/ Pasajlar / Tibet Pornografisi

 

 

 

Tikelliklerin keyiflerince ve sınırsızca hüküm sürüşünü gösteren her şeyi “postmodern” diye adlandırabiliriz: cemaatçi, etnik, dilsel, dinî veya başka tikellikler. Tabii bir de ifade edilebilir ve edilmesi gerekli olduğu düşünülen biyografik tikellik var: “ben”. Postmodern ürünler, sanatın tikelliğe tabi kılınışının son şeklini temsil ediyor.

Ortak sorunumuzu görmezden gelmeyelim: bütün sanat alanlarında, yozlaşmış bir didaktik-romantizmden, bir nevi avangardı olmayan avangardizmden ibaret “ben-ci” ya da cemaatçi ifadecilik hâkim. Bu ifadecilik, sürekli tekrar eden bir azametle birleşiyor. Azamet, şiddet dolu teknolojiyi ve ihtişamlı dekorasyonu “duygulanım” [affect] diye öne sürdü ve şimdi bu, Hollywood sinemasını, hatta mimarlık ya da mülti-medya tasarımın bazı kesimlerini hâkimiyeti altına almış durumda. Fakat postmodern çevrenin sanatçıları da bunun karşısına, yegâne kaynağı Spinoza’nın “bir bedenin neler yapabileceğini bilmiyoruz” cümlesi olan, fukara bir anti-klasizmle çıkıyor.

Bugün bizi kıskıvrak yakalayıp umutsuzluğa gark eden şeyin ne olduğunu anlamak istiyorsak, yaşadığımız dünyanın demokrasi filan değil, demokratik lafazanlığı kuşanmış emperyal muhafazakârlık olduğu gerçeğine tekrar tekrar dönmemiz şart.

Bugünün dünyası hakkında ne diyebiliriz? Ordusuyla bütün yeryüzünü terörize eden, sermaye ve imge dolaşımı yasalarını her yerde kabul ettiren ve her yerde, şiddetin en aşırı biçimleriyle, herkese Görevlerini ve Haklarını bildiren tek bir güç. Ve onun arkasında dizilmiş uşaklar ve rakipler: Avrupalılar, Ruslar, Çinliler… Araçlar konusunda çoğunlukla anlaşmazlığa düşen, ama dünyaya değer katmanın başka bir yolunu bilmedikleri için hemfikir oldukları temel konudan asla şaşmayan güçler.

Amerikan ordusu ve “teröristler”, tarihteki kadim ve kanlı bir hikâyeyi, etrafı barbarlarla sarılmış uygarlık hikâyesini yeniden sahneliyor. Roma’yı hatırlamamak işten değil. Kendi gözünde uygarlığın tecessümü olan rakipsiz bir güç, sanatı iki şekilde kullanmıştır. Bir yandan, kendi gücünün şerefine yapılan gösterişli bir kutlamayı, hep tekrar eden marazi bir sarhoşluğu, edilginleşmiş halka afyon olarak sunmuştur: arena oyunları. Günümüzde bunların tam karşılığı, spor ve kültür (müzik ya da film) endüstrisidir. Bu sanat, İmparatorluğun ölümcül kudretini, gittikçe daha alegorik ve tumturaklı hale gelen oyunlara ve masallara malzeme yapan azamet sanatıdır. Bu sanatın doğal kahramanı Katil’dir, işkenceci Seri Katil. Kısaca, sapkın gladyatör.

Öte yanda, formalist fazlalıklarla ince ince işlenmiş yavan bir karmaşıklık, azametin karşısına çıkmaya çalışmıştır: bedelini ödemek zorunda kalmadan genel dolaşımdan el etek çekiyormuş gibi yapanların kaypak feraseti ve ince sapkınlığı. Bu, romantik betliğin sanatıdır: Aczi ifade ederken, onu nihilist bir zevk gibi tasvir eder. Ama bu sanat da azamet sanatına göbekten bağlıdır – tıpkı arenada çalınan boruların, şair Martialis’in leziz ve müstehcen taşlamalarından ayrılamaması gibi. Ya da generallerin süslü retoriğinin, yeraltı mezarlarındaki Hıristiyanların çileci vaazlarından ayrılmaz olması gibi.

Çağdaş sanatın bütün kesitlerindeki çokbiçimli kasavet, heybetli imgelerle dolu ticari azamet sanatıyla tam bir simetri içinde olan romantik formalizmden kaynaklanıyor. Formalist, çünkü tek bir biçimsel fikrin, tek bir jestin, naçizane bir ustalığın ticari kategoriden farklılaşmaya yettiğini varsayıyor. Romantik, çünkü yaratıcıları giderek daha da meçhul olsa da, icra edildiği her seferde, sözümona biricik olan eşi görülmemiş ifade motifi, eşi görülmemiş mizansen motifi, etnik ya da “ben-ci” tikelliklere bürünüyor. Romantik, çünkü bedenin enerjisinin, kavramsal bedensizleşmeden sözümona kurtuluşu sağlayacak lütuf olduğunu zannediyor.

Açıkça söylemek gerekirse, romantik formalizm, her zaman, yerleşik ve nihai tahakkümlere ait bir sanatsal bir eğilim olmuştur. Zamanımızda da böyledir: İnsan türünün kaderini ve kısmetini ilk defa bütünleştiren, çokbiçimli tek bir doktrinin (ekonomik liberalizm ve siyasi seçimcilik) sanatsal eğilimidir romantik formalizm. Evet, zamanımız tek bir doktrinin ve onun etrafında “demokrasi” diye tuhaf bir isim altında yaratılmış mutabakatın çağıdır. Böylesi her doktrin umutsuzdur, nihilisttir, çünkü insan çoğulluğuna kendi müstehcen düzeninin anlamsız sürekliliğinden başka bir şey önermez. Yol açtığı sanatsal öznellik de, bu nihilizmin ve bu müstehcenliğin öznelliğidir.

Lenin, eleştirel ve devrimci politik faaliyetin zayıfladığı dönemlerde emperyalizmlerin hazin kibirinin, gizemcilik ile pornografinin bir karışımını yarattığını gözlemlemiştir. Bugün romantik biçimsel dirimcilik [vitalism] biçiminde yaşadığımız da budur. Bizim evrensel seksimiz ve Doğu bilgeliğimiz var: bir Tibet pornografisi.

 

Alain Badiou’nun  “Manifesto of Affirmationism” başlıklı metninden alınmıştır. İngilizce’ye çeviren: Barbara P. Fulks.


Alain Badiou, pasajlar