Kentsel Dönüşümde Sanatçıların Rolü Üzerine: New York Örneği

Bugünlerde New York'un sanat semti Chelsea'yi gezdiğinizde en çok dikkatinizi çeken şey, iddialı mega galerilerden birinde açılan bir sergi değil, koyunlar olabilir. Yirmi Dördüncü Cadde ile Onuncu Cadde'nin kesiştiği yerde bulunan ve artık kullanılmayan Getty benzin istasyonunun pompaları, etrafı çitle çevrilmiş bir mera içine gömülmüş gibi. Bu ne idiği belirsiz yeşil alan üzerine de şirin mi şirin koyun heykelleri serpiştirilmiş. Bir parça sürrealist, Instagram meraklıları için mükemmel ve kolaylıkla, acayip bir kamusal sanat enstalasyonu olarak algılanabilecek bir şey.

Ama öyle değil, yani tam değil. Evet bu koyun heykelleri yakın zamanda kaybettiğimiz Fransız heykeltıraş François-Xavier Lalanne'e ait ve "Sheep Station" (Koyun İstasyonu) olarak adlandırılan bu enstalasyon da Lalanne'i temsil eden (ve hemen bir sokak ötede bulunan) Paul Kasmin galerisinin yardımıyla kuruldu. Fakat bu gösteriyi asıl sahneye koyan, bir dönem New York dergisi tarafından New York’un "en başarılı" ve "en nefret edilen" emlak simsarı olarak adlandırılan Michael Shvo. Bu pofuduk heykellerin çoğu, benzin istasyonunun bulunduğu arazide inşa etmeyi planladığı lüks rezidansları pazarlamak üzere Shvo’nun özel koleksiyonundan çıkıp gelmiş.

Şayet emlak spekülasyonu ile sanat arasında hâlâ bir bağ kurmadıysanız, “Koyun İstasyonu” herhalde sizi bu konuda ikna edecek en iyi örnektir. Şimdilerde, birbiriyle çelişen üç olgu biraraya geliyor ve gerek sanat meraklıları gerek kent politikalarıyla uğraşanlar açısından bu meseleyi hararetli bir tartışma konusuna dönüştürüyor. Birincisi, Shvo gibi müteahhitlerin, lüks evleri sanatla ilişki üzerinden pazarlamalarını sağlayan sanat zevkleri. İkincisi, sanatın ekonomik canlanmayı tetikleme rolünün, zor zamanlarda kültüre kaynak ayırmayı meşrulaştırmaya çalışan hükümet kurumları ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlar için elverişli bir argüman haline gelmiş olması. Üçüncüsü, sanatçıların, ezilen ve yoksul kesimin yerinden edilme sürecinde payları olmasından duydukları sıkıntı – tabii, yükselen fiyatlar yüzünden sonunda kendileri de buraları terk etmek zorunda kalıyorlar, o da ayrı. (Örneğin New York’un en pahalı ve gözde mahallesi Bushwick’te, ya da Londra’nın Peckham bölgesinde böyle olduğu iddia edilmektedir, hatta yakın dönemde Guardian’da çıkan bir yazı açık açık “Soylulaştırmanın Suçlusu Sanat mı?” manşetiyle yayınlandı.)

Bugün basında, beyin takımlarında, atölyelerde ve galerilerde hep aynı hikâye konuşuluyor: Sanatın, mükemmel bir kentsel dönüşüm aracı olduğu hikâyesi. Ama bu hikâye yanlış, ya da en azından yanlış anlatılıyor.

Sanatçıların soylulaştırmaya öncülük ettiği tezi için verilen en klasik örnek SoHo'dur. 1960'larda, Britanyalı sosyolog Ruth Glass soylulaştırma terimini ilk kez kullanmasından kısa bir süre sonra, deneysel sanat gurusu George Maciunus'un öncülüğünde SoHo’nun eski sanayi yapıları bir bir dönüştürülmeye başladı. Semt, ağırlıklı olarak Porto Rikolu ve Afro-Amerikalı işçilerin çalıştığı bir imalat merkeziydi ve sanayinin terk ettiği yapılar şimdi sanatçı kooperatiflerine, sanatçı atölyelerine dönüşüyordu. Birbiri ardına sıralanan ışıltılı butikleri ve şık restoranlarıyla SoHo’nun bugünkü halini almasındaki ilk adımdı bu. Kent yöneticileri ortaya çıkan sonuçtan öylesine etkilenmişti ki, aynı şeyi tekrar yapmaya karar verdiler. İşte o zamandan beri, sanatın kentleri baştan yaratmadaki sihirli gücü dillerden düşmüyor.

SoHo örneği gayet açık gibi. Peki gerçekten öyle mi? Geçtiğimiz yıl NEA (National Education Association) ve Brookings Enstitüsü ortaklığıyla Creative Communities: Art Works in Economic Development başlıklı bir kitap yayınlandı, kitapta bu konuyla ilgili hayli düşündürücü bir makaleye de yer verilmiş. Makalenin yazarı, kentsel politika analisti Jenny Schuetz’e göre, SoHo'daki soylulaşmayla ilgili en ayrıntılı dökümler bile, sanat camiasının katkısı olmasaydı da böyle bir yeniden yapılanmanın her halükârda hayata geçirileceği ihtimalini dışarda bırakmıyor. Schuetz, dönüşümün gerçekten de galeri akınlarıyla başlayıp başlamadığı sorusunu cevaplamak için, Manhattan'daki her bloğu ayrı ayrı incelemiş ve bir sanat galerisi açıldıktan sonra gelişme hızının arttığını gösteren verilerin olup olmadığına bakmış. Sonuçta, galerinin açılmasından önceki gelişim düzeyi ile sonraki arasında çok az fark olduğunu görmüş. Bu elbette hiçbir gelişim olmadığı anlamına gelmiyor. Yalnızca galeriler sanıldığı gibi ana "etmen" değil ve görünen o ki genelde zaten dönüşümün planlandığı bölgelerde açılıyorlar. Schuetz en nihayetinde şuna varıyor: "Bu sonuçlar da gösteriyor ki ekonomik gelişim bakımından galeriler en etkin veya etkili hedefler olmayabilir."

 

                                              SoHo

 

Schuetz, müze veya tiyatro/konser salonu gibi başka sanat mekânlarının, gelişimi hızlandırmak açısından daha uygun adaylar olabileceği ihtimalinin ucunu açık bırakıyor. Aslında "terk edilmiş" semtlere (ki genelde yoksul ve azınlık kesimin yaşayıp çalıştığı semtler anlamına geliyor) ilk gidenler, hep dendiği gibi galeriler değil, genç (çoğu beyaz) "yaratıcılar" oluyor; vegan restoranları ve ilginç kılık kıyafetleriyle de daha varlıklı kesimleri buralara çekiyorlar. Sanatçılar –büyülü bir cazibeye sahip ama yoksul, sıradışı yaşam koşullarına açık ama aynı zamanda atölye olarak geniş alanlara ihtiyacı olan kişiler– genelde yoksunluğa mahkûm edilmiş kesimler ile daha varlıklılar arasındaki orta kategori olarak görülüyor. Şehirci Richard Florida, on yıldır bu teraneyi okuyor: Kentler “yaratıcı sınıf”ı cezbedebilirlerse, refah ve bolluk da arkadan gelecektir.

Yine tam burada hararetli bir nedensellik tartışması çıkıyor karşımıza – gelişimin ateşleyicisi havalı bohemler mi, yoksa ekonomik açıdan canlı kentlerde bu tarz insanların olması zaten doğal mı? Burada da, sanatın bohem ortamlar yaratmada özel bir rolü olduğu görüşü yanıltıcıdır: Richard Florida’nın yaratıcı sınıf tanımı öylesine geniştir ki, finansçılar ve hukukçular dahil çalışan kesimin % 30’luk bir bölümünü kapsar. “Kent coğrafyasını yeniden şekillendirmede; ikametin kent merkezinin dışına kaydığı süreci ters çevirip yeniden merkeze ve yürüme mesafesindeki banliyölere akın edilmesinde” başı çektiklerini söylediği “süper-yaratıcı çekirdek”, çalışanların sadece %12’sinden oluşuyor, ama biliminsanları ve teknisyenler de yine buna dahil – ki onların da toplum dışına itilmiş gruplar oldukları söylenemez.

New York, East Village veya Williamsburg gibi, sanatçıların önayak olduğu, bildik soylulaştırma örnekleri o kadar sık dillendiriliyor ki, Gotham çevresindeki pek çok mahallenin sanatçıların herhangi bir rolü olmaksızın soylulaştırıldığı unutuluyor. Tam şu günlerde Crown Heights’da büyük bir dönüşüm yaşanıyor, hem de ortalıkta bohemlerden eser bile yokken; yalnızca sıradan (ve ağırlıklı olarak beyaz) meslek sahipleri var burada. Harlem’de Ditto, inanılmaz bir hızla soylulaştırılıyor ve sanatçılar oraya da pek uğramamış görünüyorlar. İşe bakın, Queens’in Flushing mahallesi bile soylulaştırmadan nasibini alıyor. Jefferson Mao “On Gentrification in an Unhip Place” (Popüler Olmayan Bir Bölgenin Soylulaştırılması Üzerine) gibi harika bir başlık verdiği makalesinde, Queens’teki dönüşümün nedeninin Asyalı zengin göçmenler olduğunu ileri sürüyor.

 

                                             SoHo, 1860

 

“Yeniden canlandırma”ya maruz kalan mahallelerin acıklı öykülerinde asıl pay sahibi olan, sanatın büyülü gücü değil, bu bölgelerdeki ortalama gelir, toplumsal tabakalaşma, emlak spekülasyonu ve kira politikalarıdır. (Hatta sanatçılar öncülüğünde soylulaştırmanın en erken biçiminin yaşandığı SoHo vakasının bile arkasında, daha geniş çaplı kentsel dönüşüm planları vardı –o dönemde Rockefeller’ların, Aşağı Manhattan’ın yenilenmesi için baskı yapmaları da cabası.) […]

Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda, New York gibi son derece canlı bir emlak piyasasının olduğu yerlerde, sanatçıların pek bir şeyi kontrol etmelerinin mümkün olmadığı çok açık. Hatta benim de yaşadığım, Brooklyn’in giderek havasını kaybeden ve sosyetikleşen mahallesi Williamsburg’de bile son on yılda yaşanan inanılmaz dönüşümün sebebi, sanat camiasının akınıyla bölgenin prestijinin kendiliğinden yükselmesi değildi. Bu, gayet bilinçli ve son derece tartışmalı imar kararlarının sonucuydu; belediyenin ve özel sektörün, zaten yetersiz ve sembolik düzeyde kalan ucuz konut vaatlerini bile yerine getirme noktasındaki utanç verici (ve sadece bu semtle sınırlı olmayan) aczinin sonucuydu. New School’da kent ekolojileri programının yöneticiliğini yürüten ve Bushwick vakası üzerinde çalışmış Miguel Robles-Duran, “Açıkçası bizim en son sorunumuz sanatçılar,” diyor. Müteahhitler elbette sanatçıların varlığını bir pazarlama aracı olarak görüyorlar, ancak yapmak istediklerini, yani kentsel gelişimi her halükârda gerçekleştirecekler. Robles-Duran “Mevcut sistem bunun gerçekleşmesi için tasarlanmış durumda,” diyor.

Ve son olarak, sanatçıların bir mahalleye yerleştikten sonra orada yaşayan insanları yerinden etmemeleri de pekâlâ mümkün. Araştırmacı Anne Gadwa Nicodemus da son yazısında St. Paul, Minn’deki sanatçı topluluğu üzerinde yaptığı araştırmaya işaret ederek, “Sanatçıların soylulaştırma projelerinin hücum kıtası olduğu görüşüne kesinlikle katılmıyorum,” demişti. Nicodemus’a göre, “bu mahalleye sanatçıların gelişinin ardından ırksal ve etnik çeşitlilik azalmak bir yana artmış durumda; üstelik yoksulluk seviyesi de hâlâ bir hayli yüksek”. […]

Sanatçılar son derece içe kapanık, bazen kendileriyle fazla meşgul, ve her zaman da teşhirci bir topluluk olmuştur –varlık sebepleri dikkati kendilerine çekebilmektir– dolayısıyla soylulaştırma tartışmasında da orantısız bir dikkatin odağında olmaları doğal. Onların rolü üzerine yapılan kimi vurgular, haklı politik gerekçeler sunan sağlıklı bir farkındalıktan kaynaklanıyor olsa da, soruna yapıcı bir biçimde yaklaşabilmemiz için, yalnızca sanatın rolü çevresinde dönen tartışmalardan da sıyrılmamız gerekiyor. Soylulaştırmanın salt insanların –sanatçıların ya da sosyetiklerin– yaşam tarzıyla alakalı olmadığı, çarpık kent politikalarının bir belirtisi olduğu anlaşılana dek, hepimiz, iki-üç yılda bir artan kiralarla oradan oraya sürüleceğiz. Tıpkı koyunlar gibi...

 

Özgün Metin: Are Artists to Blame for Gentrification?

kentsel dönüşüm