Londra’nın Boş Spekülasyon Kuleleri

 

Vauxhall ya da Prescott Kulesi adıyla anılan St George Wharf Kulesi

 

Artık biliyoruz: Vauxhall ve Pimlico’nun üzerinde kâbus gibi yükselen 50 katlı göz alıcı kule, bir yığın banka mevduatından başka bir şey değil. Tüm uyarılara rağmen inşaata onay veren bakanın adına atıfla Prescott Kulesi olarak anılan bu dev bina bomboş.

Gazinoya yaraşır türden adî gece ışıklandırması, ortalıkta gözükmeyen Ruslar, Nijeryalılar ve Çinlilere ait bu binanın içinin kapkaranlık olduğu gerçeğini gizleyemiyor. Şehrin ufkunda kara leke misali dikilen bu yolsuzluk abidesinin, Londra’ya katkısı bir banka kasasında durup duran bir külçe altınınkinden fazla değil. Tek farkı, fazlasıyla göze batması.

Londra’nın ilk seçilmiş belediye başkanı Ken Livingstone, 2003 yılında Cannes yakınlarında bulunan Villa Katoushka’da göz kamaştırıcı bir yemek davetine katıldı. Ev sahipleri Londra gayri menkul dünyasının devleriydi ve denilene göre, Livingstone’u etkileri altına almaları pek uzun sürmedi.

Belediye Başkanı ev sahiplerine baştan yaratacağı Londra’da, “çok kârlı iş imkânları” sunacağına dair söz verdi. Londra semalarında yüksek binalar görmek istiyordu; ne kadar yüksek olurlarsa o kadar iyiydi. Müteahhit Gerald Ronson, “vizyon”undan dolayı Livingstone’a methiyeler düzdü; Berkeley Homes’un başındaki Tony Pidgley, Livingstone’un Londra’ya “taze kan getirdiğini” söyledi.

Başkan sözünde durdu da. İş dünyasının kodamanlarından Ronson’un Heron Tower adlı canavarına belediye meclisinde arka çıktı. Prescott’un Vauxhall’daki kulesine arka çıktı. Shard’a arka çıktı. Yetmedi, vergi mükelleflerinin parasıyla kamu soruşturmalarında müteahhitleri savunacak avukatlar tuttu. Tüm bunlar olurken, Wandsworth’un muhafazakâr belediye başkanı Eddie Lister, Livingstone’un kule saplantısını topa tutarak Başkan’ı “tek adamlığa” soyunmakla suçladı. Livingstone’u Mussolini’ye benzeten John Gummer, kulelerin “büyüklüğün görgüsüzlüğünü” ortaya koyduğunu söyledi.

Fakat, Cameron iktidara gelince bu lafların hepsi unutuldu. Londra’daki en etkili lobi, gayri menkul lobisidir. Muhafazakâr Partili belediye başkanı Boris Johnson, kule inşaatlarına verdiği onaylarla Livingstone’u geride bırakırken, Eddie Lister da yüksek bina şakşakçısı olarak Johnson’ın kurmayları arasındaki yerini aldı. 

Londra’nın siluetine neşter vuran bu ciddi ameliyat tamamıyla plansız programsız bir şekilde yapıldı. Kulelerin yeri ya da yüksekliği konusunda hiçbir kısıtlama getirilmedi. Görüntülerini, cüsselerini, Londralılar için ne anlam ifade ettiklerini ya da başkentin yaşamında nasıl bir rol oynadıklarını kafaya takan olmadı. İnşaat onaylarının aşağı yukarı %80’i lüks dairelere verildi; bunların çoğu da Doğu Asya’daki spekülatörlere pazarlandı. Kısacası, ket vurulmamış büyüme tam gaz ilerliyor. Bu koşullar altında, gelecekte distopik bir Londra tasavvur eden son Uzay Yolu filmi insana oldukça inandırıcı geliyor.

 

 

 

Boris Johnson Londra’ya şimdilik 1 milyon sterlinin üzerinde paha biçilen 54.000 lüks daire miras bırakmış durumda. Bunlar, pek yakında, halihazırdaki gerilemeden önce bile yılda 4000 lüks daireden fazlasına ihtiyaç duymayan bir piyasaya düşecekler. Bu balon eninde sonunda patlayacak. Boşa harcanan bunca kaynak, enerji ve mekânı; piyasayı yıkıma sürükleyen bu kötü planlamayı insanın aklı almıyor.

Kuleler, şehirlerin tarihinde her açıdan saygın bir yere sahipler. Doğaları itibariyle mütehakkimdirler. Zaferleri kutlamak ve kraliyet saraylarına dikkat çekmek, kamu binalarının yoğunlaştığı alanları ve sıkışık şehir merkezlerini imlemek için  kuleler dikilir. Dünyanın en yüksek kuleleri –bunlara, Birleşik Arap Emirlikleri, Malezya, Singapur ve Çin gibi ülkelerde rastlarsınız– diktatörlerin fallik saplantılarını ve muz cumhuriyetlerinin şöhret düşkünlüğünü yansıtır.  

Paris, Roma, Amsterdam (ve hatta New York, Boston ve San Francisco) gibi medenileşmiş şehirler, tarihî bölgelerde yeni gökdelen inşaatına izin vermiyorlar ya da kuleleri belirli bölgelere yığıyorlar. Hepsinden önemlisi, iyi kötü bir estetik kaygı güdüyorlar.

Vauxhall kulesinin inşaatında ise bu tür kaygılardan eser yoktu. Kimileri kuleleri sevse de, kafasını her çevirdiğinde onları görmek isteyen pek yoktur. Bankacılar nasıl parayı seviyorsa, mimarlar da “ikon” değeri taşıyan kulelere bayılırlar.

Hong Kong ve Şanghay gibi alan darlığı çeken şehirler, fakirleri içine tıkıştırabilecekleri yüksek binalar inşa ediyorlar. Bu binalarda insanlar çoğunlukla berbat koşullarda yaşıyor. Londra’daki kuleler ise konut ihtiyacını (hele ki, ucuz konut ihtiyacını) karşılamak amacıyla inşa edilmiş falan değil. Kapılarında apartman görevlisi değil, bankalarda olduğu gibi güvenlik görevlisi bekliyor. Bunlar, soru sormayan ve hızlı kazanç peşinde koşan düzensiz bir emlak piyasası arayışındaki spekülatif (ve kaynağı şüpheli) para akışlarının bir ürünü. Hepsi bu. 

İronik bir şekilde Hong Kong ve Singapur da dahil olmak üzere dünyadaki çoğu belediye yabancıların ya da ikamet izni olmayanların gayri menkul alımına çeşitli kısıtlamalar getiriyor. New York’taki rezidansların çoğunda da aynı uygulama geçerli. Londra’da ise, enayi politikacılar ve rüşvet yiyen mimarlar elbirliğiyle güzelim şehri kanunsuzluğa sürüklüyorlar – sırf yüksek binaların hafiften maço bir havası olduğunu sandıkları ve para tatlı geldiği için.

Kulelerin nüfus yoğunluğuna çare olduğu da palavra. Modern şehirlerin ancak “yükselerek” nüfus yoğunluğuyla baş edebilecekleri yolundaki görüşün iler tutar bir yanı yok. Çevre düzenleme ve iç bakım giderleri bu binaları masraflı hale getiriyor.

Londra’da yaşananlar, yaşanacakların yanında hiç kalır. Pek yakında, National Theather’ın arkasındaki Shell Center’ın etrafında bir dizi devasa apartman yükselecek. Thames kıyısındaki 50 katlı, hıyar biçimindeki One Blackfriars kulesinin inşaatı tamamlanmak üzere. Bu bina, şehrin manzarasını Shard’dan bile daha destursuz bir şekilde bölecek.

Thames Nehri boyunca sıra sıra kırık diş misali kuleler belirecek. Prescott’un Vauxhall’daki kulesinin yanına, biri Prescott’unkinen bile daha yüksek olmak üzere, dağ gibi iki apartman daha eklenecek.   

 

 

Yenileme projesi tamamlandıktan sonra Battersea elektrik santrali ve çevresinin alması beklenen hal.

 

Battersea elektrik santralinin yanı başında Malezya Meydanı adı verilen bir kamusal alanın inşa edilmesi planlanıyor. Hong Kong’daki muadilleriyle aşık atabilecek ölçekteki bu imar projesinin hedef kitlesi süper zengin Asyalılar. Öyle ki, Boris Johnson, satışı kolaylaştırmak adına projenin açılışını Londra’dansa Kuala Lumpur’da yapmayı tercih etti. Proje muhtemelen iflas edecek ve Malezya meydanı denen yer de çöküntü alanına dönecek. En azından, o zaman, yoksullar burada yaşayabilirler.

Livingstone ve Johnson, sıradan Londralıların nerede yaşayacağını umursadıklarından ya da Londra gibi tarihî bir şehrin 21. yüzyılda neye benzemesi gerektiğine dair tutarlı bir vizyonları olduğundan bu kulelere arka çıkmadılar. Ölü spekülasyonlar planladıklarını gayet iyi biliyorlardı çünkü bunu onlara söyleyen çok olmuştu. Yine de, paralı dalkavukların ricasını kıramadıklarından, bildiklerini okudular. İngilizlere yaraşır türden bir yolsuzluk hikâyesi...

Bu binaların Londra’nın ufkunda belirmesi, şehrin yakın tarihindeki en hüzünlü olay olabilir. Sonsuza kadar onlarla yaşamamız gerekse de bu kulelerin başımıza dikilmesine vesile olanları asla unutmayacağız.

 

Simon Jenkins’in 25 Mayıs 2016’da The Guardian’da yayınlanan “London’s empty towers mark a very British form of corruption” başlıklı makalesinden kısaltılarak çevrilmiştir.

mimarlık ve suç