/ Pasajlar / Ekranın Lanetlileri

 

 

Benim neslimden insanlara, uzun bir süre, temsiliyetin hem politika hem de estetik için birincil mücadele alanı olduğu öğretildi. Kültür sahası, gündelik ortamlara içkin “yumuşak” politikayı incelemenin en gözde alanı oldu. Kültür alanında yaşanacak değişimlerin politika alanına da yansıyacağı umuldu. Daha incelikli bir temsil dünyasının, daha fazla politik ve ekonomik eşitliğe götüreceği düşünüldü.

Ama yavaş yavaş anlaşıldı ki bu ikisi arasında başlangıçta sanıldığı kadar fazla bağ yoktu, malların ve hakların paylaşımı ile duyuların paylaşımı ille de birbirine paralel gitmiyordu. İkisi arasında herhangi bir bağ vardıysa da, bu bağ, göstergeler ile gönderdikleri şeyler arasındaki ilişkilerin sistemli spekülasyon ve deregülasyonla alt üst olduğu bir çağda büsbütün dengesizleşmişti.

Bu iki terim, spekülasyon ve deregülasyon, sadece finansallaşma ve özelleştirme bağlamı için geçerli olmakla kalmaz, kamusal bilgilendirme bağlamına da göndermede bulunurlar. Gazeteciliğin hakikat üretimiyle ilgili mesleki standartları, kitle iletişim araçlarındaki üretimle, tevatürlerin durmaksızın kopyalanıp Wikipedia tartışma forumlarında büyütülmesiyle aşındırıldı. Spekülasyon sadece finansal bir işlem değildir; bir gösterge ile göndergesi arasında meydana gelen bir süreçtir aynı zamanda: geriye kalan her türlü gösterme ilişkisini koparan ani bir büyüme ya da bükülme.

[Dijital devrim çağı, sadece birkaçını saymak gerekirse eski Yugoslav ülkelerinde, Ruanda’da, Çeçenistan, Cezayir, Irak, Türkiye ve Guatemala’nın bazı bölgelerinde zorla kaybedilmelere ve katliamlara tekabül ediyor. 1998-2008 yılları arasında yaklaşık 2,5 milyon savaş kaybının yaşandığı Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde, araştırmacılara göre, bilişim endüstrilerinin (koltan gibi) hammadde taleplerinin ülkede yaşanan çatışmalarda doğrudan payı oldu.]

Görsel temsil gerçekten de önemli, ama diğer temsil biçimleriyle el ele gitmiyor. İkisi arasında ciddi bir oransızlık var. Bir yanda, hiçbir şeye göndermeyen sayısız imaj var; öte yanda ise, temsili olmayan sayısız insan. Daha vurucu bir dille söylersek: sayıları giderek artan fora edilmiş yüzer-gezer imajlara, sayıları giderek artan, haklarından mahrum bırakılmış, görünmez, hatta kaybedilmiş ve kayıp insanlar eşlik ediyor.

[...]

Arkadaşım Andrea Wolf’un cenazesinin bulunduğu düşünülen toplu mezar, Van’ın güneyindeki dağlarda yer alıyor. Mezarın çevresi paçavralarla, enkazla, mermi kovanlarıyla ve insan kemiği parçalarıyla dolu. Alanda bulduğum yanmış bir film rulosu, 1998’in sonlarında orada gerçekleşen çatışmada yaşananların belki de tek tanığı.

İçeriği yok olmuş olsa da, 35mm’lik yanık rulo, başına neler geldiğini gösteriyor: alevler içinde kalışını, üzerine meçhul kimyasallar bulaşmış olmasını, fotoğrafçıların ölü bedenleriyle birlikte yakılışını. Bu özel belirlenemezlik durumunu sürdürmenin içerdiği şiddeti gösteriyor.

Bozuk imajlar, maddi kompozisyonları üzerinden, temsil alanının kat kat ötesine geçer ve şeylerin, insanların, yaşamın, ölümün ve kimliğin düzeninin askıya alındığı bir dünyaya ulaşırlar: “maddenin tamamı birbirine bağlanır ... ve bunun sonucu olarak her cisim/beden evrende olup biten her şeyin etkisini hisseder; öyle ki, Her Şeyi Gören, her cismin içinde her yerde olup bitenleri okuyabilir, hatta olmuş ve olacak olan şeyleri de okuyabilir; şimdinin içinde, gerek mekân gerek zaman bakımından çok uzak olan şeyleri gözlemler.” [Leibniz, Monadology]

Peki Leibniz’in bu her şeyi görebilen okuyucusu kimdir? Sınırsız yetkeye sahip mutlak gözlemci mi? Bu her kimse, işini yapamadığı kesin. Gözlem görevini, her şeyi okuduğu ve bildiği varsayılan belirsiz bir tanrıya emanet edemeyiz. Buna mecbur da değiliz. Sıfır olasılık bölgesi, imaj/nesnenin bulanık, pikselli ve erişilmez olduğu alan, metafizik bir koşul değildir. Çoğu durumda insan elinden çıkmıştır, ve epistemik ve askerî şiddetle, savaşın sis bulutlarıyla, politik alacakaranlıkla, sınıfsal ayrıcalıkla, milliyetçilikle, medya tekelleriyle ve daimi kayıtsızlıkla idame ettirilir. Çözünürlüğü, hukuki, politik ve teknolojik paradigmalarla yönetilir. Dünyanın kimi yerlerinde iğrenç bir atık olan bir kemik, çer çöple karışıp kırık televizyon cihazlarıyla birlikte atık sahalarına atılmış bir bozuk imaj, dünyanın başka yerlerinde HD kalitesinde veya üçboyutlu olarak taranıp yüksek çözünürlüklü hale getirilebilir, esrarı çözülene kadar incelenebilir ve yorumlanabilir. Aynı kemik, iki farklı çözünürlükte görülebilir: bir yerde meçhul bir bozuk imaj olarak, başka yerde apaçık bir resmî delil olarak.

Demek ki pozitivizm, ileri teknoloji ürünü ölçme araçlarını elinde tutan ve gerçekleri ortaya çıkarma yetkisi olanların kendilerine atfettikleri epistemik ayrıcalığın bir diğer adıdır.

Leibniz’in her şeyi gören gözlemcisi acizdir, ama adalet de çözünürlük derdinde değildir. Adalet, pürüzlü imajların, düşük çözünürlüklü monadların köşeleri, boşlukları, çatlakları üzerinde titizlikle ellerini gezdirir ve onların tektonik geçmişini kaydeder, yaralarını hisseder – imkânsızın gerçekleşebilir olduğundan, nitekim gerçekleşeceğinden emin olarak.

 

Hito Steyerl’in The Wretched of the Screen (Sternberg Press) adlı kitabının “The Spam of the Earth:Withdrawal from Representation” başlıklı bölümü ile, “Missing People: Entanglement, Superposition, and Exhumation as Sites of Indeterminacy” bölümünden seçilmiş pasajlar, sırasıyla s. 168-171 ve s. 155-158. Köşeli parantez içindeki bölüm özgün metinde dipnot olarak eklenmiştir.

pasajlar