Prens Mimarlığı

23/10/2017 / skopbülten / H. Cenk Dereli

 

Eylül 2017’nin son günlerinde Lord unvanlı İngiliz mimar Richard Rogers’ın yeni kitabı uluslararası mimarlık ortamını bir süre meşgul etti. A Place For All People: Life, Architecture and the Fair Society (Herkes İçin Bir Yer: Yaşam, Mimarlık ve Adil Toplum) adlı kitapla kendi mimarlık pratiğinin tarihine dair detayları paylaşan Rogers, kitabın bir bölümünde İngiliz tahtının vârisi Galler Prensi Charles’ın “mimarlıktan anlamadığını” ve onu kamu önünde tartışmaya çağırdığını yazmıştı.

Rogers’a göre Galler Prensi, nüfuzunu kullanarak İngiltere’deki önemli inşaat firmalarını baskı altına alıyor. Kendi mimarlık anlayışını yansıtacak yapıların ve planların oluşturulması için bu firmaların mimar tercihlerini biçimlendiriyor. Devam eden proje süreçlerine müdahale edip mimarların ellerindeki işi kaybetmesine sebep oluyor. Kitaptaki bu satırlar Richard Rogers’ın Galler Prensi Charles’ın mimarlık ortamını gizliden gizliye yönettiği konusundaki ilk çıkışı değil. Seksen dört yaşındaki mimarın ömrü oldukça son olacağa da benzemiyor.

Çağdaş malzeme ve teknolojileri kullanmaya odaklı öncü mimarlığıyla Rogers, Norman Foster ve Renzo Piano ile beraber döneminin önemli isimlerinden. 1970’lerde uluslararası yarışmayla belirlenen projesi uygulandığında hayranlık uyandıran, ama çok da tartışılan ünlü Paris Centre de Pompidou’nun mimarlarından birisi. Londra Lloyd yönetim merkezi binası 1970’li yılların sonunda estetiğiyle mimarlık tarihinde yerini alan önemli binalarından bir diğeri. Londra British Museum genişleme projesi, Londra Millenium Dome, Madrid havaalanı yeni terminal binası ve New York 3rd World Trade Center gibi projeleri uzun meslek hayatında gerçekleştirdiği onlarca önemli projeden sadece birkaçı. Kariyeri boyunca yarattıklarıyla, 2007’de mimarlık dünyasının en prestijli ödüllerinden Prizker Prize’a layık görüldü. 1996 yılında Riverside Lord’u unvanını alan mimar Richard Rogers, İngiliz Lordlar Kamarasında İşçi Partisi tarafında yer alıyor ve partinin önemli bağışçılarından birisi.

 

Centre de Pompidou, Paris

 

Lloyd Binası, Londra 

 

Kitabında Rogers, Prens Charles’ın mimarlığı “ilerlemeci malzeme ve teknoloji odaklı bir dil olarak değil, geçmişteki bir zaman aralığına sabitlenmiş olarak” gördüğünü yazıyor ve ekliyor: “Prens’e göre bu zaman aralığı klasizm – ancak bu akımın İngiltere’de derin kökleri olmadığı göz önüne alınırsa, Prens’in bu akımı tercih etmesi garip”. Kamu önünde tartışmaya katılmadığı takdirde Prens’in görüşlerinin doğruluğunun ya da yanlışlığının önemi olmadığını söyleyen Rogers’a göre, Prens sahip olduğu imtiyazlı pozisyonu, kendisiyle aynı görüşü paylaşmayanların geçim yollarına zarar vermek için kullanmamalı.

The Guardian gazetesine yaptığı açıklamalarda Rogers, bizzat tanıdığı beş gayri menkul geliştiricisinin, projelerine karşı çıkmasından korktukları için Prens’e özel olarak danıştıklarını iddia ediyor. Prens’in tavrından ötürü resmî süreçlerin zora girebileceğini düşünen yatırımcılar, onun uygun bulduğu mimarlar listesindeki isimlerle çalışmayı tercih ediyor. Rogers, Prens’e danışan yatırımcıların sayısının daha fazla olduğundan şüphe duyuyor. Kendisinin bu konuda Prens’le bire bir tartışmasının mümkün olduğunu, ama Prens’in kamuoyuna bu konuda doğrudan bir açıklama yapmasının daha önemli olduğunu belirtiyor. Kapalı kapılar ardında gerçekleşen bu görüşmeler kentlerin şeffaf ve demokratik süreçlerle biçimlendirilmesine leke sürüyor. Bu yüzden Prens’in anayasal görevleri çerçevesinde davranması gerektiğini vurguluyor.

Ancak Prens’in sözcüsü, Rogers’ın iddialarını yalanlıyor. Yatırımcıların mimar ve tasarımcı tercihlerinde özel olarak Prens’in doğrudan ya da dolaylı onayını aramadıklarını belirtiyor. Yatırımcı, yerel yönetici ya da sivil inisiyatiflerin ise Prens’in kurduğu kentleşme ve mimarlığa odaklanmış bağımsız vakfın görüşüne sıklıkla başvurduğunu inkâr etmiyor. Ama ona göre bunda bir gariplik yok. Çünkü insan odaklı kentsel mekânlar yaratılması için farklı karar alıcıları yönlendirmek ve onlarla işbirliği yapmak bu kurumun ana amaçlarından birisi. The Times gazetesi, İngiltere’nin önde gelen yedi inşaat firmasına bu iddiaları sorduğunu, ama hiçbirinden yanıt almadığını yazıyor. Rogers’a göre bu vakıf Prens’in vizyonunun yaygınlaştırılması için bir araç. Görüşmeler çok dikkatli ayarlanıyor. Büyük yatırımcılar çoğu zaman Prens’le doğrudan görüşmüyor, projeleri hakkında vakfın yöneticilerinin görüşüne başvuruyor.[1]

Demokrasisiyle övünen İngiltere’de kitlelerin hayatını etkileyen kararların, kapalı kapılar ardında gerçekleşen pazarlıklarla, yatırımcılar ve soylular tarafından alınıyor olması oldukça çarpıcı bir iddia. Serbest piyasa prensiplerini el üstünde tutan İngiltere’de yatırımcıların Saray’ın gazabından kurtulmak için Prens’in huzuruna varıp icazet alması da en az bunun kadar çarpıcı. Ancak, Rogers’ın açıklamaları, Prens Charles’ın mimarlık ortamını biçimlendirme girişimlerini ifşa etme yönündeki ilk hamle olmadığı gibi, tarihselci görüşlere karşı modern mimarlığı savunan mimarların Prens’e ilk karşı çıkışı da değil. Bu iddiaları dile getiren Rogers’ın projeleri, uzun kariyeri boyunca birkaç kez, Prens’in açıklamalarından doğrudan ya da dolaylı olarak etkileniyor. Rogers’ın, Prens Charles’ın mimarlığa dair görüşlerini her fırsatta eleştirmesinin sebebi biraz da bu.

Yatırımcı, yönetici ve mimarların çekişmesinin detaylarına girmeden önce İngiltere’de toprak mülkiyetinin dinamiklerini anlamak önemli. Zira Prens ve diğer soyluların mimarlık ve gayri menkule yönelik ilgileri bu verimliği toprağa kök salmış durumda. Birleşik Krallık’ta soylu aileler aynı zamanda en önemli gayri menkul girişimcileri.

 

Soyluların Arazi Rejimi

65 milyonluk Birleşik Krallık’ta, 36 bin kişi toprak mülkiyetinin %50’sini elinde bulunduruyor. Bunların içinde, aristokrat ve akrabalarından oluşan 1200 kişilik grup ise %50’lik bu payın çoğunun mülkiyetine sahip. 2010 yılında yapılan araştırmada Birleşik Krallık’ta kimin en çok mülke sahip olduğunu gösteren bir liste oluşturuldu. Bu listede en geniş arazi sahipleri ile en kıymetli arazilerin sahipleri de karşılaştırıldı. Listede en kıymetli arazilerin sahibi Westminster Dükü olarak görünüyor. Toprakları 6 milyar sterlin değerinde. Belgravia ve Mayfair gibi Londra kent merkezinin en kıymetli alanlarına o sahip. Wesminster Dükü, en geniş arazi sahipliği listesinde dördüncü sırada, Cornwell Dükü olan Galler Prensi Charles’ın bir altında. Sadece kişilerin değil, emeklilik fonları ya da çeşitli devlet kurumlarının da gayri menkul biriktirip bunları işlettiklerini söylemek gerek. Listede bu kurumlar da yer alıyor.[2]

Birleşik Krallık’ta aristokrat aileler, zaman içinde, geniş arazilerini işletmek için kendi haklarını koruyan yasaları da işleterek kurumsallaştılar. Aile armalarını logo olarak kullanan gayri menkul şirketleri kurdular ve İngiliz kapitalizmindeki değişime uydular. Soylular sahip oldukları mülkleri arazi geliştirici şirketlere uzun dönemli kiralayarak işlettiler.[3]

Bugün Londra’da bir gayri menkul satın almak istediğinizde karşısınıza “Freehold” ya da “Leasehold” seçenekleri çıkıyor. Freehold’a uygun bir gayri menkul çoğunlukla arsa, müstakil bir ev ya da bina oluyor. Bu sözleşmeye göre, eğer aldığınız bir yapıysa arazisine de sahip oluyorsunuz. Önceki mülk sahibi böylece tüm haklarını size devretmiş oluyor. Londra gibi konut ve arazi fiyatları açısından aşırı değerlenmiş bir kentte bu sözleşmeyle mülk almak için milyonlarca sterlini gözden çıkartmak gerekiyor. Ama ondan da önce, kendi mülkiyetindeki bu kalemi tamamen elinden çıkartmak isteyen bir mülk sahibi bulmalısınız. Çünkü mülk sahipleri için kendi haklarının devam ettiği daha kârlı başka bir yöntem mevcut, o da “Leasehold” sözleşmesi. Bu yöntemle ev satın almak istediğinizde aslında uzun süreli bir kira sözleşmesi yapmış oluyorsunuz. 90, 120 yıl gibi uzun süreli sözleşmeler en fazla 999 yıla kadar uzatılabiliyor, ancak 30 veya 40 yıllık sözleşmeler yapmak da mümkün.

Sözleşme çoğunlukla soylu bir aileye mensup olan mülk sahibinin işletme haklarını elinde bulunduran bir şirketle yapılıyor. Bu şirket, binanın bakımı ve işletmesiyle ilgili tüm hizmetlerden de sorumlu oluyor. Örneğin, merdiven boşluğunda ya da bina cephesinde yapılması gereken bakımları üstleniyor, ama masrafları soylu mülk sahibinden tahsil etmiyor, Leasehold sözleşmesi sahiplerine bölüştürüyor.[4]

Bankaların mortgage sistemi, yani uzun vadede geri ödemeli konut kredisi Birleşik Krallık’ta işte bu aşamada devreye giriyor. Oldukça yüksek olan konut fiyatlarını karşılamak için vatandaşlar bankalara uzun yıllar için borçlanıyor. Leasehold sözleşmesinin süresine göre bir hesap yapılıyor ve kredi geri ödemeleri hesaplanıyor. Londra Metrosu’ndaki reklamlarda bankalar mortgage sahiplerine sesleniyor, mortgage borçlarını birkaç yıl içinde tekrar yapılandırmalarını tavsiye ediyor. Çünkü gayri menkul spekülasyonu sayesinde birkaç yılda oldukça değerlenen dairelerin sözleşme sahibine kazandırdığı gelir teminat olarak gösterilip kredi geri ödemesi yeniden hesaplanabiliyor. Eğer borç sahibi için birkaç yılda kazandığı yeterli ise, evini satıp kazanç elde edebileceği başka bir “leasehold” sözleşmesi yapması da mümkün.[5]

Bu sistemde, soylular mülkiyetlerindeki gayri menkul miktarını koruyor. Sıradan vatandaşlar bankalara borçlandırılıyor ve evleri finansal aygıtlar olarak işletiliyor. Arazi geliştirici firmalar ve yatırımcı şirketler, hem soylular, hem vatandaşlar, hem de finansal sistem üzerinden gelir elde ediyor. Finansal sistem açısından parayı kısa sürede yüksek kazanç getiren kent merkezine yatırmak işte bu yüzden oldukça kârlı. Londra’nın, spekülatif gayri menkul piyasasının gözde kentlerinden birisi olması boşuna değil.

Hal böyle olunca İngiltere gayri menkul ortamındaki yatırımcı ve yönetici gibi farklı alanlardan paydaşların İngiltere ve farklı ülkelerin zengin soyluları olması da şaşırtıcı değil. İngiliz kraliyet ailesinin mensubu ve kendi başına ülkenin en büyük üçüncü toprak sahibi olan Prens Charles’ın, mimarlık, gayri menkul ve kentsel planlama merakı işte bu kârlı toprağa kök salmış durumda. 

 

Modern Mimarlığın Hamisi, Gayri Menkul Girişimcisi Bir Lord: Peter Palumbo

İngiliz gayri menkul piyasasındaki en eksantrik soylulardan birisi, İtalyan asıllı bir gayri menkul girişimcisi babanın ve klasik müzik sanatçısı bir annenin oğlu olan Lord Peter Palumbo. Ailesinin gayri menkul şirketini büyüterek zenginleşip itibar kazanan Palumbo daha sonra Lord unvanı alır. Kendini modern mimarlığın hamisi olarak tanımlayan Lord, çalıştığı mimarlar dolayısıyla Prens’in mimarlık ortamına müdahalesine doğrudan maruz kalmış yatırımcılardan birisi. Bu yüzden soyluların yönettiği İngiltere mimarlık ortamını anlamamız için iyi bir örnek. 

Palumbo, mimarlar için büyük anlam taşıyan Pritzker Ödülü’nün yanı sıra Kraliyet Güzel Sanat Kurulu Vakfı’nın yönetiminde. 1994-2014 yılları arasında, her yıl bir mimarı İngiltere’deki ilk projesi olacak geçici yapının inşası için seçen Serpentine Gallery’nin başkanlığını yürüttü, 2014 yılından beri de galerinin onursal başkanı konumunda. Kariyeri boyunca Birleşik Krallık’ın sanat ve mimarlık ortamının önemli kurumlarında, bazıları sona ermiş bazıları ise hâlâ devam etmekte olan pek çok önemli görevde bulunmuş Palumbo. 1989’da Başbakan Margeret Teacher tarafından Büyük Britanya Sanat Konseyi’nin başına getirilmiş ve bu görevi 1994 yılına kadar sürdürmüş. Muhafazakârlar dahil her kesimden karar alıcıyla iyi ilişkileri olan, işini bilen bir yatırımcı.

Ama o kendini mimarların hamisi (patron) ve koleksiyoner olarak tanımlıyor. “Çocukluğundan beri hırslı bir koleksiyoner olarak kibrit kutusu ve pul toplayan” Palumbo, koleksiyon merakını zaman içinde arabalara, Fransız ve Portekiz şarapları ile antikalara ve çağdaş sanata odaklar. Tate Gallery’ye Merce Cunningham’ın, Barbican Centre’a da John Cage’in getirilmesine aracı olur. Heykeltıraş Sean Scully ve Sir Peter Blake’in ilk destekçilerinden, heykeltıraş Andy Goldsworthy’nin ilk hamisi. Palumbo, Mies van der Rohe, Quinlan Terry, Richard Rogers, Shigeru Ban ve Zaha Hadid gibi mimarların da işvereni.

Mimarlığa olan ilgisini küçük bir çocukken fotoğrafını görüp etkilendiği Mies van der Rohe’nin Fransworth Evi’ne bağlayan Palumbo, kendisine göre bir tesadüf sonucu yıllar sonra bu evi satın alır. Anthony Caro, Alexander Calder, Richard Serra, Henry Moore, Claes Oldenburg, Andy Goldsworthy, Ellsworth Kelly gibi her biri kendi alanının en önemli sanatçısı olan kişilerin işleriyle donattığı bu evi 1996 yılında ziyarete açar. 2003’te, Amerikan Tarihî Koruma Vakfı’na satar. Yine Mies van der Rohe’nin projesi, 860-880 Lake Shore Drive’da da bir ünitenin sahibidir Lord. Modern mimarlığın örnek binalarını biriktirmeyi seven Palumbo bir ara Le Corbusier’nin Paris’teki Maisons Jaoul’unu alır ve bir süre sonra satar. Modern mimarlığın önemli isimlerinden Amerikalı mimar Frank Llyod Wright’ın Kentuck Knob evini satın alır. Sir Anthony Caro, Richard Serra, Michael Warren, David Nash, George Rickey, Claes Oldenburg, Ray Smith ve Andy Goldsworthy gibi sanatçıların işleriyle donatır. Ev 1997 yılında ziyarete açılır.[6]

Modern mimarlığın hamisi Palumbo, 1960’lı yılların başında Londra’da inşaat haklarına ailesinin sahibi olduğu, içinde meşhur kuyumcu Mappin & Webb mağazası bulunduğu için bu adla anılan 19. yüzyılın klasik stilindeki binanın çevresindeki bazı binaları da kendi kaydına geçirir. Proje alanını genişletir. Bu alanda inşa edilecek bir Mies binasını kente kazandırmak için, modern mimarlığın bu efsaneleşmiş ismiyle ABD’de görüşüp anlaşır. Mies van der Rohe, Chicago’da inşa ettiği Seagram binasının bir benzerini, önünde geniş bir meydan yaratarak bu alanda uygulanmak üzere Palumbo için projelendirir. Mevcut sıkışık kent dokusu içinde önerilen cesur bir kamusal açıklıktır bu. Mansion House Square adı verilen proje 1969 yılında City Cooperation tarafından onaylanır. İki kez halkın görüşünü almak için sergilenir ancak inşaat bir türlü başlamaz. 1981 yılında Palumbo, projeye destek oluşturmak için, Londra’da inşa edilecek bir Mies yapısının önemini anlatan, mimarların, mimarlık ve kent tarihçilerinin ve sokaktaki vatandaşın görüşlerine yer veren bir belgesel ısmarlar. Belgeselde, modern mimarlığın yıldızlarından Mies’in projesini, dolayısıyla işvereni Lord Palumbo’nun yatırımını savunanlardan birisi de mimar Richard Rogers’tır.[7]

 

Lord Palumbo, Mies'in Mansion House Square projesinin maketi önünde

 

Mies'in Mansion House Square Projesinin maketi

 

Mies'in Mansion House Square Projesinin kolajı

 

Prens Charles’ın Modern Mimarlıkla Kapışması

1984 yılında Britanya Kraliyet Mimarlar Enstitüsü’nün (RIBA) kuruluşunun 150. yıl kutlamalarına davet edilen Prens Charles bir konuşma yapar. Londra’nın mirası olan eski yapıları koruyamadıklarından şikâyetçidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kentte kalan 19. yüzyıl yapıları modern eklentilerle kimliklerini kaybetmiş ve bazıları da yıkılarak tamamen yok edilmiştir. Konuşma sırasında bazı örnekler vererek modern mimarlığı suçlar. Klasik mimariyi ve 19. yüzyıl mimarlığını savunur. Eleştirdiği projeler ona göre kent sakinlerinin proje geliştirme ve tasarım süreçlerine katılamadığı, onların beğenilerinin yansımadığı projelerdir. Modern mimarlığı ve mimarlarını seçkinci olmakla itham eder. Ona göre halkın “geleneksel” beğenisi, kent sakinlerinin yaşayacağı ortamın estetiğini belirleme noktasında mimar ve proje geliştirenlerin tekeline son verecektir.

 

Prens Charles 1984'te 150. yıl kutlamasında RIBA konuşmasını yaparken

 

Prens Charles bu konuşması sırasında kentte devam eden bazı projeleri eleştirirken oldukça sert tabirler kullanır. Londra’daki National Gallery’nin ek yapıları için önerilen projeyi, “çok sevilen ve kibar bir arkadaşın yüzünde çıkmış korkunç bir çıban” olarak tanımlar. Bu benzetme yıllar geçse de asla unutulmayacaktır. Prens, beraber polo oynadığı arkadaşı Palumbo’nun girişimcisi olduğu Mansion House Square projesini doğrudan işaret ederek, Mies’in tasarımını “camdan bir ağaç kütüğü” olarak adlandırır ve Londra St Paul Katedrali’ni cüceleştirmektense, Chicago kent merkezine daha çok yakışacağını söyler.[8]

Tam da bu konuşma üzerine, proje onayının üzerinden 16 yıl geçmiş olmasına rağmen tasarımı eleştiren itirazlar güçlenir ve proje alanında kalan bazı 19. yüzyıl yapılarının cephelerinin korunmasını talep eden inisiyatifler ortaya çıkar.

Prensin projeye dair yorum yaptığı konuşmanın genel içeriğiyle paralellik gösteren itirazlardır bunlar. Bunun üzerine Palumbo bu hassasiyetleri gözeterek proje arazisini küçültür. Bu defa Number One Poultry adıyla anılacak proje için ünlü mimar James Stirling ile çalışır. Stirling, yıllar sonra postmodern akımın önemli örneklerinden biri kabul edilecek bir proje tasarlar.

 

James Stirling No 1 Poultry Binası

 

1988 yılında BBC’de yayınlanan A Vision of Britain adlı kendi televizyon programında Galler Prensi, Britanya mimarlığı hakkındaki görüşlerini açıklarken, kamuoyuna sunulmuş Number One Poultry projesini açık biçimde eleştirir. Tasarımı “1930’lardan kalma bir radyoya” benzetir. (Galler Prensi tarafından takılan bu lakap binanın üstüne yapışır ve daha sonra projenin sunulduğu başka mecralarda sürekli tekrarlanır.) Stirling, tasarımına yapılan bu doğrudan saldırıyı, 1980 yılında kendisine verilen RIBA altın madalyasını iade ederek protesto etmek ister. Prens’in genel olarak mimarlığı, ama özellikle de kendi projesini etkilemek için takındığı tutuma öfkelenmiştir. Prens’e hitaben yazdığı mektubunda, iade edeceği madalyanın “Galler Prensi’ne daha çok uyan ve onun tarafından kabul görecek” bir mimara verilmesini önerir. Projenin uygulanıp uygulanmayacağının tam olarak kesinleşmediği bu dönemde, yatırımcısı Lord Palumbo, Stirling’i ikna eder ve mektup asla gönderilmez.[9] Tartışmalar uzar ve projenin inşası ancak 1994 yılında başlar. Stirling inşaatın başladığını dahi göremeden, 1992 yılında ölür. Bina ise ancak 1998 yılında tamamlanır.

Britanya mimarlık ortamı üzerinden bir an bile gözünü ayırmayan Prens’in mimarlığa olan ilgisinin yüzeysel olduğunu söylemek yanlış olur. Aksine Prens incelikle tariflediği mimari dili, Prince’s Foundation for Building Community adlı vakfında hem mimarlık eğitimi, hem yardım programları, hem konut projeleri, hem de danışmanlık hizmetleriyle proje bazlı hayata geçirir. İngiltere çayırlarında, savunduğu kent planlaması yaklaşımlarını ve estetik değerleri somutlaştıran kasabalar kurar. Yeni Gelenekselcilik ya da Yeni Kentsellik akımlarının estetiğine ve planlama yaklaşımlarına sahip Poundbury bunlardan biridir. 19. yüzyıl klasizmi estetik öğelerinin eklektik bir dille kullanıldığı bu kasaba, Prens’in gözde projesidir. Bu gibi projelerde, desteklediği akımın teorisini ve pratiğini yaratan Leon ve Rob Krier kardeşler gibi mimarlarla çalışır. Vakıf, eğitim programları ve tasarım projeleri kapsamında, bu akımlardan yararlanan mimarlarla işbirliği yapar; danışmanlık başvurusunda bulunan yatırımcıları bu mimarlara yönlendirir.[10]

Prens Charles, tam 25 yıl sonra, bu defa RIBA’nın 175. kuruluş yılı kutlamasına davet edilir. Konuşmasında, aslında yıllar önce söyledikleriyle, klasizm ve modernizm arasında bir çekişme başlatmayı amaçlamadığını belirtir. “Bugün hâlâ klasizm savunucularının, modernizm, postmodernizm, post-postmodernizm savunucularıyla eşit derecede suçlu olduğunu” söyler üzülerek. “Form takıntılı yaklaşımlar ile, kent sakinlerinin planlama ve tasarımda rolü olması gerektiğini düşünenler arasında hâlâ derin bir uçurum var,” der. Esas vurgulamak istediği, tepeden inme yaklaşımlar ile tabandan yaklaşımlar arasındaki ayrımdır. Mayıs 2009’da yaptığı bu konuşmada Prens, kendi yaklaşımlarının halkın beğeni ve taleplerini esas aldığını tekrar belirtir. Katılımcı tasarım ve demokrasi vurgusu yapar.[11]

Ancak bu konuşma üzerinden bir ay geçmeden Prens, nüfuzunu kullanarak, İngiltere hiyerarşisinin en tepesinden, Chelsea Barakaları projesinin kaderini belirler. Bunu Katar Emiri’ne bir mektup yazarak yaptığı da daha sonra basına yansır.

 

Katar Şeyhi, Birleşik Krallık Prensi ve Lord Mimar: Soylular Kapışıyor

2009 yılı Haziran ayının ilk haftaları. Richard Rogers’ın ofisine bir telefon gelir. Katar kraliyet ailesinin yardımcılarından biri, Rogers’a projede kendisiyle çalışmaktan vazgeçtiklerini söyler. Mültimilyar sterlinlik Chalsea Barakaları projesinin sahibi olan Katarlılar, tüm tasarımı sonlanmış, projenin başlaması için son izinlerin beklendiği bir dönemde, birdenbire mimarı değiştirmeye karar verir.[12]

Katar Emirliği’nin gayri menkul şirketi Qatari Diar, 2007 yılında eski Chelsea Barakaları alanını 1 milyar sterlin karşılığında satın almış ve Richard Rogers’la çalışmaya başlamıştır. Londra’nın en kıymetli arazilerinden bir tanesidir bu alan. Projeyi yöneten şirket aynı zamanda İngiltere’de Harrods mağazalarının, Londra Olimpik Köyü’nün bir kısmının ve The Shard olarak anılan, ünlü mimar Renzo Piano’nun tasarımı gökdelenin %80 hissesinin de sahibidir. Katar kraliyet ailesinin İngiltere’deki yatırımları, hem İngiltere hem de Katarlılar için finansal açıdan stratejik önemdedir. Mimar Richard Rogers’ın üzerinde çalıştığı tasarım kamuoyuna ilk sunulduğunda, Prens Charles, Katar Başbakanı Şeyh Hamad bin Casim es-Sani’ye bir mektup yazar ve “kentin ruhu üzerinde yapılan devasa bir deney” olarak tasarımı eleştirir.[13] Planları gördüğünde içinin sızladığını söyler.[14]

Müdahale sonrasında yatırımcı daha geleneksel stilde bir mimari proje oluşturabilmek için yerel yönetime sunulan planları geri çeker. Bu durum karşısında yasal bir mücadeleye girişen Rogers, yine de 2011 yılında Katarlıların projeye başka bir mimari ekiple devam etmesini engelleyemez. Rogers, Katarlı yatırımcının, Katar’da olduğu gibi Britanya’da da kraliyet ailesi ile hükümetin aynı şey olduğunu düşündüğünü, bu yüzden de Prens Charles’ı karşısına almak istemediğini söyler.[15]

 

Chelsea Barakaları Richard Rogers projesi

 

Chelsea Barakaları Richard Rogers projesi

 

Chelsea Barakalarının Prens'in beğenisine uygun son hali

 

Chelsea Barakalarının Prens'in beğenisine uygun son hali

 

Mimarın kendi şemasına sahip çıkmak için geliştirdiği bu argümanlara karşı Prens’in taleplerini güçlendiren Chelsea Barakaları Eylem Grubu (Chelsea Barracks Action Group) da Prens Charles’ın prensiplerini paylaştığı estetik değerler odağında bir proje geliştirilmesini talep eder. Rogers, Prens’in halktan yana olduğuna dair yaratılmaya çalışılan bu algıyı şaşkınlıkla karşıladığını, onun olsa olsa zenginlerden yana olabileceğini söyler. Prens’in estetik beğenilerine referans aldığı, tarihteki bazı önemli mimarları örnek vermesini anlamsız bulur. O mimarların, yaşadıkları dönemde geleneğin devamı değil, aksine devrimci mimarlar olduklarını belirtir. Geçmişin devrimci girişimlerini, bugünün devrimci fikirlerini törpüleme aracı olarak kullanmayı garip karşılar. Ve ekler: “[Prens] Böyle konuları takip ediyor, çünkü kendine bir iş arıyor. Bu anlamda ona sempati duyuyorum. O gerçek bir işsiz […] Düpedüz kötücül düşünmüyorum, sadece yanlış yönlendiriliyor.”[16]

Chelsea Barakaları projesi, artık Rogers’ın sorumluluğunda değil. Tepkiler dolayısıyla yoğunluğu düşürülmüş bir bina programıyla devam ediyor. Farklı tarihlerdeki kaynaklarda rakamlar değişse de İngilizler, Chelsea Barakaları alanının satışıyla Katarlıları 250 ile 120 adet sosyal konut yaratma ve devlete doğrudan 78 milyon sterlin katkı taahhüdüyle bağlamış durumda. Tabii kentin bu en kıymetli alanından hayli uzakta inşa edilecek sosyal konutların milyonlarca sterlinlik yatırım değeri, politikacıların satış sürecini kamu yararına işleyecek bir süreç olarak pazarlamasını kolaylaştırıyor. Kimi kaynaklara göre 550, kimi kaynaklara göre 448 adet inşa edilecek lüks konutların satış fiyatları ise 2 milyon sterlin ile 50 milyon sterlin arasında değişiyor. Bu, Katarlı yatırımcının, kaba bir hesapla sadece dairelerden 12 milyar sterlinlik bir kazanç elde edeceği anlamına geliyor.[17]

Maruz kaldığı müdahalelere karşı çıkışlarında demokrasi ve şeffaflık vurgusu yapan mimar Richard Rogers’ın, sistem gereği seçilmiş değil atanmış biri olarak Lordlar Kamarası’nda olduğunu da hatırlamak gerekli. Ayrıca kendisinin de süregiden projelerden bazılarını biçimlendirmek için görüş yazarak süreçler başlattığı da kayıt altında. Ancak takibe açık bu eylemleri, talep ettiği şeffaflık ilkesine aykırı değil.[18]

Ancak Rogers’ın şüphe uyandıran proje süreçlerinin dışında kalan bir kariyere sahip olduğunu da söylemek zor. Katar kraliyet ailesinin girişimi olan Londra Hyde Park konut projesi buna iyi bir örnek. 2012’nin çok tartışılan projelerinden biri olan bu yatırım 3 milyon ile 136 milyon sterlin arasında değişen fiyatlara sahip 72 süper-lüks daireden oluşuyordu. Bu dairelerin %80’i, çoğunluğu British Virgin Islands’a kayıtlı anonim offshore şirketler tarafından satın alındı. Alıcıların kimliklerindeki gizlilik çeşitli yolsuzluk iddialarını da beraberinde getirdi. Mülk sahiplerinin, sistemin araçlarını kullanarak vergilendirme yöntemlerini aşarak ödeme miktarlarını azalttıkları tespit edildi.

Vergi ayarları, Rogers’ın mimar olarak doğrudan dahil olmadığı süreçler. Ancak, yatırımcıların %47 oranında sosyal konut yaratma şartına uymamaları ve konutların kıymetli proje alanının hayli uzağına yapılmış olması, İşçi Partisi destekçisi olan Rogers’ın politik ilkeleri ile mimarlık pratiği arasında orta yolu bulmak için esnek manevralar yapabildiğini gösteren kanıtlar.[19]

 

Muktedirlerin Sofrasında Bir Baharat: Demokratik Talepler ve Millî Değerlere Uygun Mimarlık

Çok uzun zaman önce değil, daha geçen sene Zaha Hadid Mimarlığın ortağı Patrick Schumacher, Dünya Mimarlık Fuarı sırasında Londra’nın konut sorununu çözmek için sekiz madde önerdi. Oldukça tartışılan bu maddelerden en çarpıcı olanı, tüm sokakların, meydanların, kamusal alanların ve parkların, mümkünse tüm kentsel alanın özelleştirilmesiydi. Bütün sosyal konut ve uygun fiyatlı konut projelerinin terk edilmesi, toprak kullanımına dair kısıtların ve her çeşit kira kontrolünün kaldırılması gibi diğer öneriler de kenti neoliberal ekonomi politikalarının dört başı mamur bir aygıtı olarak programlamak için gerekli adımları sıralıyordu.[20] Zaha Hadid Mimarlık, Schumacher’in manifestosunun tamamen kişisel görüşlerini yansıttığını ve ofisin resmi görüşü olmadığını açıkladı.[21] Schumacher görüşlerini, kentlerin, kent sakinlerinin değil ekonomi aygıtlarının kontrolünde geliştiği üzerine temellendiriyordu. Ona göre kenti yaratanlar her zaman olduğu gibi bugün de yatırımcılar ve karar alıcılar ile onlar adına çalışan planlama, tasarım ve uygulama ekipleriydi. Ona göre manifesto tartışma yaratmayı amaçlayan bir metin değil, yalnızca malumun ilamıydı.

Chelsea Barakaları projesi sürecine baktığımızda projenin kaderini esas belirleyenlerin Schumacher’in işaret ettiği muktedirler olduğu açıkça ortada. Belli ki Schumacher manifestosuyla sadece mevcut sistemin daha verimli çalışması için gerekli gördüğü birkaç adımı dile getiriyordu. İnsan, bu açıdan bakınca kamusal alanın çoktan lağvedilmiş olduğunu düşünmeye başlıyor. Yaşadıklarımız ise, sanki bir kamusallık sanrısından başka bir şey değilmiş gibi…

Chelsea Barakaları projesi süreci, kamuya duyurulan projelere karşı gelişen sivil tepkilerin niteliğine dair de makul şüphe duymamıza sebep oluyor. Bu tepkilerin demokratik talepler mi, yoksa farklı karar alıcıların manipülasyonuyla örgütlenmiş tepkiler mi olduğuna karar vermek  hiç kolay değil. Prens Charles’ın, Lord Richard Rogers’ın ve Katar Kraliyet ailesinin farklı yatırımcı ve kolaylaştırıcı paydaşlarla yarattıkları süreçlerde yaşananlar bu ayrımı yapmanın ne kadar zor olduğunu gösteriyor. Çıkar grupları kamuoyu oluşturmak için farklı iletişim araçlarını ustalıkla kullanıyor. Lord Rogers kendi savunduğu değerlerin, şeffaflık ve normlara dayanan demokratik süreçlerin temeli olduğunu söylüyor; Prens Charles’a anayasal sınırların kendisine tanımladığı çerçevede kalmasını öğütlüyor. Prens Charles da keza, halkın talepleri olduğunu iddia ettiği görüşleri hayata geçirmeye çalışarak aynı demokrasi kavramına sahip çıktığını iddia ediyor.

Tarihî mimari öğelerin ulus kimliğinin ‘özünü’ yansıtacak güncel bir mimari dil yaratma arayışında kullanılmasının sorunlu bir yanı yok. Bu arayışın, güncel mimarlığa dair üretilenlerin tümünün dili haline getirilmeye çalışılması esas sorunlu olan. Prens Charles’ın bir yandan kendi nüfuzunu kullanıp gizli gizli projeleri yönlendirmesi, diğer yandan da vakıf gibi resmî sivil toplum aygıtları üzerinden bunu açık açık yapması, dilediği mimarlığı yaymanın etkin bir yöntemi. Ancak tüm bunları yaparken halkın beğeni ve katılımını temel aldığını ilan etmesi, millî iradeden güç aldığını söylemesi, demokratik talep ve katılım kavramlarının da anlamını saptırıyor. Kendisini, kent sakinlerinin tercihlerinin doğrudan temsilcisi ilan edip yatırımcılarla masaya oturuyor; hangi mimarlarla çalışmalarının uygun olacağını söylüyor. Yatırımcı ile kentlinin doğrudan müzakere yolları kurmasını engelliyor ve kendi varlığını mutlaklaştırıyor. Yatırımcılar için ideal bir süreç bu. Projeler hızlanıyor, projelerin önündeki potansiyel engeller ortadan kalkıyor. Kitlelerin görünürlüğü ve çokseslilik, demokrasi kavramı kullanılarak, küçük zümrelerin elinde toplanan mutlak temsil gücünde yok olup gidiyor.

Günümüz dünyasında mimar kimliğinin belki de en iyi kurumsallaştığı ülkelerden birisi İngiltere. Richard Rogers’ın tekrar başlattığı tartışma, mimarlar, işverenler, soylular ve kent arasındaki ilişkilere dair güncel tartışmaları tekrar gündeme getiriyor. Rogers’ın, kitabın tanıtımı için yaptığı röportajlarda söyledikleri, küreselleşen inşaat ekonomisi, soylular, devlet ve mimarın rolü üzerine bugünün koşullarında ülkeler özelinde ve küresel ölçekte düşünmek için oldukça kışkırtıcı bir çerçeve sunuyor.  



[9] 8 Mart-20 Ağustos 2017, Circling The Square RIBA, Londra Sergisi notları ve Sergi kitapçığı.

mimarlık ve suç, mimarlık, Katar