Sen Sustukça Bedenin Konuş(t)ur(ulur)

28/11/2012 / skopbülten / Göksu Kunak

‘Ben’in bir ‘beden’ ve ‘ruh’ olarak varlığı her dönemde kafaları kurcalayagelmiştir. Kimileri bedenlerini Tanrılara sunmuştur; kimilerininse yok olduktan sonra farklı bir yaşamda varoluşunu gerçekleştirecek bedenleri olmuştur. Antikite’nin pürüzsüz tenli bedenleri; İsa’nın acı çeken bedeni; Ortaçağ’daki kilise duvarlarında yan yana istiflenmiş, Rönesans’ta perspektifle birlikte yeni bir gösterime sahip olan bedenler; uzanan Tanrıçaların parlak tenli bedenleri; Rembrandt’ın ameliyat masasındaki; Rodin’in parçalanmış bedenleri; Ingres’in, Rénoir’ın, Cezanne’ın ‘yıkanan’ bedenleri-‘kadının’ bedeni; farklı açılardan aynı anda tek bir düzlemde görebilmeye başladığımız “Avignonlu Kadın”  bedenleri... Uzayıp giden bu liste bize tarih boyunca bedenle ne kadar iç içe olduğumuzu kanıtlar. Beden bir arzu nesnesidir; aynı zamanda masumiyetin ya da kutsallığın sembolü.  Her dönemin kendine has bir beden algısı; anatomiyle, genetikle, günümüzde ise estetik cerrahiyle bedeni anlamak ve dönüştürmek çabası vardır. Beden, bakışı üstüne çeker; ya pürüzsüzlüğüyle ya da içi dışında parça parça oluşuyla. Her durumda beden ilgi uyandırır, haz veren ve/ ya da iğrenç bir nesne olarak. Foucault ise iktidarın bedeni nasıl şekillendirdiği üzerinde durur.  Okul, hapishane, hastane, kışla, 19. yüzyılda bedeni şekillendiren mekânlardır.[1] Günümüzde ise bu şekillendirmenin birincil mecrası ekrandır. Ekrandaki görüntüler iktidarların bedeni görmek istedikleri şekle bürünür. Öte yandan mimarî de bedenin şekillendirilmesinde önemli bir rol oynar. Barınma gibi birincil bir ihtiyacı karşılayan yapılar oluşturulması istenen bedenlere uygun şekilde tasarlanır. Bedenlerin nasıl şekillendirileceği; bu şekillenmiş bedenlerin nasıl dağılacağı, ya da dağıtılacağı; dokunabilir mi olacağı yoksa Merleau-Ponty’nin anlattığı gibi imge beden[2] olarak mı varlığını sürdüreceği planlanır, düzenlenir. Artık mekânına kapanan beden, dijital ortam sayesinde sosyalleşebilmekte, tüketebilmekte, her türlü hazzı yaşayabilmektedir. Tabii ki bu dönüşüm, tüketimin ön planda olduğu günümüzde reklam denen yeni tanrının asasıyla olacaktır.

19. yüzyıldan bu yana bedenlerin kontrolü ‘göz’le sağlanmıştır. Bu gözün niteliği ve bakışı dönemine göre değişir. Pek çoğumuzun deneyimlediği örneklerden biri okul sıralarında öğretmenin özendirdiği ‘çiçek çocuk’tur. Kollar kavuşturulur, sessizce oturarak ders izlenir. Çiçek gibi güzel(!) ama sessiz(!). Tek bir noktadan bütün öğrencilerin görünmesi önemlidir. ‘Çiçek çocuk’ olarak adlandırılan oturma şekli, bedeni kendi içine kapatarak sesleri ve kafaları da kapatmaktadır. Önemli olan o sınıfın iktidarının -yani öğreticinin- vermek istediği mesajı vermesidir. Bakış, çok önemlidir. Kopya çekerken bakılıyor olmasanız bile bakılma ihtimaliniz sizi durdurabilir. Derste disiplin bu şekilde sağlanır. Bizim toplumumuz üzerine konuşacak olursak, evdeki baba okulda öğretmene daha sonra da ‘Devlet Baba’ya dönüşür.

Foucault The Birth of Prison adlı kitabında sürekli bir gözetlenmenin olduğu; gözetlenen bedenin gözetleniyor olmasa bile gözetlenebileceği hissine sahip olduğu bir duruma, Jeremy Bentham’ın 18. yüzyıl sonunda tasarladığı hapishane projesi Panoptikon’u örnek gösterir. Bu yapı ‘bakış’ın bedenler üzerindeki hakimiyetinin başlangıcı sayılabilecek bir tasarımdır. Bentham, bu yapıyı salt hapishane işlevine hizmet etmesi için tasarlamamıştır. Foucault kitabında ilk hapishanelerin bu plana göre yapıldığını anlatır. Panoptikon’da halka şeklinde bir binanın merkezinde bir kule bulunur. Bu kulede geniş pencereler açılmıştır ve bunlar halkanın iç cephesine bakmaktadır. Halka bina ise hücrelere ayrılmıştır. Her bir hücrede biri iç, biri dış cephede olmak üzere iki pencere vardır. Bir zindandakinin tersine bu hücrelerin iyi ışık alması önemlidir; çünkü bu şekilde kuledekiler hücrelerin içini rahatlıkla gözler.



Jeremy Bentham'ın Panoptikon tasarımı, 1787


‘Bakış’ farklılaşmakta olsa da gözetlenme ve gözetlenebilme ihtimali bugün de bedenlerin kontrolünde önemli bir unsurdur. Günümüzde bedenler kendi kendilerini gözetlemektedirler. Artık herhangi bir yaptırıma da gerek kalmaz. “Normal insan nasıl davranır?” sorusu akıllardadır ve kişi sokaktaki insanlar, komşular, hatta arkadaşlar tarafından gözetlenerek; ve tabii onları da gözetleyerek bedenini şekillendirir. Baudrillard, Simulakrlar ve Simulasyon kitabında 1970'lerde yayınlanan bir televizyon programını Foucault’nun açıklamış olduğu panoptik sistemin sonu olarak değerlendirir.[3] Bu, Loud Ailesi’nin 300 saat boyunca izlendiği, Biri Bizi Gözetliyor benzeri bir programdır. Gerçekliğin kimin gerçekliği olduğu sorusu akıllara gelmeye başlar. Baudrillard’a göre artık, despotik bir bakıştan ziyade, bakan ve bakılan arasındaki ilişkiden doğan bir hapsetme söz konusudur. Artık durum tersine dönmüştür. Bakılan artık kendi kendisine bakarak; televizyonda, internette gördükleri ile karşılaştırarak, kendi bedeninin sınırlarını, yapması gerekenlerini; yapabileceklerini, şeklini şemalini tanımlar, dönüştürür. Artık söz konusu kişi, bu bakışla kandırılır ve kendi kendisini kandırarak kandırılır.

Bu yazıda, bakan-bakılan ve gözün/(gözün) iktidarın(ın) beden üzerindeki denetimini incelerken; bedenin, fetiş nesnesi haline gelmesinin, cinselliğe bakışın değişmesinin; bedenin şekillendirilmesi gereken bir şeye dönüşmesinin, yönetilmesinin; ve bu olguların bedenin kullanımına, dansa, mimarîye etkilerinin üzerinde durmaya çalışacağım.

      ●

Ritüellerde dansla betimlenen avlanma sahnelerinden Fransız Sarayında ortaya çıkan baleye, günümüzün çağdaş dans ve performanslarına kadarki süreçte dansın ‘gösterilmek’ üzerine şekillendiğinin yadsınamayacağını düşünmekteyim. Dansçının bedenine bakarken bizi eğlendirmesini isteriz. İzleyici, özellikle çağdaş sahnelemelere kadar, dansçıda belirli bir beden yapısını görmek istemekte; bir şekilde dansçı bedeni fetişe dönüşmektedir. Çağdaş dans ile birlikte, farklı sahne kullanımları ile bu bakışın kırıldığı da söylenebilir. Yine de dans, bakan ve bakılana, desire’a göre şekillenir.

Dans tarihçisi ve teorisyeni Ramsay Burt, özellikle bale ve cinsiyet üzerine çalışmalarında Pas de deux örneğini verir.[4] Burada balerin genellikle izleyene bakar; erkek ise partnerine bakarak onu işaretler ya da yukarı doğru, yani boşluğa bakar. Sololarda balet büyük atlayışlar yapıp, mekânı daha geniş kullanırken; balerinin küçük ve ‘narin’ hareketlerle kendi bedenine yakın, kapalı olarak dans ettiği görülür. Zaten bedenleri birer fetiş nesnesidir aslında. Kostüm, ışıklar, bedenler... Burt, izleyicilerin bir dans performansına kendi deneyimlerine, alıştıkları görme biçimlerine göre reaksiyon verdiklerini anlatır. Bedeni de bu beyinde oluşmuş kodlara göre izlerler. Dans bir izleyicinin varlığı gözetilerek şekillenir. Yani görme rejimi, bedenlerin ele alınış biçimi, diğer sanatlar gibi dansı da etkilemektedir.

Dans, kimi zaman bir süsleme, tüketim nesnesi olarak görülebilmektedir. Seyirci dansçıdan onu eğlendirmesini bekler. Bu durumda dans içindeki ruhtan arındırılır. Duygudan çok hareketlerin yoğunluğuna indirgenir. Oysa uçan bedenler, kafaya kalkan bacaklar, büyük sıçrayışlar değildir dans. Isadora Duncan ya da daha sonra 1960’larda Judson Dance Theatre’ın çalışmalarında olduğu gibi ‘hisseden’ dans edebilir. Bu gruptaki koreografların üretimlerine sokaktaki adam da katılabilmiştir. Yürümek bile, ne büyük bir dışavurumdur! Yvonne Rainer’in hareketleri, Trio A’da daha da saflaşır. Martha Graham, büyük dansçıların tekniklerinden dolayı değil, tutkularıyla var olduklarını belirtmiştir. Politik mesajlar içeren, Franko döneminin baskısından arınma aracı, bastırılmanın dışavurumu olan flamenko ve tutkuyu, erotizmi içeren tango şu anda popülerleşmiş, turistik eğlencelere de dönüşmüştür (belki de ben öküzün altındaki buzağıyı arıyorum). Oysa onlar acılardan ya da tutkulardan ve hayatın içinden çıkarlar. Günümüzde, tangonun içindeki tutkunun nasıl algılandığı sorulabilir. Erotizm hala yaşamakta mıdır? Marcuse, eski bir kentin duvarları ile Manhattan sokaklarındaki bir aşk gezintisini; çayırda sevişme olgusuyla otomobil içinde sevişme olgusunu karşılaştırarak ikinci durumda libidonun kısıtlanışına değinir.[5] Makineleşmiş bir çevre tarafından engellenen libido, cinselliğin ötesine geçme yeteneğinden yoksunlaşır. Ona göre teknoloji toplumu, erotik olanı zayıflatarak cinsel gücü arttırır, yücelme için sınırlar koyar. Günümüzde cinsellik anlayışı değiştirilmektedir. Tüketilen cinsellik farklıdır. Farklı bir cinselliği satabilmek, dansçının bedenini kullanımını da belirli kurallara indirgemek, içerisindeki ruhu azaltmakla gerçekleşebilir. Anlamı yok edilir. Sokak dansı, sahnede, özel yağlarla parlaklaştırılmış, fetiş bedenlere dönüşür.

Bedenlerin geçirdiği değişimlerden biri de, tabii ki dijitalleşmedir. Özellikle çağdaş dansta/ performansta dijital teknolojilerin sıklıkla kullanıldığını görüyoruz. Bedenlerin dijitalleştiği bir dönemdeyiz. Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon kitabında simülasyonun referensa bağlı bir varlık olmadığından; orjini ya da gerçekliği olmayan bir ‘gerçek’ oluşundan bahseder. Modern toplumun bütün gerçekliği ve anlamı işaretlerle ve sembollerle değiştirdiğini; artık insanların deneyimlerinin gerçeğin kendisi olmaktan çok, gerçekliğin simülasyonları olduklarını söyler.

Cie Mulleras topluluğunun 96Details adlı perfomansı tek bir dansçı ve onun bedeninin projeksiyonlarından oluşur. Görsel olarak; dansçı-nın/ların performansı, kullanılan medyalar, koreografi ve müzik açısından heyecan verici olan bu performansta, önceden çekilmiş olan hareket dizgesi, kanon oluşturacak şekilde dansçının bedeni ile birlikte çalışır. Böylece dansçı 2. ve 3. boyutlarda izlenir. Dansçı tek başına başlar ve sırayla projeksiyonlar koreografiye eklenir. En sonunda tek bir dansçıyı değil, bir dans topluluğunu izleriz. Dijital bedenler de oyuna katılmışlardır.



Cie Mulleras, 96details


Bu noktada daha önce de değindiğimiz “imge-beden” ve “şema-beden”den bahsedebiliriz. Şema-beden, dokunulabilir olandır. Figür ve arka plan ilişkisinde bir nesne olarak onun varlığından söz edebiliriz. “İmge-beden” ise bedeni(mizi) beynin nasıl şekillendirdiğidir. İmge beden us tarafından bedeni algılayışımız, şema beden ise beynin algılayışıdır. Bedenin dünyayla ilişkisi düşünüldüğünde, bedenin işlevi değişmektedir. Dokunulabilir olan “imge-beden”e dönüşmektedir. Dijital teknolojilerin iyice yayılmasıyla birlikte, bedene ilişkin algı da değişmektedir. Dokunulabilir olan, et ve kemikten oluşan bir beden algısının ötesine geçilir. Dijital teknolojiler bedeni tekrar oluşturmakta ve "bugünün teknolojileri ‘fiziksel’ olanı gerçek olmayana; daha doğru bir anlatımla: sanal olana (virtualization) çevirmektedir".[6] Dansta sanal olan; dansçının ruhunu, terini ve nefesini bize aktarmaz artık. Fakat bu kez de bambaşka bir görsellik vardır; izleyici dijital görüntü karşısında başka türlü heyecanlar duyar. Bu tip teknolojilerin kullanıldığı performanslarda, dansçı aracı olmaktadır.

Marcuse, teknolojik gerçekliğin geleneksel bedenleri yıktığından bahsetmişti. Peki bu korkutucu mudur? Baudrillard da simülakrlardan bahsederken onların korkutuculuğunu değil, yeni bir gerçeklik oluşlarını vurgulamıştı. Yani yıkım olarak görülen aslında yarara dönüşebilir. Belki de siborg bedenlerin, bedenin kapasitesinden azami ölçüde yararlanmayı sağladığı bile söylenebilir… Hint Tanrıları gibi... Daha fazla kol, daha iyi çalışır biyonik bir bacak!.. Öyle ya, dijital olan beden, istenilen şekle sokulabilmektedir. Gelişen teknolojiyle bedenin sınırları zorlanabilir.

Postmodern dönemde haz, tüketilen ve denetlenen bir şeye dönüşmüştür. Artık bireyler narsist bir biçimde kendi bedenlerine odaklanırlar. Bireyin kendi bedeni üzerindeki çok yönlü denetim çabası, tüketimi arttırma ve bedenler üzerindeki denetimi sağlama arzusuyla bağlantılıdır. Fitness salonlarında durduğu yerde koşan bedenler bu yüzdendir. Marcuse, Tek Boyutlu İnsan kitabında insan etkinliğinin erotizmden uzaklaştığını, bireyin zevk almakta olduğu çevrenin kısıtlandığını anlatır. Foucault ise bu durumu kısıtlama olarak değil, içe sızma olarak açıklar. Söz konusu olan cinselliğin bastırılması değildir belki, ama farklılaştırılmasıdır. Belki de tek kişilik bir kendi kendine haz alma durumudur. Bu durumun kaynağı da ekranlardaki ya da mağazalardaki bedenlerdir, tüketim nesneleridir. Sanal ortamlarda, ekranlarda, reklamlarda; artık bazı temel alışkanlıklar bile haz nesneleri haline getirilmektedir...

Butler, Singer gibi bazı düşünürler, cinselliğin, bedenlerin, seçimlerin kontrol altına alınmasını, normatifleştirme çabasını AIDS salgınından sonraki değişimlere, değiştirilmelere bağlar.[7] Singer’a göre AIDS korkusu öne sürülerek eşcinsellik bastırılmaya çalışılmış, yeni bir kontrol mekanizması öne sürülmüştür. Medya ve tıbbın epidemiyi kâra çevirdiği görülür. AIDS salgınından sonra yayılan ölüm korkusuyla birlikte, öncelikle korunmanın ön plana çıkarıldığına; yaratılan yeni erotik imgelerle, estetik hazlarla, bedenlerimizle ilgili oluşturulan yeni hikâyelerle, alternatif haz alma yöntemlerinin empoze edildiğine değinir. Burada çelişkili bir görüntü vardır. Haz, özgürleştirilir gibi gösterilirken nesnelere aktarılarak fetişe çevrilmektedir. Kişi, bir nevi bağımlı hale getirilmektedir. Artık o nesne olmadan bedenini yeterli hissedemez. Çünkü aşinalaştırılan, her yerde sunulan bedenler; o nesne, o vücut, o görüntü birer gösteriye dönüşmüştür. Kişi artık kendini kolay kolay kabul edemez, bedeniyle savaşır. Çünkü kendisini kabul ederse tüketim süremeyecektir. İşte yaşamın tüketime indirgenmesinde Singer, dil yoluyla güzel bir örnek veriyor: “I had a good time, we had great sex[8] gibi. Artık yaşam ‘sahip olma’, ‘edinme’ üzerinden gelişmektedir: tamamen tüketim halinde. Belki de bu sürekli tüket(il)me hali bizzat tüketimin kendisini yok eden olacaktır. Adorno’nun[9] “kültür çelişkili bir metadır… Kullanım sırasında da öyle körü körüne tüketilir ki kullanılamaz olur”  sözü bana bu umudu verdi. Gerçi koca bir endüstriyi düşününce, tüketimin kendi kendisini tüketerek yok olması mümkün görünmüyor.

Baudrillard, tüketim-beden ve haz ilişkisinde, nesneler aracılığıyla bedenin yeniden keşfedildiğinden bahseder. Kendi bedeni için yıldırım aşkına tutulan kadın, kendisini güzellik enstitüsüne atar, bedeninin yeniden keşfini bronzlaşma, spor, moda ile; çeşitli nesneler aracılığıyla gerçekleştirir. Beden artık “en parlak, en mükemmel, en işlevsel nesnedir.”[10] Narsist bir şekilde kendi kendini tatmin; bedenlerin kişinin çevresinin, hazzının, zamanının düzenlenmesi; tüketilmesi söz konusudur. “Yapısı bozulmuş beden, yapısı bozulmuş cinsellik düzeyinde ekonomik bir verimlilik süreci kurulabilmesi için bireyin kendisini nesne olarak, nesnelerin en güzeli olarak, en değerli değiş tokuş maddesi olarak görmesi gerekir”.[11] Gözetleyici sadece kulede değildir. Artık hepimiz, Panoptikon’un bahçesinde güle oynaya günlerimizi tüketiriz. Fakat kule hala orada varlığını sürdürür... Tıpkı bir anıt gibi içi boş olsa da yapılması gerekeni hatırlatır. “Biz artık hücrede değil, bahçedeyiz” diye sevinirken çitin arkasına geçemediğimizi fark edemeyiz. Bahçe iznini almış olarak rahatça hareket ederken iktidarın bizi daha rahat bir biçimde tanımasını, anlamasını ve bu verilere göre denetimini oluşturmasını sağlarız. Bizim ayaklanmamız iktidarı -ya da iktidarları mı demeli- huzursuz eder. Bunun yerine iktidar anketlerle, internetle, kimliğimizi ifşa ettiğimiz internet siteleriyle bizi öğrenirken, ‘bize hizmet etme’ adı altında, bizim sevdiğimiz yollarla bedenlerimizi yönlendirir. Hepimiz birbirimizi merak ederken hücrelerin içinde; şimdi bir açlık içerisinde gözetler ve gözetleniriz. Gözetlenmesek bile gözetlenebileceğimiz düşüncesine göre hareket ederiz. Kendimizi düzenler, normlara uydurur ve bedenimizi şekillendirmek için çaba harcarız.

Bedenlerin denetlenmesi ve belirli bir tipin oluşturulması, tabii ki reklamlarda net biçimde görülür. Bedenlerin nesnelere sahip olarak kendilerine yatırım yapmaları ile elde edilecek hazlar öne çıkarılır. Güzel olan, kayda değer olan, moda olan sunulur ve bireyler bedenlerini bunlara göre düzenler. Zorlama, kısıtlama değil; özendirme ve normlar söz konusudur. Kişi kendi kendini gözetleyerek bedenini bu normlara uydurmaya çalışır. İstenilen beden temsilleri bu reklamlar aracılığıyla sunulur. Dondurma, haz kaynağına dönüşür. Olması gereken şekilde bedenlerini yöneterek mükemmelleştirmiş kadın ve erkekler haz içerisinde çikolataları, şekerleri yiyip fitness ya da body building vb. aktivitelerle reklamda olduğu gibi ‘form’ yiyip formda kalırlar. Sunulan bedenler de Photoshop gibi programlarla üzerinde oynanmış ya da 3d Max gibi programlarla baştan yaratılmış, ama gerçek gibi görünen bedenlerdir. H&M markasının yaz sezonunda ‘siyah tenli beyaz’ kadınlarla bikinilerini sunması ise ilginçtir. Her nesne, duygu, yer; konumundan, bağlamından gerekirse koparılır. Sokak dansı sahnelere, sokak sanatı galerilere girer. Mesela Nike markasının dans kampanyasını hatırlayalım. Burada söz konusu olan şudur: dansın harekete ve şova indirgenmesi, dans olarak adlandırılan şey aracılığıyla mükemmel bedenlerin tüketimi; bu bedenlere ulaşabilmek için Nike kıyafetleri, Nike ayakkabıları giyerek kimlik edinebilme şansı!



H&M mayo koleksiyonu tanıtım fotoğraflarından


Bedenin nasıl yönleneceğini, nerede barınacağını belirleyen, uzuvların hareket etme kabiliyetini kontrol eden, rahatlığa ya da huzursuzluğa kapı açan mimar ya da tasarımcının önemli bir rolü vardır.

Ülkemizde 1980’lerden bu yana mimar-müteahhitler, müteahhitler ve işini büyütmüş inşaat firması sahipleri, hızla rant ve piyasa odaklı yapılar inşa etmektedirler. Paketlenmiş yaşamlar sunan siteler ve condominiumlar küçük birer şehir gibi işler. Kendi mikrokozmozunu oluşturur. Yeni bir yaşam biçimi sunar; ve genellikle geliri yüksek kişiler tarafından statü aracı olarak kullanılırlar. Bu kişiler bedenlerini sunulan paket yaşama uygun olarak düzenlemekte zorluk çekmezler; yeter ki tüketebilsinler; tüketimlerini gösterebilsinler. Kamusal alandan, sokaktan uzak bir biçimde kendi içine dönük bu yaşam birimlerinde ‘farklılıklarını’ ifşa etmek isterler. Korumalı bu yapılaşmalar garip bir korku mimarisini içerirler. Bedenler hapsedilirler fakat bu hapis olma durumu için büyük rakamlar ödenir. Bu kompleksler içlerinde alışveriş merkezi, spor salonu, restoran, havuz vb. alanları da barındırırlar. Böylece içlerine girdiniz mi çıkmanıza gerek kalmaz. Günümüzde zaman kavramının yanında mekân da önem kazanmıştır. Fakat bu mekân soyuttur. Yersiz yurtsuzdur diyebiliriz. Bedenler gelişen teknolojiler sayesinde aynı anda birkaç mekânda bulunabilir. İnternetin yardımıyla, fiziksel olarak içeride olsanız da, dünyanın herhangi bir yerine kolayca ulaşabilirsiniz; dokunulabilir bedenin bir mekana saplanıp kalması durumu gözlenir.



Metropol İstanbul, 3d model fotoğrafı


Condominiumlar daha çok şehrin içerisinde yaşamak zorunda olan fakat genellikle tek başına yaşayan bireyler için düşünülmüştür. Otel mantığında işleyen condominiumlar içerisinde bulunduğu şehrin dokusunu önemsemeksizin kendi varlıklarını dayatırlar. Bedenler, yaşadıkları binadan şehri yukarıdan gözler ve bedenleriyle bu şehir arasına belirli bir sınır koyarlar. Birçok yapı şehirden uzaklaşma, yapay bir huzur arama eğilimindeyken, condominiumlar şehirde kalmayı tercih eden 21. yüzyıl bedenleri için tasarlanırlar. Şehrin içerisinde alan kalmamış olması yukarı doğru yükselmeyi gerektirir. Buralarda bedenlerin gözlenmesi kamera, güvenlik vb. ile olur. Size gözetlenildiğiniz hissettirilmemeye çalışılır; tüketici olarak rahat olduğunuzu hissetmeniz istenir. Ama siz gözetleniyor olma ihtimalinizi zaten bilirsiniz ve ona göre hareket edersiniz. Önemli olan çalıştırılarak yorgun düşürülmüş bedeninizi sadece belirli saatlerde bu mekânda salındırmanızdır.

Paketlenmiş yaşam merkezleri ve condominiumlar, satın alanların ihtiyacına göre tasarlanmış , ‘onlar için özel üretildiği’ düşünülen mekânlardır; halbuki bir prototipe göre tasarlanır. Bu ‘özgür’ bedenler gerçekten de isterlerse lüks evlerinde oturma, isterlerse 10 metre ötedeki alışveriş merkezine gitme, spor salonuna inip bedenlerine yatırım yapma, yapının önündeki havuz kenarında çocuğunu gezdirme, Pazar günü ailesiyle yan binadaki restoranda yemek yeme şansına sahiptirler, bu anlamda ‘özgür’dürler. Bu küçük kasabalarda gözetlenmek için değil, kim olduğu belli olmayan sanal biri tarafından korunmak için güvenlik vardır. Güvenlik, taşkınlık yaparsanız diğer kişileri de sizden korur. İktidarın içe sızması, denetlenme, kontrol, güvenlik; burada bizzat yaşayanlarca ve iktidarın yeni gözlerinden olan kameralarla sağlanır. Voyeurism bu paketlenmiş yaşam alanlarının birincil iktidar aracıdır. Hitchcock’un Rear Window filminde komşusunu gözetleyen adam gibi birçok bireyden oluşur. Binaların çoğunlukla ortak bir merkeze yöneltilmiş olmaları; hem dışarıdan kopuşu, içe yönelmeyi ve bunun rahatlığını sağlar hem de herkesin birbirini kolayca gözlemlemesini. Bu paketlenmiş yaşamı kabul eden birey de komşuları da gözetlenerek ve gözetleyerek huzur bulmaktadırlar.

Bu tür mekânlarda zaten bir kandırmaca olan boş zaman da; lüks yaşam adı altında, alışveriş, sauna, spor, havuz başı gezintisi gibi, bir şekilde zamanı ‘harcayacak’ aktivitelerle doldurulmaktadır. Beden ‘arzuladığı’ şekilde vaktini ‘haz’ alacak şekilde ‘haz verici’ nesnelere sahip olarak geçirdiğini zannederken, aslında bulunduğu yaşam paketinin sınırları içerisinde bedeni, zamanı dönüştürülür ve denetlenir. Bu mekânda her şey bir simülakrdır: boş zamanlarının ‘boş zaman’ olarak geçtiği aldatmacası gibi − boş zaman da yine tüketilmek için vardır. Bu paketlenmiş yaşam alanlarının, ya da şehrin içinde kutulara hapsedilmiş bedenleri barındıran condominiumların reklamlarına da, reklamlarındaki bedenlere de dikkat edilirse; bunların hiçbirinin gerçeği barındırmadığı görülür. Çünkü bu mekânlar gerçek olamaz. Ankara’da Park Vadi Evleri’nin parkında neredeyse her 10 kişiden 7’si güvenlik görevlisidir… Metropol İstanbul’un Catwalk adlı yaşam alanında hapsedilip dilediğiniz herşeyin orada bulunduğu yanılsamasıyla yaşatılırsınız. Bu evler kocaman gülüşlerle sunulmuş olsa da, bu, gerçeği değiştirmez.


Artık bize deneyim/ algının doğal yönteminin yanlış, yapay (hiç deneyimlemediğimiz) yönteminin ise doğru olduğu öğretiliyor/ buna inanıyoruz. Sonuç bir tür önsezi yetisi şizofrenisi. Bilim, bir çeşit önsezi yabancılaşması. (Sontag) [12]

 

Toplumumuzda gittikçe artan konservatif yaşam, tüm dünyada artan kutuplaşma, radikalleşme neyin habercisidir? Tüketen, tüketilen bedenler hapsedilmektedir. Beden parçalara ayrılmıştır ayrılmasına ama; nere -de-(ye) dir? Bedene dair algı değişm-iştir/ektedir. Biz sussak da beden konuşur; yoğrulur ve anlamlandırılır. Biz sussak da beden konuşur; bilinçlenir ve cevap verir.

 

 

 



[1] Daha geniş bilgi için yazarın Discipline and Punish: The Birth of Prison adlı kitabından yararlanılabilinir.

[2] ‘İmge beden’ ve ‘şema beden’ kavramları hakkında daha geniş bilgiye sahip olabilmek için:

Maurice Merleau-Ponty, Phenomenology of Perception, (NY: Routledge, 2002), 112-171.

Helena De Preester ve Veroniek Knockaert (Ed.), Body Image and Body Schema: Interdisciplinary perspectives on the body (USA: John Benjamins, 2005).

[3] Jean Baudrillard, Simulacra and Simulation, (USA: The University of Michigan Press, 1994), s. 29.

[4] Ramsay Burt’ün cinsiyet ve dans üzerine çalışmalarıyla ilgili geniş bilgi için bkz: Ramsay Burt, The Male Dancer: Bodies, Spectacle and Sexuality, (London: Routledge, 1995).

[5] Herbert Marcuse, One Dimensional Man, (USA: Beacon Press,1991), s. 73.

[6]  Mark B.N. Hansen, Bodies in Code: Interfaces with Digital Media, (London: Routledge, 2006), s. 27.

[7] Linda Singer, Erotic Welfare: Sexual Theory and Politics in the Age of Epidemic, (London: Routledge, 1993), s. 7.

[8] Linda Singer, Erotic Welfare: Sexual Theory and Politics in the Age of Epidemic, (London: Routledge, 1993), s. 74.

[9] Theodor Adorno, Kültür Endüstrisi, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2009), s. 100.

[10] Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2008), s. 165.

[11] Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2008), s. 172.

[12] Bu alıntının tercümesine katkıları için Can Koparan’a teşekkür ederim.

David Rieff (Ed.), Reborn: Susan Sontag Early Diaries 1947-1963, (London: Penguin Books, 2008), s.270.