Savaş Makinesi ve Kapitalizm

Vietnam’da göçebe rolünü oynayan, kapitalizm kültürüydü. [...] Amerikan askerleri göçebeydi, ama bunu istedikleri için değil, teknoloji bunu gerektirdiği için. [...] Bu göçebe hareket, diğer her şeyden ayrılmış o yaylanın yaratılması... işte kapitalist endüstrinin Vietnam semalarında mümkün kıldığı şey buydu: hiçbir sınırı yokmuş hissi veren ve her noktasından girilebilir, sızılabilir, erişimin serbest olduğu bir arazi duygusu yaratan sonsuz bir tampon...

Herman Rapaport “Vietnam: the Thousand Plateaus”


Bir taraftan, savaş, açıkça kapitalizmle aynı harekete uyar: Değişmez sermaye oranının büyümeye devam etmesi gibi, savaş da gittikçe bir “levazım savaşı”na dönüşür – insanın artık değişken bir tabiiyet sermayesini bile temsil etmediği, katıksız bir makinesel kölelik unsuru haline geldiği bir savaştır bu.

Deleuze ve Guattari, A Thousand Plateaus


Kapitalizm [...] tüm gücüyle kodları söker ve teritoryasızlaştırır.

Deleuze ve Guattari, Anti-Oedipus

 

Maria Zervos, Nomadology (The Route)/Nomadoloji (Yol), 2012. www.maria-zervos.com

 

Bireylerin ve grupların siyasi sürgün, kültürel yerinden edilme, şehir içi evsizlik, ve diaspora konumuna bağlı kısıtlanmışlık gibi zorluklara katlanmak zorunda oldukları bir çağda, tahakküm ve hegemonya yapıları karşısında göçebeliğin geçerli bir alternatif olduğu iddiasının son derece şaibeli göründüğü muhakkak. Özcü kategorileri zekice açımlayarak “disipliner terfi” peşinde koşan akademisyenlerin rağbet ettiği “teritoryasızlaşma” [deterritorialization] kavramının teorik bir göçebelikle sınırları aşması, kişisel özgürlükleri tehdit altında olduğu için, yoksul oldukları için veya benzer nedenlerle ulusal ve coğrafi sınırlar arasında göç etmek zorunda olan insanlara hiç de öyle ahım şahım bir şey gibi görünmeyecektir. “Rizom”dan “organsız beden”e, “arzulama makinesi”nden “yayla” ve “işte-bu olma”ya [haecceity] kadar, anlaşılması zor bir yığın metafor ve mecaza başvuran iki Fransız kuramcının göçebelik anlayışını savunmak, sözünü ettiğimiz maddi koşullar göz önüne alındığında, bir hayli tartışmalı hale geliyor. Birçok disiplinin gelişiminde “göçebeliğin” gözde bir başlık haline gelmekle kalmayıp bir tür avangardizme dönüştüğü bir zamanda, nomadolojinin [göçebebilim] değişik biçimlerini geliştirmeye çalışan kuramlar öne sürmek daha da tartışmalı. Edward W. Said, Robert Young, Rosi Braidotti, Frederic Jameson gibi önemli isimlerin hepsi, özellikle geçtiğimiz on yılda,  Gilles Deleuze ve Félix Guattari’nin eserlerini savundular.[1] Öte yandan, iki düşünürün çalışmalarını değerli bulmayanlar da oldu. Caren Kaplan, Christopher Norris ve Gayatri Spivak, Deleuze ile Guattari’nin nomadoloji, kapitalizm, arzu ve teritoryasızlaşma kuramlarını eleştirerek bunların “tarih karşıtı”, “nostaljik” veya “mekanik”; yüksek modernizme özgü birer “dil deneyi” oyunu; ve “patolojik bir bozukluğun” belirtileri olduğunu öne sürdüler.[2]  Kendinize hangi disiplini seçtiğinize bağlı olarak, Deleuze ve Guattari’nin göçebelik kuramı, antropoloji veya arkeoloji çerçevesindeki alışıldık göçebelik tartışmaları bağlamında tarihsel gerçeklikle alakasız görünebilir.[3] Deleuze ve Guattari’nin, göçebe kavramını felsefi bir çerçevede geliştirdiklerine kuşku yok. Ama sırf böyle yaptıkları için, mevcut durumun siyasi sorunlarıyla hiçbir ilgisi olmayan, anlamsız, tarihdışı bir gösterenler oyununa mahkûm olduklarını düşünmüyorum. Hem beşeri bilim hem de bilim alanından çok sayıda disipline ait düşünce ve görüşleri stratejik bir seçmeyle biraraya getiriyorlar. Bu yaklaşımları, günümüzde moda olan disiplinlerarasılık davasına katkıda bulunuyor olabilir; ama bu durum, kullandıkları terminolojinin, disiplin çeşitliliğinden ötürü zaman zaman anlaşılması zor olmakla birlikte, mevcut küresel dünya düzeni koşullarına maddi olarak yerleşecek bir felsefe dili geliştirme çabasını yansıttığı gerçeğini değiştirmiyor – “teritoryalaşma”, “gezginlik”, “devlet aygıtı” gibi, 21. yüzyıldaki ulusaşırılığın somut jeopolitik koşullarını ifade eden terimler bunlar.

Kuramcılar, Deleuze ve Guattari’nin nomadolojisini ister savunsunlar ister ona karşı çıksınlar, gündeme getirildiği örneklerin çoğunda ortak bir özellik var: İki düşünürün aslında gayet uzun ve karmaşık metinlerde ortaya koydukları nomadolojiyi, ziyadesiyle damıtılmış bir halde sunuyorlar. Bu damıtma yapısı –bir analizi hızla ve etkili biçimde bir sonraki aşamasına taşımak için metinlere yedirilen metalaşmış özetler– Deleuze ve Guattari’nin metinlerinde ağır ağır ve zengin biçimde serimlenen nomadolojinin can alıcı yönlerinin elenmesiyle sonuçlanıyor. Bence bu, Deleuze ve Guattari’nin metinlerinin meşakkatli ve uzun olmasına bağlanabilecek kaçınılmaz bir sonuçtan ibaret değil, bizzat sermayenin hareketinin belirtisi. Deleuze ve Guattari’nin nomadolojisi satılabilir bir meta halini aldı, bu özetler de halihazırda yaygın biçimde tekrarlanan bazı terminolojik hataların artmasına neden oluyor.

Bunun en iyi örneklerinden biri, hem büyük ilgi gören hem de ağır eleştirilere konu olan “teritoryasızlaşma” kavramı. Terimin, sadece, merkezîleştirici bir siyasanın dayatmalarından uzaklaşmaya yarayan özgürleştirici bir hareketi ifade ettiği düşünülüyor. Terime yüklenen bu anlam, apaçık bir olgu muamelesi görüyor ve Deleuze ile Guattari’nin muarızlarına, iki filozofun düşüncesinin baştan sona romantik olduğu hükmüne varmalarını meşrulaştıran bir “kanıt” sağlıyor (“Teritoryasızlaşma, idealist bir biçimde, her türlü özgül tarihsel zorunluluktan azade olunabileceğini öne sürüyor.”) Hatta bu kelime o kadar sık kullanılıyor ki, neredeyse “yapısöküm”ün bir nevi eşdeğerlisi halini aldı. Ancak, bu yazının başındaki pasajlardan da görüleceği üzere, teritoryasızlaşma her durumda bir hükümranlık bölgesinin özgürleştirici şekilde delinmesini ifade etmez; yazının ilerleyen bölümlerinde açıklık kazanacağı gibi, teritoryasızlaşma bir imparatorluk ve o imparatorluğun sermaye hareketi için en güçlü araçlardan biri de olabilir. Deleuze ile Guattari’nin eserlerini savunanlar arasında, terimin iki düşünürün metinlerinde nasıl serimlendiğine dikkat edenler bile terimdeki karmaşıklığı hafifletme yoluna gidiyor ve eserlerinde teritoryasızlaşmış “tikellikler”in ve “etkilenimler”in [affect] potansiyellerini irdeleyen çok sayıda bölümü es geçip sadece “birliği” vurguladıkları yerlere odaklanmak gerektiğini öne sürüyorlar.[4] Bu ve benzeri örnekler, nomadolojinin  içerdiği olanaklarla gerçek anlamda yüzleşmeyi ciddi şekilde zorlaştırmış durumda. Bu makale, Deleuze ile Guattari’nin teritoryasızlaşma terimi etrafındaki çelişkilere odaklanıyor; göçebe hareket ile sermayenin hareketi arasındaki farklara dair daha keskin bir kavrayış sunma amacı taşıyor.

Giriş kısmının çevirisine yer verdiğimiz makalenin tamamı için bkz: The War Machine and Capitalism: Notes Towards a Nomadology of the Imperceptible



[1] Bkz. Rosi Braidotti, Nomadic Subjects: Embodiment and Sexual Difference in Contemporary Feminist Theory (New York: Columbia University Press, 1994); Frederic Jameson “Culture and Finance Capital,” Critical Inquiry 24 (Güz 1997) s. 246-265; Edward Said, Culture and Imperialism (New York: Alfred A. Knopf, 1993); Robert Young, Colonial Desire: Hybridity in Theory, Culture and Race (Londra: Routledge, 1995).

[2] Caren Kaplan’a göre, Deleuze ile Guattari’nin teritorya ve göçebe teritoryasızlaşma kuramları, yapısöküme uğratma derdinde oldukları modernist estetiği ister istemez yeniden üreten birçok Batılı postmodernistin “post-yapısalcı paradigmalarından önemli noktalarda ayrılmakla” birlikte, yine de “emperyal” olmaya devam ediyor, zira göçebelik savunuları özgül tarihsel durumlarla kültürel farklılıkları “bulanıklaştırıyor”: [...] Questions of Travel: Postmodern Discourses of Displacement (Durham: Duke University Press, 1996) s. 86-90. Konuya başka bir açıdan yaklaşan Christopher Norris, Deleuze ile Guattari’nin “durmaksızın başı boş dolaşan” göçebesinin, ilkeler oluşturma ihtiyacına cevap vermediği gerekçesiyle reddedilmesi gerektiğini –nitekim Kant’ın da bu kavramı peşinen reddettiğini– öne sürüyor: “Kant [Deleuze ile Guattari’nin] gözde metaforu [göçebeyi] öngörmüş, ve kullanışsız (“temelci”) bazı bilgi ve hakikat kavramlarının her türlü akılcı, ilkeli veya hakikati arayan argümana karşı topyekûn bir kuşkuculuğa yol açmasıyla ortaya çıkan patolojik bozuklukların belirtisi olduğunu düşünmüştür. [...]”: The Truth About Postmodernism (Oxford: Blackwell Publishers, 1993) s. 231. Deleuze ile Guattari’nin eserlerinin mekanik olduğu eleştirisi, malum, Gayatri Chakravorty Spivak’ın “Madun Konuşabilir mi?” başlıklı meşhur makalesinde yer alıyor: “Deleuze ile Guattari’nin arzu, iktidar ve öznellik arasındaki ilişkileri dikkate almamaları, bir çıkarlar kuramı ortaya koymalarını engellemiştir. ... Bu filozoflar [Foucault, Deleuze ve Guattari], ideoloji kavramını metinsel değil sadece şematik olarak adlandıran bütün argümanları reddetmeye mecbur oldukları için, çıkar ile arzu arasında mekanik bir şematik karşıtlık kurmaya da aynı ölçüde mecbur olmuşlardır. Böylece, burjuva sosyologlarıyla aynı çizgiye yerleşirler [...]”: Marxism and the Interpretation of Culture içinde, (ed.) C. Nelson ve L. Grossberg (Basingstoke: Macmillan Education, 1988) s. 273. [Türkçesi: Madun Konuşabilir mi?, çev. Gökçen Ertuğrul, Emre Koyuncu, Dilek Hattatoğlu (Dipnot Yayınevi, 2016), çeviri kullanılmadı]

[3] Gerçi, Pierre Clastres, Jacques Meunier, V. Gordon Childe, James Mellaart, ve şehirci Jane Jacobs gibi, bu alanlardaki uzmanların eserlerine sık sık göndermede bulunurlar.

[4] Özellikle Todd May’in “Difference and Unity in Gilles Deleuze” başlıklı makalesini düşünüyorum, Gilles Deleuze and the Theater of Philosophy içinde, (ed.) Constantin V. Boundas ve Dorothea Olkowski (New York: Routledge: 1994) s. 33-50. Her ne kadar May bu makalesinde çoğunlukla Deleuze’den bahsetse de, başta Bin Yayla olmak üzere Guattari’yle yaptığı ortak çalışmalar için de aynı şeyi söylemek mümkün.

deleuze ve guattari