, var olmayanların varlığının iadesidir ki bu, olay dediğim bir koşula bağlıdır.

Var olmayanların varlığının iadesini mümkün kılan olay tanımı, soyut fakat tartışmasız bir tanımdır; sebebi basit: Çünkü var olmayanların varlığı ilan edilmiştir, insanlar şimdi ve burada bunu söylemektedirler. Şunu da eklemek lazım: Gerçek bir değişim sırasında yeni bir sahanın üretilmesine şahit oluruz – bu saha yenidir ama bir dünya oluşturan o genel yerselleşmenin [localization] içsel bir parçasıdır. Bu yüzden Mısır’da meydana yürüyen insanlar kendilerinin Mısır olduğuna inanıyorlardı: Mübarek rejimi altında var olmayan Mısır’ın şimdi var olduğunu ve onunla birlikte kendilerinin de var olduklarını ilan eden insanlardı Mısır.

O zaman, Tahrir Meydanı’nda toplanan isyancılar “Mısır halkı” mıydı? Peki ya demokratik dogma, genel seçim denen o dokunulmaz ilke ne olacak? Seçim rakamları açısından bakarsanız, meydanda toplanan insanların sayısı tam bir fiyasko olabilir! Ama politik etkiyi (seçimlerde olduğu gibi) atıl sayılarla ölçmekten vazgeçtiğimiz anda, meydanda mevcut olan yüzbinlerin muazzam bir sayı olduğu görülür.

Yoğunlukla taşındığında ve yerselleşmeyle biraraya toplandığında, daima azınlık halinde olan hareket tüm ülke halkını temsil ettiğinden o kadar emin olur ki, hiç kimse çıkıp alenen aslında halkı temsil etmediğini söyleyemez. Kararlı oldukları kadar sinsi de olan düşmanları bile… Bu da, böyle bir durumun –yeni imkânların önünü açan tarihî isyanların– kural koyucu bir evrensellik unsuru içerdiğini gösterir.

O zaman, demokrasiden ziyade halk diktatörlüğünden bahsetmek daha uygundur. “Diktatörlük” kelimesi ‘demokratik’ ortamımızda sürekli lanetlenir. İsyancılar da yozlaşmış despotları haklı gerekçelerle “diktatör” diye adlandırırlar. Ama eşitlikçi ve doğrudan olan hareketin demokrasisi nasıl ki Sermaye’nin yöneticilerinin eşitliksiz ve temsilî ‘demokrasi’sinden kesin olarak farklıysa, halk hareketinin diktatörlüğü de baskıcı devlet biçimini alan diktatörlüklerden temelden farklıdır. “Halk diktatörlüğü” derken, hakikatini kendi kendini meşrulaştırmasından devşirdiği için meşru olan bir otorite’yi kastediyoruz. “Kitle demokrasisi”, kendi dışında kalan her şeye, genel bir iradenin kararlarıymışçasına, kendi kararlarının diktatörlüğünü dayatır.

Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’ndeki tek hatası, seçim süreçlerine öncelik vermesidir; halbuki parlamenter sistemin, temsilî demokrasinin dümenden ibaret olduğunu gayet güzel göstermiştir. Neden “genel irade” sayısal bir çoğunlukta kendini göstersin? Rousseau bu noktayı açıklayamaz, sebebi de basittir: çünkü genel iradenin dışavurumundan bahsetmek, ancak ve ancak, azınlık olmasına rağmen yerselleştirilmiş, birleşmiş ve yoğun olan tarihî ayaklanmalar sırasında anlamlı olabilir.

Rousseau’nun “genel iradenin dışavurumu” dediği şeye, ben daha başka, daha felsefi bir ad vereceğim: bir hakikatin belirmesi – bizim örneğimizde, politik bir hakikatin belirmesidir bu. Bu hakikat, bizzat insanların varlığıyla ilgilidir, insanların eylemler ve fikirler bakımından neye muktedir olduklarıyla ilgilidir. Bu hakikat, tarihî bir isyanın kıyısında belirir ve yeni, daha önce bilinmeyen bir imkân biçiminde, onu mevcut dünyanın kanunlarından kurtarır.

 

                                                        Fotoğraf: Nihan Özyıldırım

 

Alain Badiou’nun “Riot, Event, Truth” başlıklı yazısından alınmıştır. The Rebirth of History: Times of Riots and Uprisings içinde, İngilizce’ye çeviren Gregory Elliott (Londra: Verso, 2012), s. 54-62.

Alain Badiou