Sanatın Değeri

Son dönemlerde sanatçı figürü bir dizi tartışmanın merkezinde. Örneğin sanatçının işçi sınıfına ne ölçüde dahil olduğu veya mütevazı mahallelerin mutenalaştırılmasındaki rolü gibi konularda. Son derece spekülatif bir sanat piyasasının yükselişi, kültür endüstrisinin hegemonyası ve çağdaş sanata çokuluslu şirketler tarafından el konulması gibi meseleler de sanatçının namını örselemekten geri kalmıyor. Sophie Coudray’in yaptığı bu söyleşide, araştırmacı ve sanatçı Dave Beech bu tartışmaya her türden ahlakçılığın ötesinde tarihsel bir perspektif kazandırmayı öneriyor. Beech’e göre sanat alanı kapitalizmin ve emeğin meta mantığına tabi oluşu karşısında özerkliğini muhafaza etmeyi başarmıştır. Bu bağlamda Beech estetik meselesi karşısında Marksist değer teorisinin yenilenmiş bir yaklaşımını savunuyor ve şimdilerde revaçta olan “dijital emek” tezleriyle polemik yürütüyor. [Daha önce e-skop’ta Sanat, Emek, Metalaşma başlığıyla kısa pasajları yayınlanan söyleşiyi şimdi uzun versiyonuyla sunuyoruz.]


 

 

Sanata ilişkin meseleler çerçevesinde Marksizm içinde yaşanan tartışmalarda son durum nedir? Hâkim entelektüel akımlar neler, ve anlaşmazlıklar temelde hangi konuları içeriyor?

Sanat ve kültür meseleleri konusunda Marksizmin bilançosu bir hayli parlak. Bununla birlikte Marksizm, tıpkı estetik felsefesi, sanat tarihi ve sanat eleştirisi alanlarındaki diğer akımlar gibi sanatsal üretimden ziyade, esasen sanat eserinin kendisine, bu eserlerle yaşanan deneyime ve sanatın söylemsel çerçevesine odaklanmıştır. Marksistler ve başka sol kesimlerden insanlar sanatsal üretimle ilgilendiğinde ise, maalesef şu iki paradigmadan birinin yanlış yorumunu takip ettiler: Sanatsal üretim ya emek olarak değerlendirildi veya emekle özdeşleştirildi ya da idealleştirilmiş bir sanat anlayışıyla yabancılaşmamış bir emek, emeğin bizzat reddiyesi gibi görüldü. Bugün kuramcılar, aktivistler ve militanlar arasında hâlâ bu iki düşünce modeli hâkim.

Sanatçının, çalışma ile hazzın birleştiği gelecekteki bir dünyayı temsil ettiği fikrinin zirveye vardığı dönemler geride kaldı, fakat hâlâ birtakım izleri görülebiliyor, çalışma karşıtı harekette olduğu gibi. Aynı zamanda, bugün, yalnızca sanatçının değil, sanat alanında çalışan stajyerlerin, asistanların ve hocaların sarf ettikleri kültürel emek için bir ücret sağlamaya dönük devasa bir siyasal çalışma yürütülüyor. Tüm bunlarda eksik olan ise (ve Art and Value kitabımda telafi etmeye çalıştığım şey) sanatsal üretimin özgün bir ekonomik analizi.

 

Art and Value: Art’s Economic Exceptionalism in Classical, Neoclassical and Marxist Economics (Brill, 2015) adlı kitabınızda kapitalist model içinde sanatın ekonomik analizi hakkında Marksist teorinin sınırlılıklarını gösteriyorsunuz. Sanatsal üretim konusundaki bu sınırlılıklar veya çıkmazlar nelerdir?

Kitabım iki bölümden oluşuyor. İlkinde iktisat biliminde sanat eseri hakkındaki tartışmaların ve analizlerin bir bilançosunu çıkarıyorum. İkinci bölümde ise önce sanatın metalaşması teorisi ve sanatın kapitalizm tarafından içerilmesi gibi kavrayışlar çerçevesinde Marksizmin –özellikle de Batı Marksizminin– bir değerlendirmesiyle başlıyorum, sonrasında da sanatın Marksist bir ekonomik analizinin yeniden inşasına girişiyorum. İlk bölümde ana-akım iktisat biliminin, sanat eserlerinin üretildiği ekonomik koşulları incelemek yerine, sanatsal üretimi bir meta üretimi olarak normalleştirmesine veya sanat eserlerinin yalnızca satımına ve yeniden satımına odaklanmasına çok sayıda itiraz getiriyorum. Dolayısıyla bu kitapta sadece Marksist teorinin sınırlılıklarıyla değil, hem ana-akım iktisat biliminin hem de Marksistlerin sanatsal üretimin istisnai koşullarına hasredilmiş bir analize dayalı yaklaşımlar geliştirmekteki başarısızlığıyla ilgileniyorum. Sanata ilişkin bir Marksist iktisadi yaklaşımın yokluğu çok daha geniş bir eksikliğin yalnızca bir görünümü.


 

 

Bu Marksist kurama katkınız nedir? Bir diğer ifadeyle, kapitalist sistem içinde sanatın üretimine ve “iktisadi açıdan istisnai” oluşuna dair tartışmayı nasıl yeniliyorsunuz?

Sanatın metalaşmasına ilişkin Marksist teoriyle, sanatın kültür endüstrisi tarafından içerilmesi ve gösteri dünyasına katılmasına dair başka kuramlarla uğraştım. Temel argümanım, sanatın kapitalizm tarafından ele geçirilmesine ilişkin çeşitli yaklaşımların ekonomik analizlerle bizzat kanıtlanması gerektiği yönündeydi. Böyle bir iddia, kapitalizmin tüm yaşamı bünyesine kattığı fikrinin varsayılmış bir eklentisi olarak, veya bir lüks piyasası olarak sanata ilişkin sosyolojik analizden türetilmiş biçimde yalnızca teorik olarak öne sürülemez. Elbette sanat için doğru olduğunu düşündüğüm iktisadi analizin ana hatlarını da verdim kitapta, ki bu sanatın üretim biçimine odaklanmalıdır, yalnızca sanat piyasasındaki ticari işlemlere değil. Sanat piyasası tipik biçimde kapitalist bir işleyişe sahip görünüyorken sanatsal emeğin analizi kapitalizm ile sanat arasında bambaşka bir değerlendirmeyi gerekli kılıyor. Bir üretim biçimi olarak sanatın başlıca karakteristiği, kapitalist üretim biçiminin gerektirdiğinin aksine, sanatçıların ücretli emekçilere dönüştürülmemiş olmasıdır.

Otuzlu yıllardan beri Batı Marksizmi çok sayıda fraksiyon kavgasından geçti, fakat neredeyse hiç sorgulanmamış bir şey varsa, o da sanatın metaya dönüştüğü tezi. Sanat piyasası son derece önemli ve dünya çapında bir ticari faaliyet teşkil ediyor. Dolayısıyla metalaşmayı kimi ürün türlerine yönelik piyasaların varoluşuna bağlı olarak ölçersek, bu durumda sanatın metalaştığı argümanı kesin bir yargı niteliği kazanır. Bir kez bunu ortaya koyunca da şeyleşme, kültün endüstrisi, gösteri, gerçek içerilme vs. hakkındaki daha geniş kuramlara doğru ilerlemek kolay oluyor. Bu kuramlarda da, bildiğimiz gibi, yalnızca kültürel üretimin nesnelerinin değil, bunları deneyimleyen öznelerin de metalaştığı öne sürülür.

Bununla birlikte Marx’ın kapitalist meta üretimine geçişe dair yaptığı analizin, üretim, dağıtım ve tüketim biçimlerinin dönüşümleri tarafından değil, toplumsal üretim ilişkilerinde meydana gelen dönüşümler tarafından belirlendiğini iddia ediyorum. Moishe Postone, Michael Heinrich ve Peter Hudis bunları benden daha iyi anlatıyor ama Marksist teoriye bu konudaki katkımın, kapitalist üretim teorisini sanatsal üretime uyarlamakla yetinmeyip sanat eserinin alım-satımına rağmen sanatsal üretimin hiçbir zaman tam anlamıyla kapitalist meta üretimine dönüşmediğini, dolayısıyla da sanat eserlerinin, kapitalist manada tam birer meta olmadığını kanıtlamamda yattığı söyleyebilirim.

 

Şu aralar Art and Labour adını taşıyacak olan bir kitap yazıyorsunuz. Sanat ve emek ilişkisine dair bu geniş problematik karşısında nasıl bir yaklaşım sergileyecek ve hangi meselelere el atacaksınız?

Yeni kitabım sanat kategorisinin ve onun üretim biçiminin özgüllüğünün ortaya çıkışını ve tarihsel seyrini ele alıyor. Genel anlamda sanat, ki resim, heykel ve müzik gibi birbirinden farklı sanat dallarından ayrı tutulması gerekir, tarihsel açıdan genel emek kategorisiyle tam olarak aynı zamanda ortaya çıktı. Marx der ki “emek çok basit bir kategori gibi görünür. Bu evrensellik içindeki emek fikri –genel olarak emek– de en eskilerinden biridir. Bununla birlikte, ekonomik bakımdan bu basit biçimi altında tasarlanan ‘emek’ de, bu basit soyutlamayı ortaya çıkaran ilişkiler kadar modern bir kategoridir”.[1] Benim kitabım da feodalizmden kapitalizme dünya ölçeğindeki geçiş aşamasında sanat dallarından genel olarak sanata geçiş sürecinin tarihsel bir yeniden inşasıdır. Sanatçı daha geleneksel olan zanaatkârdan emekçiye geçişte değil, aynı zamanda ve aynı bağlam değişimi esnasında zanaatkârdan sanatçıya geçiş süreci içinde yer alır.

Kitabın ilk kısmında zanaatkârdan sanatçıya, atölyeden stüdyoya, antikacıdan sanat tarihçisine ve aynı zamanda loncadan akademiye, stüdyoya ve sergiye geçişi ele alıyorum. İkinci kısımda ise sanat ile emeğin ütopik sosyalizmden çalışma karşıtlığına, siyasal düşüncede farklı tasavvur ediliş biçimlerini inceliyorum. Zanaatkârdan sanatçıya kesin geçişin, çıraklık sisteminin uzun süre daha geçerli olmasına rağmen esasen Rönesans sırasında meydana geldiği fikrini desteklemek yerine birbirinden farklı tarihsel geçiş biçimlerinin izini sürüyorum. Modern bir sanat kavramının 17. yüzyılda, resim ve heykel akademileriyle birlikte ortaya çıktığına dair varsayımı ve farklı güzel sanat dallarındaki benzer kategorileri inceliyorum. Lonca sistemine tekabül eden hiyerarşik sanat rejimi içinde kalmakla birlikte, güzel sanatların serbest sanatlara terfi ederek mekanik sanatların üzerine geçtiği alternatif bir güzergâh tasarlıyorum.

Sanatın kapitalizmin karşısına konuluşu tarihsel olarak güzel sanatların akademi tarafından, el emeğinin horgörüldüğü bir pratikler hiyerarşisi uyarınca terfi ettirilmesinde yatıyor. Bu horgörünün bugün hâlâ ortadan kalkmadığını da belirtmek gerekir. Akademinin sistemi zanaatkârlık, eğitim atölyesi ve sanat eseri tüketicileriyle dolaysız ticaret gelenekleri ile sanat arasında daimi bir hendeğin kazılmasına yol açtı. Fakat bunu 18. yüzyılın sonunda lağvedilecek aristokratik patronaj modeli temelinde gerçekleştirdi. Önceleri atölye bünyesinde gerçekleştirilen boya ve fırça üretimi gibi farklı işlerin sanayileşmesi ve yarı-sanayileşmesine dayanarak sanatın, güzel sanatlarda sözünü ettiğim bu toplumsal zeminden ayrışma meselesini sürdürdüğünü savunuyorum. Dolayısıyla sanat ile kapitalizm arasındaki esas bağ, ücretli emek tarafından metaya dönüştürülebilir, mekanikleştirilebilir, sanayileştirilebilir olan tüm bu sanatsal üretim unsurlarının, sanatçılara hammaddelerini satan işletmeler tarafından sağlandığı için sanata dışsalmış gibi göründüğü bir süreçte şekilleniyor. Art and Labour kitabı, Art and Value’da sanatın ekonomik istisnailiğine ilişkin bakışımı derinleştirip incelikli hale getiriyor.

 

II

Dijital emeğe ve dijital kültürel metalara ilişkin kimi güncel Marksist teorilere, bilhassa da Christian Fuchs’ın ortaya attığı üretici-tüketici (prosumer) kavramına itirazlarınız var. Bu itirazları biraz açabilir misiniz?

Christian Fuchs, Marksist değer teorisine yoğun biçimde başvurarak, dijital ürünlerin değerinin üretici-tüketiciler tarafından bir “artık izleme zamanı” (surplus watching time) aracılığıyla üretildiğini ileri sürüyor. Bu bakışı eleştiren Jakob Rigi ise, rakip bir Marksist değer teorisi yorumu aracılığıyla, dijital ürünlerin getirdiği gelirin tekele tabi ürünlerden çekildiğini çünkü dijital ürünlerin değerinin “sıfıra yöneldiğini” iddia ediyor.

Rigi üretim ve yeniden üretim terimleriyle, Marx’ın bireysel değer ile reel değer veya toplumsal değer dedikleri arasında bir ayrım oluşturuyor. Bu öneride teorik olarak herhangi bir yanlış olmamasına karşın bu yaklaşım dijital ürünlerin analizinde Rigi’yi bir hata yapmaya sevk ediyor. Çünkü Rigi söz konusu ayrımı, ürünü üretmek için gerekli emek zamanı ile bir programı veya dosyayı indirmek/ kopyalamak için gerekli emek zamanı gibi bir zamansal sekansa uyarlıyor. Rigi enformasyon ürünlerinin dijital yeniden üretiminden söz ederken, ürünün eşdeğer bir emek süreci aracılığıyla yeniden üretiminden ziyade ürünün çoğaltılmasına gönderme yapıyor. Enformasyonun özgül toplumsal ilişkilerinden ziyade ontolojisinin şu veya bu şekilde onun ekonomik karakterini belirlediğini ima ediyor. Çoğaltma ile yeniden üretimi karıştırarak, dolayısıyla da dijital malzemenin download edilmesiyle gerçekleşen dağıtım eylemi ile üretimi birbirine karıştırarak, yepyeni bir enformasyon ile, bir gün güncel olmuş olan fakat değeri ve keskinliği giderek düşen bir enformasyonun ekran görüntüsü arasında ayrım oluşturamıyor.

Fuchs dijital malzeme tüketiminin değer üreten bir emek biçimi olduğunu açıklıyor. Daniel Bell’in sanayi sonrası toplum teorisinin kurduğu çerçeveye takılıp kalmış olan sosyal ağlar hakkındaki tartışmanın yönünü değiştirme noktasındaki değerini teslim etmek gerekir. Bu teoride bir üretim olarak enformasyona vurgu yapılır ve Bell bunun Marksist emek-değer teorisiyle ele alınamayacağını iddia eder. Fuchs, üretilen metanın morfolojik değişimlerine takılmadan bir üretim biçimi analizinde ısrarcı olmakta haklı bence. Onun sosyal ağlar analizi Dallas Smythe’in teorisinden etkilenmiştir. Smythe’e göre radyoda ve televizyonda yayınlanan reklamların izleyici ve dinleyicileri, reklamcılara sözümona “izleyici metasını” (audience commodity) satan medya işletmeleri için artık-değer üreten emekçiler olarak değerlendirilmelidir. Michael Lebowitz’in Smythe ve taraftarlarına yaptığı eleştiride, bu “kulağa Marksist gelen iletişim teorisi” reklamcıların gelirlerini yükseltmek üzere dolaşım maliyetini ve zamanını azaltmaya yöneldikleri sürecin kötü bir yorumu olarak tarif edilir. Lebowitz der ki madem “önemli olan tek şey satın almaları”, reklam izleyicilerinin ve dinleyicilerinin “reklam karşısında gözlerini kapamaları” gerekir. Tüketicilerin “satın alarak kendi rollerini oynadıklarını” söyler. Bence sosyal ağlardair ekonomik analiz, Smyth ve Fuchs’tan ziyade Lebowitz yönünde ilerlemeli.

Siyasal bir bakış açısında Fuchs dijital enformasyon tüketicisini, kapitalizm için vazgeçilmez olan ev içi emek gibi ücretlendirilmemiş emeğin tanınması kampanyasına eklemliyor. Kendi ifadesiyle “ücretli emek fetişizmi” ücretlendirilmemiş emeği “sömürü kategorisi”nden dışlıyor. İşte Fuchs’un tüm argümantasyonunun özeti buradadır. Fuchs kendisinin maharetli bir Marx erbabı olduğunu kanıtlamak için çok uğraşıyor fakat değer üretiminden sömürüye geçiş, ya Marksizmin kötü bir yorumu ya da Marksizmin dışına atılmış bir adım. Nitekim Fuchs, tüketicinin faaliyetinin reklamcılar, Web 2.0’ın işletmeleri vs. tarafından ekonomik açıdan sömürüldüğünü savunmakla, genel anlamdaki sömürü ile Marksizmdeki özgün ekonomik sömürü fikri (ücretli emek tarafından üretilen ve kapitalist tarafından el konulan değer payı) arasındaki bağı yitiriyor. Böylece Fuchs tüketimi üretime dönüştürüyor. Bunu da Facebook profilini güncellemenin değer yarattığını kanıtlayarak yapmıyor; sadece kapitalist platformlar tarafından kâr elde edildiğini ve dolayısıyla ne kâr elde eden ne de ücret alan tüketicinin mecburen sömürüldüğünü söyleyerek yapıyor.

Böylesi bir tezin ortaya çıkardığı sorunlardan biri şu: Mevcut kaynakları için hedef alınan tüketicilerin sömürülmesinin siyasal ve ekonomik analizinde, internet üzerinden reklamı yapılan metaların üreticilerinin (mesela Çin’deki fabrika işçilerinin) maruz kaldığı sömürü ve Web 2.0 şirketleri tarafından istihdam edilen dijital ortam emekçilerinin (örneğin Hindistan’daki call center çalışanlarının) maruz kaldığı sömürü azımsanıyor, hatta tümüyle görünmez kılınıyor. Eğer tüketiciler sömürülüyorsa, o zaman ne kadar zengin ve daha fazla serbest zamana sahiplerse o kadar çok sömürülüyorlar demektir. Kapitalizm tüketicileri sömürmez, onların satın alımları aracılığıyla sermaye yatırımları üzerinden gelir elde eder.

sanat ve emek