Ömer Uluç’la Söyleşi IV: Güncellik ve Risk

Ömer Uluç’un dördüncü ölüm yıldönümü dolayısıyla, sanatçının Adnan Benk, Sezer Tansuğ, Cevat Çapan ve Önay Sözer’le yaptığı söyleşiyi dört bölüm halinde yayınlıyoruz. Söyleşi ilk olarak, editörlüğünü Adnan Benk’in yaptığı Çağdaş Eleştiri dergisinin 1983 yılı Mart ayı sayısında Her Resim Bir Sorunsal’ı Çözer… ve Getirir başlığıyla yayınlanmıştır. Önceki bölüm: Ömer Uluç'la Söyleşi III: Ayrılık, Hız ve Denge

 

Sezer Tansuğ: Yıllardan beri bende duran Ömer’in bir resmine ilişkin bir deneyim var. Bıkılmayan bir resim, öyle duruyor ve seviliyor. Canlılığını sürekli koruyan bir resim demektir bu. Önceki resimlerinle şimdiki resimlerini karşılaştırdığımızda şöyle bir gelişme görülüyor: o resimlerde şemanın kendisi de, yani yararlandığın bir figür de bazen gözüküyor. Bir insana benzeyen biçim çıkıyor ortaya. Fakat özellikle bu son sergide bunların bazı resimlerde iyice belirlendiği görülüyor. Örneğin Akademik Ahu, İran Irak Savaşı, Boğazda Tanker, Assolist, Boğazı Geçerken gibi tablolarda bu var. Üstelik bunları bilen “Ben bunun fotoğrafını görmüştüm” diyebilir. Burada fotoğraftan kalkan bir şemanın resmin içine girmesi gibi ilginç bir şey var. Bunu senin resminin estetiği içinde nasıl açıklıyorsun? Çünkü burada resimle fotoğrafın çatışması var. Sen bize fotoğrafın içeriğini de getiriyorsun. Hem de bütün çağrışımları ile. Bu içeriği niçin seçiyorsun?

Ömer Uluç: İnsanın yaşadığı yerle çeşitli ve karmaşık ilişkileri var. Ben resmin gelişmesine bağlı olarak bu ilişkinin yön değiştirdiği kanısındayım. Örneğin magazin fotoğrafları, bunlar, baskının kötülüğü, bizim fotomodellerin çok değişik pozlar vermesi nedeniyle bana ilginç geldi. Burada bir çarpıklık sorunu var belki. Bu bana çok yerel, yakın bir şey gibi geldi.

Cevat Çapan: Yaşanan gerçekliğin imgeleri.

 

                                                                                       Ahu Tuğba, 1987

 

Ö.U.: Evet. Bizim gazetelerin, magazinlerin, fotoğrafları ve bunları verme biçimleri de aynı.

Adnan Benk: Kimi ressam aldığı bir görüntüyü kendi resmine katar, kendi resminin bir bileşkeni yapar. Bu resim her şey olabilir. Ama artık Ahu Tuğba değildir, Irak-İran Savaşı değildir. Gerçekten onlara yönelseydin, daha anımsatıcı bir biçimde yapabilirdin bunu. Senin çalışman “ben bunu istemiyorum”, hiç değilse “benim resmim bu değildir” gibi bir yoruma götürüyor.

Ö.U.: İçinde yaşadığımız güncel ortamda binlerce renkli fotoğrafla belki dünyanın en renkli basını ile karşı karşıyayız. Biz sürekli bunlarla bombardıman ediliyoruz. Ben aslında olumsuzluk yapan bir ressam değilim. Mizahçı, alaycı, eleştirici, karşı çıkan bir ressam da değilim.

Önay Sözer: O halde niçin Ahu Tuğba’yı yapıyorsun?

S.T.: İçerik bakımından güncel olanı kendi resmine koymak gibi bir şey yapıyorsun. Onun üzerin de mizah yapmıyorsun ama, ele aldığın konularla bir belgeleme yapıyorsun. Fotoğrafik bir belgecilik var. Plastik açıdan bizdeki güncel ve belge koyma eğilimini aşan bir olaydır.

Ö.U.: Bir kere şunu söyleyeyim ki sorun yalnız plastik değil.

S.T.: Ama Irak-İran Savaşı’nı simgeleyen o tank, fotoğrafik anlamda belgeyi aşan bir şey. Ama güncel olan bir şeye senin eğilimin çok fazla. Senin eski armalarının her birinde güncel birtakım şeyler vardı. O dönemdeki yaşantınla ilgili birtakım simgelerdi onlar. Grotesk simgelerdi. Bu defa daha çok dünyaya açılıp, çok daha kendi dışına çıkıyorsun. Groteski aşan, ama mizah içinde mizah olan bir yola girdin.

C.Ç.: Bence tabloların adları da bir mizah öğesi getiriyor.

Ö.S.: 1960’larda Batı’da başlayan, günlük nesneyi içine alma, onunla oynama da var Uluç’ta. Üstelik de o güncel görünen şeyler resmi kendi içine daha çok kapatıyor, kesinlikte dışa açmıyor.

S.T.: Ama resmin zaten yaptığı şeyle özdeşleşmek gibi bir amacı yoktur ki!

C. Ç.: Onlarda kendi değerlerine olan aykırılığı ortaya koyuyor.

Ö.U.: Yalnız şunu söyleyeceğim: ressam vardır, mizah yapar, eleştirir. Örneğin Neşet’in resminde köy hayatı eleştirilir. Ya da eleştirme amacı oldukça belirgindir, diyelim. Yüksel’in resminde de büyük bir eleştiri var. Eleştirel ve mizahı ileri götüren bir resim. Ben resimlerimde mizahı bu kadar ileri götürdüğümü ve eleştirel bir resim yaptığımı sanmıyorum.

C.Ç.: Peki senin resmini yaptığın nesnelerin, kişilerin kendi değerlerine aykırılığını vurguladığını ileri süren görüşe katılıyor musun?

Ö.U.: Şimdi gemilerin Boğaz’dan geçişi olayını alalım: ben yıllardır bunu görüyorum. Çok değişik renkte geçiyorlar. Çok etkileyici bir olay. Bu mizansenden etkilenmemeye olanak yok. Ama benim resmim yalnızca o mizansen üstüne kurulmuyor.

S.T.: Büyük, toptan bir tablo oluşturuyor resimleri.

A.B.: Yalnız sanıyorum konu bu değildi. Biz bu sözleri bir gazetenin fotoğraf sergisi için de söyleyebiliriz. Her öğe yaptığı işe göre değerlendirilmeli. Söz konusu Ahu Tuğba ise, nereye indirgenmiş Ahu Tuğba? Neye yol açmış? Resmin içinde Ahu’nun yok olduğu kanısındayım. Bir konuyu bir resim nasıl tüketir diye bir sorun var.

C.Ç.: Ya da tüketilmişliği nasıl resmediyor?

A.B.: Bir resim ne zaman resim oluyor? Konu sunu tükettiği zaman resim oluyor. Yani resimdeki konu, resmin neyin yerini aldığını göstermesi bakımından önemli. Resim neyi yok ediyor? Amacın o kadını göstermek olsaydı, onu başka türlü işleyebilirdin. O gemilerin, tankların gemiyle, tankla hiçbir ilişkisi kalmamış, bitmiş tükenmiş hepsi.

Ö.U.: Başka bir şey oluyorlar ama.

A.B.: Evet, resim oluyorlar.

S.T.: Az önce güncellikten, temadan söz ederken resimsel olan yanını göz ardı ediyor değildik. Bir başka yanından, bir başka boyut getirmeye çalıştık. Yoksa resim başlı başına kendi içinde, kendi değerleriyle yaşıyor.

A.B.: Şimdi ortaya çıkan durum şu: Uluç’un resminde dıştaki hiçbir biçimi anımsatmayan öğeler, bir de dıştaki bir biçimi anımsatan bir öğe var. Bu ikili üzerine kurmuş resmini. Bu ikilinin gerilimi üzerine. Bir de üçüncü bir öğe var, o da resmin fonu, yani biz, resme bakanlar. Son derece kişiliksiz yapmışsın bizi, hiçbir hareket, bir doku yok. Dümdüz. Üçlü bir düzen bu. O düz fonla hiçe indirgediğin seyirci, anımsatmayan öğeler ile anımsatıcı bir öğe arasındaki ilişki üzerine kurulmuş. Senin sorunun bu bence. İki öğe arasındaki gerilimden, yıkımdan doğuyor seyirci. Ondan çok hesaplı diyorum. Bu tür bir ilişki kurulurken, çeşitli davranışlar olabilir. Burada senin tekniğin, özel davranışın çok önemli. Çünkü bu gerçek ile gerçek dışı arasındaki ilişki sana özgü bir şey. Sen varsan, ressam olarak varsan, orada varsın. Hatta hiçbir anımsatıcının, figürün olmadığı resimlerde bile bu ilişki var. Sanki anımsatıcı birtakım hareketlere gönlün kaymış da “ben bundan hareket edeyim, ama belli etmeyeyim” gibisinden bir aşama geçirmişsin, sonra da, kendine güvenin gelmiş, “ben bu figüratifin de üstesinden gelebilirim” demiş ve o anımsatıcı öğeyi resmine koymuşsun.

S.T.: Adnan Bey’in yaptığı yorum bu sergiyi de kapsıyor, galiba gelişmeye de birtakım atıflar yapıyor. Çünkü öyle bir açıklamada bulunuyor ki, bir noktadan hareket ettiğini belli etmeyen bir soyutlamaya girmiştin, ama giderek oradaki o figüratif kıpırdanış açığa çıktı, kendine güvendin ve ben bunu da yaparım dedin, diyor. Uluç’un gelişmesine ait bir açıklama bu. Ve tabii ki bu serginin genel görünüşünden hareket ederek bu gelişmeye de atıfta bulunmak ayrıca bir yorumculuk başarısıdır. Bunu da vurgulamak gerek.

 

Bir Ziyaretçi, 1995

 

Ö.U.: Sanatçının belli bir dönemi bittiği zaman, söyleyeceği söz de bitmiş oluyor. Benim 60-70 yılları arasında yaptığım resimde, o armaların içinde de figürler vardı. Onların içinde güncel işaretler de vardı. Yani onlarla benim yapabileceğim şey yoktu. Figüre daha çok girmemin nedeni o dönemde anlatacağım söz kalmamasındandı.

S.T.: Gereği de yoktu, arma yeteri kadar figür dür zaten. Adnan Benk’in ben buradan hareket edeyim ama onu belli etmeyeyim, demesi ilginç belki ama, tam da yerinde bir başlangıç değil, çünkü sen “bunları deneyeyim ama hiçbir zaman belli etmeyeyim” diye bir şey düşünmedin. Soyutlaşmaya gideyim, deformasyona gideyim diye bir kaygın var mıydı?

Ö.U.: Bunun tam tersini şöyle ispat edeyim: örneğin iki üç sergi önce, daha figüratif resimler yapmaya başladığım zaman ben daha soyut biçimden daha somuta geliyorum, dedim kendi kendime. O bir gereksinmeydi benim için. Kaçınılmazdı. Bunda Afrika’nın etkisi var mıydı bilmiyorum.

S.T.: Bu Afrika konusunu pek ele almadık. Aslında senin yaptığın işe mutlaka bir katkısı olmuştur. O sıralarda senin yaptığın hoş bir şaka vardı. “Nijerya çok renkli, benim resimler karardı” diyordun.

Ö.U.: Fon daha öne geçti Afrika’da. Ben daha önce renklerin kompakt formlar üstünde yığılmasıyla tatmin oluyordum. Figürün daha belirgin olması Afrika sonrasına rastlar. Bunda belki de Afrika sanatının etkisi var. Çünkü orada bir şeyin daha figürlü ya da figürsüz olmasına aldırış ettikleri yok. Hepsi iç içe. Figürlü olması ya da olmaması diye endişeler yok. Benim başta da zaten resimlerim böyleydi.

S.T.: Aynı şey bugün için bile söylenebilir.

Ö.U.: Benim tank resmim figüratif. Doğa resimlerim figürsüz sayılabilir.

S.T.: Bu tür biçim oluşturma yöntemi figür dışına çıkan bir yorum da bulabilir.

A.B.: Senin figürlü resimlerde figürü aştığını görmüyorum. Benim dediğim şu: figürle figürsüzlüğün birlikte olması senin resminin gerçeğidir. Ben senin resmini böyle görüyorum. Hiçbir yere yönelmemeyi, dengelemeyi sağlama çabası. Bu gerçeğin içinde ikisinin de payı var. Bir gerilimin yaşanması, bir gerilimin sürmesidir resmi yapan. O gerilim ortadan kalktığı anda resim ya soyuta ya somuta kayar ve bence sana göre resim resimlilikten çıkar. Belki sözü edilen o dinamizmi veren de bu gerilimin çözülmemiş olmasıdır. Dinamizm dedikleri şey insanın o sıkıntıyı duymasıdır.

S.T.: Benim yorumum gene tarihsel bir yorum. Bizde ikici mekanizma devam ediyor. O da şu: çok gerçek, çok güncel olan bir şey, çok soyut bir şey ortaya koyuyor. Bunda da doğa var. Çok gerçek, çok güncel olan bir şeyi çok somut şekilde işleyebilmek, gerilimin ana öğelerinden biri bu.

A.B.: Bunun için birtakım oyunlar yapıyor Ömer Uluç. Bu gerilimi sağlamak, korumak için birtakım yollar deniyor. Renge düşkünlüğünü de şimdi bununla açıklayacağım. Bu gerilimi tutmanın yolu, bir anımsatıcı öğeyi, bir anımsatan’ı soyutluğa yaklaştırmak, bu arada da soyutu anımsatıcı kılmak. Soyut soyutta, anımsatıcı anımsatıcılıkta kalırsa, iki ayrı resim çıkar ortaya. Bağdaştırmanın yolu birinden anımsatıcılığının bir öğesini almak, öbürüne de soyutluğunun getiremediği anımsatıcılığı, şu ya da bu yoldan katmak. Şimdi anımsatıcı görüntüyü ne yapıyorsun? Çizgilerine indirgiyorsun. Kurgusuna indirgiyorsun. Ve soyutlaşıyor. Yaratmaya bile tenezzül etmediğin bir çevre çizgisi oluyor, çünkü olduğu gibi bir magazinden alıyorsun onu. Magazinlere düşkünlüğün, gerçeği gerçekliği yok etme çabası. Magazin fotoğrafı dediğimiz de bu değil mi? Katılmadığımız, yaşantısını yitirmiş görüntü değil mi? İndirgenmiş görüntü. Çünkü o gerçeğe en ufak bir saygın olsa sen onu yeniden yaratırsın. Buna karşılık renge düşkünlüğün soyutu gerçeğe dönüştürme çabası: o soyut çizgileri o kadar çarpıcı, canlı, renklerle çiziyorsun ki, o kavramsal çizgi, çizgiliğini de yitirmeden yaşantıya dönüşüyor. Oysa o çizgiler çizgilikte kalsalardı, kesinlikle bu gerilimi elde edemezdin. Biçimi olmayan bir yüzey kaplaması, birden renkle somutlaşıyor. Kısacası, bir yandan anımsatıcıyı soyutlaştırırken, bir yandan da çizgiseli renkle somutlaştırıyorsun.

Ö.U.: Bir tek şey söyleyeceğim buna. Sizin anlatmanız çok ilginç bir yorum. Yalnız bu işi siz büyük bir hesaplama olarak görüyorsunuz.

A.B.: Öyle görüyorum. Her şey hesaplı. İçinden geldiği gibi yapsan, öyle düzgün çizgi çizemezsin. Hem, içinden gelene bel bağlayan, bir yerde tükenir. Sen tükenmek için bütün kurnazlıklarını kullanıyorsun. Resimde o kadar bilinçli olmasan, kendini bu kadar rakıya vermezsin. Böyle resimler yaptığın sürece rakı içeceksin. Yapmadığın anda da rakıyı bırakırsın.

Ö.U.: Siz bu resimlerde hiçbir macera görmüyor musunuz? Toptan hepsinin bir macera olma ihtimali bile var.

A.B.: İnsanın giriştiği her iş bir maceradır. Şu konuşma bile bir maceradır, hatta sarpa saran bir macera.

Ö.U.: Macera öğelerinin nerede olduğunu ben sana söyleyeyim: örneğin benim belli dönemlerdeki bazı resimlerimi, bir dönemde yaptığım resmi hiç beğenmezler. Bir başka tür resim yaptığımda, daha önceki resmin daha iyi olduğunu söylerler. Şimdi güvenli ressamlar var. Yani, çok ressam olan adamlar var. Durmadan kendilerini tekrar ediyorlar. Bu iki şeyden geliyor: bir, fazla ressam olduklarından, bir de düşünce gibi, ölüm gibi sorunlara fazla önem vermemekten. Oturuyor, takır takır durmadan resim yapıyor. Bunlar güvenilir yollar. Öyle ressamlar var ki, Boğaz’da oturuyor, yirmi yıl durmadan kayıkların resmini yapıyor. Benim resmime toptan bir kere bakarsanız, benimkilerde bir macera ve risk alma olayı görülür.

A.B.: Hesabının yanlış çıkabilme olanağı kadar ve o oranda bir maceradır. En büyük macera, en hesaplı işte odur. Hiç hesapsız bir işteki maceraya macera denmez.

Ö.S.: Ömer, ben senin resmine baktığım zaman, tabii ki çıkış noktam bu son sergindir. Üç katman, üç tabaka ayırt ediyorum. Baştan söyleyeyim, bu katmanlar iç içe giriyor, birbirini bütünlüyor. Tabii esas ilginç olan da bu. Önce bir renk, boya katmanı var, bunlar çoğunlukla deminden beri üzerinde konuştuğumuz birtakım sarmallar biçiminde ortaya çıkıyor. İkinci katmanı atlayarak üçüncü katmam söylüyorum, çünkü, üçüncü olarak adlandırdığım katman üzerinde duruldu şimdiye dek. Daima bir şema var, bir şemanın içinin doldurulması var. Sadece bu iki katman olsaydı, senin resmini senin resmin yapmaya yetmezdi. Üçüncü bir katman var, bence esas önemli olan da bu: bu sarmallardan, bu eğrilerden, bu boya izlerinden bir imge doğuyor. Bir görüntü doğuyor. Bunun bir form olduğunu da söyleyebiliriz. Eğer şemaya içeriksel bir görüntü derseniz, formsal bir görüntü... Doğrudan doğruya resmin maddesinden, boya izlerinden, aracısız olarak çıkan şey. Bu ortaya nasıl çıkıyor, ben bunu nasıl algılayabiliyorum? İlk kez bu maddesel izleri izleyebilirim, bakabilirim. Bu soyut olarak kalıyor. Sonra bakış açımı değiştirip, şemaya bakarım. Bu da soyut olarak kalıyor. Fakat bu ikisinin kesiştiği ve şemanın boya izleri olarak yorumlandığı bir yer var. Tanker olsun, Ahu Tuğba olsun, bu ortaya çıkıyor. Öyle bir yer ki bu, imgeleme hitap ediyor.

C.Ç.: Adnan’ın da anlattığı buydu zaten.

A.B.: Fakat ben bu kadar imgelemle anlatmadım.

Ö.S.: Senin resminin imgeleme seslenen, hiç değilse benim imgelemime seslenen, muhayyileme seslenen bir resim olduğunu sanıyorum. Ve sandığım için de hoşuma gidiyor. Bu imgelem şu demek: Ahu Tuğba’nın, ya da herhangi bir şemanın o renk izleri olarak yorumlanışı benim orada hayal kurmama, bir çeşit dalga geçmeme izin veriyor. Bir dalga geçme fırsatını yakalıyorum ben.

C. Ç.: Sen dalga geçmek için bahane arıyorsun.

Ö.S.: Arıyorum. Ve buluyorum. Bu katmanın benim açımdan senin resminde esas olması gerekir diye düşünüyorum, çünkü örneğin son sergine baktığım zaman bazı resimlerinde, Akademik Ahu, İran-Irak Savaşı, Boğazda Tanker, Assolistler, Boğazı Geçerken benim için şema belirgindi. Bu arada garip bir şey var. Ara grup var: şemanın benim açımdan az açık olduğu resimler. Falkland Savaşı’na baktığım zaman hemen orada savaş gemisini göremedim. Gece Boğazı Geçerken, Adalar Kuşbakışı, Gece Çekim Boğaziçi, bunlarda şema açık. İki tane deniz kenarında tablosu var, bir de ağaç var. Bunlar da benim için şema son derece zayıftı, ama buna rağmen bütün bu resimler bu ara katman dolayısıyla yine de resim oluyor. Ayrıca deniz kenarı tabloları bayağı bende duygu uyandırıyor. O duygulan imgelemime hitap ettiği için uyandırıyor.

Ö.U.: O deniz kenarı tabloları benim için pek duygulu...

Ö.S.: Hayır duygulu bir resim değil. Form dolayısıyla bence bir duygu uyandırıyor.

Ö.U.: Bazı ressamlar vardır, hiçbir risk almazlar, durmadan bildikleri resmi yaparlar. Ben her açtığım sergide bir risk almışımdır. Yani değişik bir şeyler yapmak istemişimdir. Bir problem bitmiştir, başka bir problemle uğraşmaktayımdır. Ayrıca şuna dikkatinizi çekiyorum: bu sergideki resimlerin çoğunda farklı problemlerle uğraştım. Bunun görünmesini rica ederim. Örneğin o Akademik Ahu’da desen oldukça realist bir desen, ama bütün çevrede, ağır bir yükleme var, doğa yüklemesi var. Örneğin büyük tank resminde boya yüklenmiş. Demin Adnan Benk’in dediği gibi boya olayı soyutlaştırmış, somut olan o boya.

Ö.S.: Boyayı somutlaştırmış dedi, tam tersini söyledi doğru olarak.

Ö.U.: Söylemek istediğim boya yüklenmiş, form boya yüklenerek çıkmış, değişik örnekler verebilirim. Şimdi her resmin önünde konuşmak imkânımız yok, resimler burada değil ama şuna dikkatinizi çekmek istiyorum: her resmin bir sorunsalı var, yani boşuna yapılmış bir resim değil. Örneğin bazı resimler vardır bir renk uyumu üzerine kurulur, biter. Başka resimde güzel bir çizgi çizilmiştir, o çizgi üzerinde döner resim, biter. Ben bu tür plastik bir ressam da değilim. Ufak değerlerle resim yapan bir ressam da değilim. Yani her resmin bir sorunsalı vardır, bir sorunsalı çözmeye çalışırım her resimde. Bir maceradır.

A.B.: Aynı sorunsal olabilir de, çözümleme biçimlerinde maceraya girebilirsin. Gerçekle, gerçekdışının çözümü bütün insanlık tarihinin bir sorunsalıdır, ama buna tek sorunsaldır diyemezsin çünkü bütün değişikliğini çözümlerinin değişikliğinden almıştır, yani çözümün değişikliği sorunsalı da değiştirir. Bir ressam bir tek konuyu işler, her işleyişinde yeni bir sorunsal ortaya koyabilir.

Ö.U.: Bu risk alınmadan sanat yapılamaz.

A.B.: Denenmiş, başarılı bir çözümü bir daha kullanmam, diyorsun.

Ö.U.: Kullanmam.

sanat tarihi, Çağdaş Türk Sanatı, Türk sanat tarihi, Ömer Uluç