/ Tezler / Postmodern Dönem Sanatında Şiddet ve İroni Kavramlarının Yarattığı Şizofrenik Açılım

10/3/2014 / skopbülten

1900’lü yılların, sanat, sosyoloji ve felsefe birlikteliğini su yüzüne çıkarıp; edebiyat, plastik sanatlar, sinema ve tiyatro sanatına yeni bir çehre kazandırmış olduğunu gözlemliyoruz. Özellikle ekonomik ve siyasal egemenlik sisteminin değişim/ gelişim süreçlerinin, kapitalizmin neden olduğu, pek çok teorisyenin çoğu zaman birbirleriyle çelişen tanımlar ve anlayışlar öne sürdüğü günümüz postmodern çağ söyleminin; kapitalizmin değişen yüzüyle, mikro-elektronik devrimle, bilgi alışverişinin bu devrim sonucu hızlanmasıyla ve bunun üretim de dahil ilgili her alanda önem kazanmasıyla varlık kazandığı söylenmektedir. Konumuzun içeriğini oluşturan kavramların ancak kapitalizmle, kapitalizmin erken ve geç mantığıyla anlaşılabilecek kavramlar olduğu varsayımıyla, konuya, modernizmden postmodernizme geçişte kopuş değil, ayrım noktası gören tartışmalar doğrultusunda; ideolojiler, ekonomik hareketler ve toplumsal devinim koşullarından hareketle daha somut verilere ulaşmaya çalışılarak açıklık getirildi.

Endüstriyel gelişme çağındaki sanatçıların yapıtlarına baktığımızda kapitalizmin sömürü sisteminin eleştirildiğini, 19. yüzyılın ilk çeyreğinden nümüze kadar gelen tarihsel süreçte, sanatın günlük yaşamı eleştiren bir tasvir dalı olma niteliği kazandığı ve toplumsal konuları ele almaya başladığı görülmektedir. Toplumsal nitelikli ideoloji kavramı ile romantik sanat özelliklerini de benimseyerek sanat ve yaşam bağlamında varlık kazanan Klasik Marksist estetik kavramları, Yeni (Neo)-Marksist anlayışla, 1920’li yıllardan 1970’li yıllara uzanan tarihsel bir süreçte Frankfurt Okulu araştırmaları sonucunda yeni bir bakış açısıyla günümüze kadar gelir. Frankfurt Okulu’nun; Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Fredrich Pollock, Leo Loventhal, Erich Fromm ve Adorno gibi önemli teorisyenlerinin düşünceleri ışığında; yerleşik ve sistemik yapının bir bütün olarak gözden geçirilmesi sanata da yeni açılım olanakları kazandırır.

Frankfurt Okulu’ndaki dönüşümler sonucu gelişen yeni popülist düşüncelerin hakimiyetiyle iktidar sistemlerinin kuramsal temeli, Marksist siyasal ekonomiden yapısalcı göstergebilime dönüşmüş; klasik Marksizmin özünü oluşturan, her şeyi olumlayan Hegel felsefesi, Anti-Oedipus kuramıyla Nietzsche felsefesine evrilmiştir. Bu Freud’un ataerkil, merkeziyetçi, Oedipus kuramının, merkez-kenar ilişkisinin reddedildiği, özgürlükçü, devrimci ve Lacancı Anti-Oidipus kuramına dönüştüğü şizofrenik bir oluşumdur.

Tüm toplumsal, kuramsal olayların etkisini sanatsal pratiklerde gördüğümüz gibi, toplumsal hareketlerin sanatı, sanatın toplumsal hareketleri tetiklediği, paralel bir etkileşim içinde olduklarını gözlemlemekteyiz. Şizofreni, kaos ve yabancılaşmanın egemen olmaya başladığı, Frankfurt Okulu düşünürlerinin ve Foucault’nun “yönetim altına alınmış dünya” dedikleri bu toplumsal zeminde; Nietzsche, Frankfurt Okulu düşünürleri ve Max Scheler’in ortaya attıkları, otoritenin verdiği sıkıntılara karşı hınç duyanları kapsayan bir kavram olan Ressentiment (Hınç) ile kişilerin insanlara ve onlardan yansıyarak da kurumlara, düşüncelere, pratiklere, yapıtlara hatta genel olarak da değerlere ve değer yüklenmiş nesnelere karşı duyduğu kızgınlıkla şiddete, yıkıcılığa başvurdukları, modernlik kuramının bir başkaldırı öğesine dönüştüğü ve modernliğin temel ideolojik uzantılarını hedef alarak sanatın da yıkıcılığa dönüştüğü görülmektedir. Nietzsche’nin Hıristiyan devrimini yorumlamakta kullandığı bu perspektif, Ressentiment, Otto Rank’a göre, tüm devrimler için geçerlidir. Her devrim farklılıktan duyulan acıdan gelişir, farklı ve güçlü olan bu psikolojiyi yenmeye çalışır. Eğer mücadeleyi kazanırsa, bu kez kendi farklılığını ve kendi psikolojisini başat kılmaya çalışır. Bu bağlamda, 1980’lerde başlayan sanatın yeniden siyasallaşması olarak tanımlanabilecek sürecin küreselleşmeyle başladığı ve küreselleşmeyle somutlaşan ırkçılık, ayrımcılık, ötekilik, göç, milliyetçilik, yersiz-yurtsuzlaşma ve yoksulluk karşıtı politikaların, Deleuze ve Guattari’nin, Lacan’ın ‘şizofreni’ kavramı ile açıklık getirmeye çalışarak sanatın da ifade alanı içine soktuğu kavramlar olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz.

Günümüzde postyapısalcı bir anlayışla, genel anlamda modernizmin kendine özgü stratejileri ve biçimleri olarak kolajla başlayan ve beden politikalarıyla body-art’a kadar gelen çeşitli ifade biçimleriyle (eklektik, montaj, pastiş, parodi, ironi, kinizm vs.) postmodern sanat da, neo-nihilizmle yeni bir iktidar söylemi oluşturma çabalarına girişmiştir. Post-endüstriyel yeni dünya düzeninin olumsuz koşullarının ve postyapısalcı-postmodernist düşünürlerin de etkileriyle –Baudrillard, Jameson, I.Hassan, Lyotart, Foucault, Deleuze, Guattari, Sloterdijk, Madan Sarup, Derida, Kristeva vb.– mutlak evrensel doğruların güç kaybettiği, gerçeklik ve hakikat kavramlarının sorgulandığı, göreliliğin güç kazandığı postmodern toplumda; ruhsal yüceliğe, yüksek akla işaret eden haysiyetli ve yüce sanat gözden düşmüş, klasik estetik biçim değerini kaybetmiştir. Geçerli olan modernliğin tüm hiyerarşik mesafelerini ortadan kaldıran şizofrenik bir tavırdır.

 

Surreal, Marcus A. Jansen

 

Bu romantik direniş: kökenleri Sanayi Devrimi’ne kadar giden ve amacı bütün dünyayı fethetmek, farklılıkları ortadan kaldırmak olan Batılı ekonomik ve kültürel düzeni alaşağı edecek bir uyanış arzusu barındırır ve bunu da verili olan sınırları ihlal ederek, gülünçleştirme ve tahrip etme yöntemiyle yıkarak, bozguna uğratarak yapı bozumuna soktukları melez bir çoğulculukla haysiyetli ve yüce olandan zelile kayarak oluşturmaktadır. Bu şizofrenik oluşum sonucunda, kendi otoritesiyle otoriteyi reddeder ve her yerde onun önüne geçer.[1]

 

 

Tezin yazarı: Gökçen Şahmaran

Danışman: Y.Doç.Dr. Rasim Özgür                             

Yer Bilgisi: Dokuz Eylül Üniversitesi - Güzel Sanatlar Enstitüsü - Resim Anasanat Dalı

Türü: Yüksek Lisans

Yılı: 2006

Sayfa Sayısı: 200

 



[1] Bu metin, tezin Yükseköğretim Kurulu Ulusal Tez Merkezi’nde yayınlanan özetinden alınmıştır.

 

tez tanıtımı