Yüksel Arslan (1933-2017)

Özyaşam

1933

24 Temmuz’da, Haliç’in ucunda, İstanbul’un ilçesi Eyüp’te, Pierre Loti’nin evinin pek yakınında, fabrikalarla ve dehşet verici mezar taşlarıyla dolu eski mezarlıklarla kuşatılmış Bahariye denilen mahallede doğdum.[1]

Bir iç göçmen olan babam bu fabrikalardan birinde işçiydi. Anadolulu bütün genç köylüler gibi doğduğu köyü ilk terk edişi askerliğindeydi. Bu garip seyahat on yıldan fazla sürer! Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı.

Annem de tuhaf bir göçmendi. Türkiye’nin doğusunda doğmuş, Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus ordularından kaçmış ve yollarda bulaşıcı hastalıklardan ana-babasını ve kız kardeşlerini kaybetmişti. Önce Ankara, sonra da İstanbul’da hizmetçilik yapmıştı.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında ailenin yardımına koşmak için bir tekstil fabrikasında işçi oldu. Altı kişiydik (sonradan işçi olacak bir ağabeyim ve iki kız kardeşim vardı).    

 

1937

İlk anı: Uzun sarı kıvırcık saçlarım var ve beni küçük bir kız gibi okşuyorlar. Bir gün Eyüp pazarında herkese benim “küçüğü” gösterip: “Ben bir oğlan çocuğuyum!”, diye bağırıyorum.

Mezar taşları arasında oynarken en sevdiğim oyun, taşları yerlerinden sökerek altındaki her türden böceği incelemek.

İlk cinsellik dersleri: Evde karasineklerin, dışarıda ise başka böceklerin, kurbağaların, kaplumbağaların, kedilerin, köpeklerin, atların çiftleşmelerini izliyorum.

Ölümle ilk karşılaşma: Haliç’in kıyısında karides ararken suya düşüyorum. Bir çocuk saçlarımdan yakalayarak kurtarıyor beni.

 

1938

Mahallede ve yöredeki üstü açık tuğla fabrikalarında şeker ve karamela satmaya başlıyorum. Bu satıcılık faaliyeti on iki yaşıma kadar devam ediyor, ancak yedi yaşımdan itibaren okul tatilleri dönemleriyle sınırlanıyor.

Sonra paralarımı sayıyorum! Bir takıntı demesek bile bu tutku bende her zaman kaldı. Bir başka tutkuyu da sakladım: Hep canlı varlıklarmış, sadık arkadaşlarmış gibi düşündüğüm mezar taşlarına olan düşkünlüğüm!

 

1939-1940

Öteki çocuklarla hiç dalaşmıyorum, onların oyunlarına katılmıyorum. Kendimi ilkokulun bahçesinde görüyorum: Bir köşeye çekiliyor, dikkatle onları izliyorum!

 

1940-1945

İlkokulda öğretmen kadın beni bütün sınıfın önünde el yazımın ve desenlerimin güzelliğinden dolayı kutluyor. Bir süre sonra mahallede de komşular çalışmalarımı beğeniyor. Bazıları, guaş, kâğıt üstüne yağlıboya, vb. resimlerimi kapışıyor, çerçeveleyip duvara asıyorlar. 

 

1945-1948

Eyüp Ortaokulu’na devam ediyorum. Tatillerde gazete satıyorum. Bir tatil mevsiminde bir fabrikada çalışıyorum. Büyük bir oğlan, en küçükler olan bizlerin önünde mastürbasyon yapıyor. Tuvalete kapanıp, büyük bir zevkle, neredeyse günde üç-dört kereye varıncaya dek onu taklit ediyorum. Birkaç gün sonra spermimde kan fark ediyorum. Ne korku. Arkadaşların nasihati. Jimnastiğe son! Ritmi değiştiriyorum.

Kırda oğlanlar küçük hasta bir ineği düzüyorlar. Benim sıram geliyor. Cesaret edemiyorum. Bana kalleş muamelesi yapıyorlar.

Edebiyat öğretmenim, bir kadın, bana ödev olarak Gogol’ün Müfettiş’ini veriyor. Karalamalarımı (dönemin Türk toplumunun bir tür eleştirisiydiler) pek beğeniyor. Gogol’ü okuduktan sonra dünya klasiklerini okumaya başlıyorum. Kitaplarımı özenle seçerek okumak en büyük tutkularımdan biri haline geliyor.

 

1949-1952

İstanbul Lisesi’ne kaydoluyorum. Cep harçlığımı sağlamak ve üst-baş bulabilmek için yaz aylarında meyve-sebze satıyorum.

O yıllarda sürekli olarak iki düş görüyorum:

-Aniden yere düşüyorum ve kendimi yerde, yatağın yanında bularak uyanıyorum...

-Gökte gördüğüm parlak yıldızlar, tonlarca ağırlıkta dev kaya parçaları halinde üzerime düşüyorlar.

Bu iki rüya, bütün evi ayağa kaldıran çığlıklarla sona eriyor.

Şile’de, Karadeniz kıyısında küçük bir sahil kasabasında oturan aile dostlarının yanına tatile gidiyoruz. Benim yaşımdaki oğullarıyla birlikte bir mağaranın içinde kitaplarla tıka basa dolu bir sandık buluyoruz. Aralarından Nazım Hikmet’in tüm eserlerinin ilk baskısını seçip alıyorum. Nazım Hikmet okumak o dönemde yasak. Yirminci yüzyılın üç en büyük şairinden birini keşfediyorum.

Desenlerimi ciddiye almaya başlıyorum; guaşlar, suluboyalar ve pasteller. Liseden bir arkadaşım bana resim defterleri ve yağlıboya yapmak için gerekli olan her türlü malzemeyi alıyor. Defterlerimle İstanbul’da gezerken her yerde durup çiziyorum. Resim öğretmenimin desteğiyle ilk çalışmalarımı lisenin koridorunda sergiliyorum. Bunlar, Paul Klee’nin etkisi altında suluboya, guaş ve pastel karışımı resimler. Liseli arkadaşlarım kutluyorlar beni; kararımı veriyorum: Ressam olacağım.  

 

1953-1954

Birkaç ay sonra bu ilk çalışmalarımı ve bir düzine kadar tuvali yırtıp çöpe atıyorum. Tüplerden çıkan boyaları yapay, şok edici, “doğa-karşıtı” buluyorum. Güzel Sanatlar Akademisi’ne gitmek yerine Sanat Tarihi Enstitüsü’ne kaydoluyorum. Bu garip karar çok basit bir düşünceye dayanıyor: Kat edilmiş yolların dışında da, ressam olmadan da resim yapılabilir, ressam olunabilir!

Yapay renklere duyduğum nefret, beni doğal renkler aramaya ve kişisel bir teknik bulmaya zorluyor. Tarihöncesi ve ilkel sanatçıların, minyatür ustalarının, Anadolulu dokumacı kadınların (yün boyamak için) kendi boyalarını kendilerinin yaptıklarını biliyorum. Böylece kâğıt üzerine çiçekler, otlar, taş, kiremit, kömür, sabun, çürümüş odun parçaları, benzin vb. sürterek çalışmaya başlıyorum.

Sanat Tarihi Enstitüsü’nün düzenlediği bütün gezilere katılıyorum. Batıdan doğuya bütün Anadolu’yu dolaşıyorum. Bu arada sürtmelerime devam ediyorum. Başka yerlerde de sürtüyorum (İstanbul otobüslerindeki cinsel hayat!)...

 

 

1955

İlk sergi: Sürtme tekniğiyle kâğıt üzerine yapılmış yaklaşık yirmi eserden oluşan bir dizi –İlişki, Davranış, Sıkıntılara Övgü– İstanbul’da, Galeri Maya’da.

Açılış gününde bir gazeteci şunları yazıyor: “Galeri Maya’da, eski bir sebze satıcısının sergisini görmeye gidin...”. Ne de cesaret verici!

“Büyük bir temizlikle, tabula rasa yaparak başlıyor. Çırılçıplak, iki boyutlu ve insansız bir dünya.”

Sabahattin Eyüboğlu

 

Sergilenen bütün eserler satıldı; artık zenginim! Hachette kitabevinden sanat kitapları satın alabilirim öyleyse! Bu kitaplardan birinde (tarihöncesi sanatla ilgili) en sevdiğim meslektaşlarımın boya reçetelerini buluyorum: Topraklar (toprak boyalar), bal, yumurta akı, yağ, kemik iliği, sidik, kan... Kâğıt üzerine ilk denemem doyurucu sonuçlar veriyor. Böylece, 1955’ten beri yetkinleştirerek kullanacağım yeni bir teknik buluyorum.

Bu yeni tekniğe, bazen rendelenmiş sabun, ot, tütün, çay, vb. suları da ekleyerek yeni bir diziye başlıyorum: İnsanlı Günler.      

Yeni dostlarım var: Ressamlar, şairler, yazarlar. Yavaş yavaş kenar mahallelerimi terk ederek “bohem hayatına” dahil olmaya başlıyorum.

“Yüksel’i 1950’lerde tanıdım; sanat tarihi öğrencisi olduğu yıllarda. Seminer çalışmalarında konuşmaları dikkatle izler, ama tartışmalara pek karışmazdı. Elinden hiç eksik etmediği kroki defterine çoğu kez bir şeyler çizerdi. Onunla ilgili ilk anılar böyle kalmış belleğimde. Bir kez Eyüp’teki evine çağırmıştı beni. Küçücük çalışma odası terebentin ve yağlıboya kokmuyordu ve bir ressam atölyesinden çok esrarlı deneylerin yapıldığı bir laboratuvara benziyordu. Hazıra konmak istemeyen, yapıtlarında kullandığı malzemeye kadar her şeyi türlü deneylerle arayıp bulmaya çalışan bir sanatçının bu odada çalıştığı hemen belli oluyordu. Küçük çanaklarda renk renk bitkisel boyalar, topraklar, ne olduğunu bilmediğim kurutulmuş otlar, deniz kabukları, irili ufaklı bir sürü şişe, makas, bıçak, eğe ve daha bunlara benzer bir sürü araç ve gereç göze çarpıyordu. Her şey büyük bir özenle yan yana dizilmiş, yerini bulmuştu.”

Mazhar Ş. İpşiroğlu

 

1956-1957

1956 yılıyla 1957 yılının büyük bir kısmı zorluklar içinde geçiyor. Resme dair hiçbir faaliyet yok. Yaşımın sıkıntıları, bunalımları ve bunaltısı!

Kendimi daha iyi tanımak için Freud okuyorum. Okumalarım ve Baudelaire’in, Nerval’in, Rimbaud’nun, Lautréamont’un, Marquis de Sade’ın büyük etkisi, acılarımı dindirmek için imdada yetişmemiş daha. Kurtuluşu askere gitmekte buluyorum. Ankara Yedek Subay Hazırlık Okulu’nda geçirdiğim altı aydan sonra kendimi bir yıl süreyle, iaşe subayı olarak Doğu Anadolu Kasabası Eleşkirt’te bir taburda buluyorum. Bir odam, büyük bir masam ve bol zamanım var. Köylülerin büyük yoksulluğunu gözlemleyerek bol bol okuyorum, resme yeniden başlıyorum ve İstanbul’a dağ gibi resimle dönüyorum.

 

1958-1961

1958’de Alman Kültür Merkezi Sergi Salonu’nda yeni bir dizi ile ikinci bir sergi: Fallizm. Bu erotik ve otobiyografik eserler İstanbul’un sanat ortamlarında çok gürültü koparıyor. Bir eleştirmen bana övgüler yağdırarak beni “Avrupa”, hatta “dünya” çapında bir ressam olarak sunuyor! Ve bu, basında Türkiye’nin kültürel aidiyeti teması üzerine polemiklere yol açıyor. Batı mı Doğu mu, ezeli ve ebedi sorun!

Hocam M. Ş. İpşiroğlu’nun evinde şair ve sanat eleştirmeni Edouard Roditi’yle karşılaşıyorum. Bana koleksiyoncular yolluyor ve Paris’e döndüğünde çalışmalarımdan André Breton’a bahsediyor. André Breton’dan, Paris’te, Daniel Cordier Galerisi’nde yapılacak (Aralık 1959-Ocak 1960) ve erotizm temasını işleyecek Uluslararası Gerçeküstücülük Sergisi’ne katılmam için bir davet mektubu gelmekte gecikmiyor. Ama o zamanlar (1959) her isteyen Türkiye’den elini konunu sallayarak çıkamazdı! Bu sergiye birkaç eser göndermenin yolunu bile bulamıyorum.

Başka lanetlenmiş düşünür ve şairleri okumaya başlıyorum: Nietzsche, Alfred Jarry, Antonin Artaud. Üzerimdeki Nietzsche etkisi çok derin ve 1967 yılının sonuna kadar devam edecek. Bu arada Artaud’yu okumamın ardından her türlü cinsel faaliyeti bırakıyorum!

Çalışmalar yeni bir diziyle devam ediyor: Portreler.

Portreler-I’i (Marquis de Sade) yanında götüren Raymond Cordier Paris’te yaşayan Türk sanatçılar arasında bir soruşturma yapıyor. Dostum Ferit Edgü’den beni Paris’e çağıran bir mektup alıyorum. Artık Boğaziçi’ne, restoranlara, rakıya, mezelere elveda! 1961 yılının Eylül’ünde elimde on beş kadar eser, sırtımda kara bir gömlek ve ayrılamadığım birkaç kitapla Marsilya vapuruna biniyorum.

Yanımda götürdüğüm on beş kadar eseri görür görmez Raymond Cordier’nin ilk tepkisi avukatını aramak üzere telefona sarılmak oluyor. Cevap açık ve net: Her ikimiz de hapsi boylayabiliriz! Bu yüzden kapalı, davete dayalı bir sergi açmayı düşünüyor ve bütün Paris’in nezdinde müthiş bir velvele yaratıyor: André Breton, Raymond Queneau, Jean-Jacques Pauvert, Jean Paulhan, Jean Dubuffet, Jean-Paul Sartre, vb. André Breton’a bir nezaket ziyareti. Koleksiyonuna, kitaplarına hayranlık duyuyorum. Çalışma masasının üstü o kadar dolu ki ellerimi koyacak yer bulamıyorum. Önümde bir sürü böcek dolu kutu! Ama İstanbul’dan gelişimden beri gerçeküstücü olmadığımı biliyorum. Dolayısıyla, “grup”a katılmayacak, “etkinlik” (Bréche) için katkıda bulunmayacağım.

Jean Paulhan’a gelince, işte Raymond Cordier’ye yazdığı cevap:

 

“Cuma

Beyefendi,

Hayır. Avukatımdan aldığım bütün bilgilerin ışığında, ne Arslan, ne de benim için şu anda Adalet’in dikkatini üstümüze çekmek iyi olmayacak. Buna rağmen, Arslan’ın tabloları her an bana hayranlık veriyorlar. Dolayısıyla, size bu notu dertsiz ve üzüntüsüz yazıyor değilim. Sizin.

Jean Paulhan”

  

Bir sürü hikâyeden sonra, Raymond Cordier’yle birlikte, dosyamı Jean-Paul Sartre’ın evine bırakıyoruz. Ama Paris’te o sıralar garip gürültüler var! İki hafta sonra benim isteğim üzerine Cordier dosyayı geri aldırtıyor. İki gün sonra Jean-Paul Sartre’ın evinde gene aynı gürültü! Talihim yaver gidiyor...

Hâlâ sergiyi açmak için çabalayan Cordier, galeriye gelip çalışmalarımı görmesini istemek üzere Jean Dubuffet’ye yazman için beni zorluyor. İkinci mektubunda Dubuffet bana nasihat ediyor: “... Boşluğa ve yaratılmamışa doğru bakmak gerek”. Alışılmadık bir hırçınlıktaki üçüncü mektubum cevapsız kalıyor. (Yirmi yıl sonra aynı mektuplaşmayı daha aklı başında bir üslupla yeniden başlatıyoruz.)

Artık beş param kalmadı. Sergiden önce Raymond Cordier çok sayıda eser satıyor ve çalışmalarıma yeniden başlıyorum. Yeni bir küçük dizi: Nous Artslandrons. Cordier çalışmalarımı nasıl sınıflandıracağını bilemiyor: Bu ne resim, ne guaş, ne de desen... Durumu açıklamak amacıyla ARTURE sözcüğünü buluyorum! Ve ARTSLAN diye imzalıyorum: Her delikten ART (sanat) kokuları yayıyorum.

Paris’te yapılan ilk eserlerin (Paris-Ténare) Rive Droite Galerisi’nde sergilenmesi.

Venedik’te, Galleria Bevilacqua La Masa’da yapılan ilk uluslararası sergiye katılmam.

Üçüncü sergi Raymond Cordier’de:

Homunculus-cucus-palus/Planus-phallusmicrococcus...

“...çok ilgi çekici bir başka kişinin, büyük galeriler arasında birçok tereddüdün ve rekabetin sonunda nihayet Paris’te sergi açmaya gelen Türk sanatçısı Y. Arslan’ın resmi. Tümüyle kişisel, kendi imalatı boyaları kullanarak geliştirdiği bir teknikle resim yapıyor. Arslan’ın son eserleri satılık değildi ama koleksiyoncular bu özgün ve neredeyse pornografik, ilhamını büyük ölçüde Marquis de Sade’ın, Antonin Artaud’nun ya da Alfred Jarry’nin yazılarından olduğu kadar Türk gölge tiyatrosu Karagöz’ün çarpıcı renklerinden alan bu sanatçının gelecekteki eserlerini satın almak için bir listeye ad yazdırıyor, kuyruğa giriyorlardı.”

Edouard Roditi

 

1963-1965

Arture’ler yapmaya devam ederek 1963 yazında bir sefalet dönemi geçiriyorum. Hayatımı kazanmak üzere hiçbir “yan iş”i kabul etmiyorum. İzmarit topladığım ve günler boyu hiçbir şey yemediğim oluyor. Sanat eleştirmeni Patrick Waldberg’le karşılaşma. Galerie  Charpentier’de Le surréalisme – sources, histoires, affinités sergisine katılmam (1964).

Aynı yılın Nisan ayında, nişanlılarımdan birinin evinde Lidy ile karşılaşmam. Birkaç buluşmadan sonra birlikte yaşamaya karar veriyoruz. Jacques Desbrières, galerisinin açılışı için benden çok miktarda Arture satın alıyor. Lidy ve ben bir Avrupa turuna çıkıyoruz!

Kopenhag’da, Galeri Passepartout’da dördüncü bir sergi: Artures. On ay kadar Berlin’e yerleşiyoruz: Lidy çocuk bekliyor. Frankfurt’ta Galerie Sydow’da 22 Arture sergilendikten sonra Paris’e dönüyoruz.

“Sanat tarihinin paradoksal bir ironisi, yüzyılımızın büyük bir Türk sanatçısına bütün Antik Yunan’ın idealist felsefesinin temel ilkelerinden birinin, Sokrates diyalektiğinin şu ‘kendini tanı’sının özünü, bize daha iyi tanıtma fırsatını veriyor... Kendine dair bu bilgi aynı zamanda sanatçıya kendi kişiliğini sahteleştirmenin tüm biçimlerini de yasaklıyor. Arslan’ın sanatı, böylelikle bizi, başarılı bir psikanaliz gibi, kimi zaman bizimki de olan İd’in yasaklanmış dünyasıyla tanıştırıyor...”

Edouard Roditi, 1965

 

1966-1969 

Büyük ebatlı Arture’ler. Psikiyatri yazınına karşı büyük bir ilgi. Başka kitapların yanında İvan Pavlov’un Seçme Eserler’ini okuyorum. “Çarşamba Konuşmaları”nda İngiliz ve Alman animist ve düalist fizyologlarıyla dalga geçişi bende Karl Marx ve Friedrich Engels’i okuma isteği uyandırıyor. Ama her şeyin bir zamanı var!

Galerie Jacques Desbrières’de altıncı sergi: 30 Arture.

“... Bir anda, içinde kıyametin, cinselliğin (farelerin istilası) esas rolleri oynadıkları takıntılı bir dünya çarpıyor sizi. Bu temaların tekrarlandığı, çoğaldığı, desenleri boğuncaya dek işgal ettiği, marjinal bir gerçeküstücüyü hayal edelim. Sonuç, bir salgın hastalığın yayılışı gibi unutulamayacak bir rahatsızlık oluyor. İnsanın kurtuluşunu, ya da güzel olanın belirişini, hatta dehşetin kabullenişini hedeflemiyor. Nihayet ‘kabullenilemez’de bir tür birliktelik doğuyor. Şu kafatasları, şu ölçüsüz uzuvlar, şu çiftleşen köpekler, kişileri deliliğin kıyısına götüren şu tuhaf hayvansı yaratıklar... Bütün bunlar Sade hayranlarının tat almadan edemeyecekleri bereketli bir hayal gücüne tanıklık ediyorlar.

Daha da ilerisini görmek isteyecek olanlar kendilerine, Arslan’ın, tutkulu takıntısını gerçekleştirebilmek için büyük bir el becerisine dayalı bir sanatı, hatta kendinden çok emin bir anıtsallık anlamı yarattığını söyleyecekler. Her ayrıntı sanrılar yaratacak kadar hassas. Daha da önemlisi, kendine güvenli, dahiyane bir tekniğe sahip...

Bizim için önemli olan, Arslan’ın bize kendi kişisel cehennemlerini aktarabilmek amacıyla gösterdiği aşırı özen. Bu, etkileyici olmanın da ötesinde.”

Alain Bosquet

 

Altı yıl sonra sergiler açmak için Türkiye’ye dönüyorum: İstanbul’da Alman Kültür Merkezi Galerisi’nde ve Ankara’da Fransız Enstitüsü’nde (1967). Kitabevlerinin vitrinleri, kaldırımlar, klasik ve modern Marksist yazınla dolup taşıyor. Kendimi sosyalist bir ülkede sanıyorum!

Cumhuriyet savcısı, Ankara’daki sergimden 10 Arture’ü toplatıyor. “Pornografik” olmakla suçlayarak hakkımda dava açıyor. Dört celse sonunda zavallı Arture’lerime yeniden kavuşabiliyorum.   

Sekiz ay süren bu zorunlu tatil sırasında küçük bir dizi gerçekleştiriyorum: Artur(cs)’ler[2]. 1980’e kadar sürecek Marx, Engels ve Lenin incelemelerinin başlangıcı. Nisan 1968’de küçük bir Marksist olarak Paris’e dönüş!

Geçiş Dönemi: Kendi üzerine düşünme. Küçük bir dizi üzerine çalışırken geçmişe doğru bakış: Arture’ün Kaynakları ve Kökenleri (1968).

Karl Marx’ın 1844 Elyazmaları’nın etkisi altında yeni bir diziyi gerçekleştiriyorum: Yabancılaşmalar (1969).

Galerie Ingres’de sergi: Yeni Arture’ler.

“Daha yıllar önce onu, sanat ticaretinin hiçbir kuralına boyun eğmeyen, dönemlerini bakışın pek özel v pek özelleştirici bir biçimiyle vurgulayan şu ressamlardan biri olarak görmüştüm. Arslan, içinde günümüz aykırı düşüncesinin düşünü seçebileceğimiz bir zihinsel olaylar tiyatrosu kurdu: ... Arslan’ın, desen olmaktan çok, aslında, kâğıt üstüne yapılmış tablolar olan eserleri, geri planda insan arzusunun ve bu arzunun muazzam mekanizmalarının şiddetini saklarlar ...”

Alain Jouffroy

 

“Inna Salomon galerisinde, Arslan’ın resimleri bizi bir anda başka bir evrene geçiriyor. Bosch’u anımsatan hayaller, kendinden geçmiş bir hayalcinin gece rondosuna pop kişiliklerin dahil edilmesiyle kaynayıp duran küçük bir dünya var burada. Niteliği aşikâr, neredeyse kendiliğinden şiirsel bu kilometrelerce desene eşlik etmek üzere tonlarca sözcük yığılabilir. Galeri  Desbrières’in bir zamanlar daha önemli eserlerini sergilediği Arslan’ın sanatının delisi değilim, ama psikozlara düşkünlüğüm nedeniyle zevkle izledim; öte yandan, birlikte ele alındığında büyük bir plastik nitelik var.”

J. Bouret    

 

İkisi de Liège Üniversitesi’nde psikiyatr olan Daniel Bobon ve babası Jean Bobon ile tanışma. Liège’de düzenledikleri “Psych’art” sergisine katılış.

D.P. Bobon’a bir mektuptan parçalar:

“... Aramızda geçen konuşmalardan ve bana sorduğun sorulardan sonra yazılacak pek çok şey olduğuna inanıyorum... Öncelikle Dr. Ferdière’in New York’taki ‘Konferans ve Satış’ sergisine geliyorum. Bu sergiye katılmayacağım. Kabaca söylersek hastalıklı bir sanatçı olarak kabul edilmek istemiyorum! Arture’lerin bu çerçevede satılmasını kabul edersem kendimi aldatmış olurum. Neden?..

Hayatımın ve çalışmalarımın ilgi duyduğun bu dönemi (ki bu ikisini, hayatımı ve çalışmamı, ayrı görmüyorum) 1967 sonbaharına kadar sürdü...  

Bu döneme, gayet bilinçli bir şekilde, ben de ilgi duyuyordum. Kendi tarzımda L. Da Vinci’nin, Marquis de Sade’ın, Nietzsche’nin, Baudelaire’in, Van Gogh’un, Maupassant’ın, Antonin Artaud’un portrelerini yapmam boşuna değildi ve biraz da amatör bir psikiyatr gibi çalışmıştım...

“Anılarımın” bu versiyonu...

Sonuçta, pek düzensiz ve çalkantılı bir hayat. Ve bütün bunların, bir mevsim, alkol ve haşhaşla zehirlenmiş bir bedenden, bu soyut arture dizisiyle birlikte patlayışı! (H. Michaux’nun ve Doğu manzara minyatürlerinin etkisi.)  

Bunlar işin fiziksel, fizyolojik yönü. Zihinsel ve sanatsal yönünü açıklamak kolay.

... Bununla, bir kitap manyağı olduğumu ve hayatımda (çalışmalarımda), seçtiğim şair, düşünür ve bilim adamlarının beni her zaman çok etkilediklerini söylemek istiyorum.

... Böylece, beni yeni bir teknik bulmaya, icat etmeye iten etkenleri, nedenleri aramak için henüz bir lise öğrencisi olduğum 1949-50 yıllarına dönüyorum.

Esas itibariyle utangaç, içine kapanık, bastırdığı duygularıyla topluma uyum gösteremeyen bir çocuktum. Daha o zamanlar bütün Rus, Alman, Fransız, Latin, Yunan, vb. klasiklerini devirmiştim. Ve dahası, tuhaf şey, S. Freud’un çevrilmiş tüm eserleri kendimi yeteri kadar tanımama yardım ediyordu.

Bu ruh hali içinde taş parçacıklarını, çiçekleri, otları sürterek resim yapmaya başladım ve İlişki, Davranış, Sıkıntılara Övgü dizisi oluştu. Bu tablolarda insan figürleri görünmüyordu. İnsanileşmiş bir hayvan dünyasıydı bu.

1955’te yeni bir teknikle hazırlanmış bir başka dizi: İnsanlı Günler. İnsanın bu hayvanlar dünyasına girişiydi bunlar. Velhasıl büyük bir ilerleme!

... Bu noktada, yaklaşık iki yıl için sanat faaliyetinden bir kopuş (1956-1957). Marquis de Sade, Baudelaire, Lautréamont, Rimbaud okumaları 1958’de yeniden çalışmaya başlamamı sağlıyor... Yeni bir dizi: Fallizm. Erotik bir dünya, büyük cinsel dürtüler, çoğunlukla otobiyografik eserler.   

... Bir taraftan çalışmalarıma devam ederken... Kafka, Michaux, A, Artaud, A. Jarry ve Nietzsche okumaya başlıyorum... 1960’tan 1967’ye uzanan bu dönem, kısaca söylemek gerekirse, Nietzscheci! Paris’te G. Bataille, M. Leiris gibi bazı Fransız Nietzschecilerini keşfetmeme ve A. Jarry’nin (onun bilimlerin bilimi, patafiziğinin), Raymond Roussel’in ve “anlam-dışı” edebiyatın güçlü etkilerine rağmen, esas olarak Nietzscheci kaldım. Çünkü, henüz 1967 ilkbaharında, Nietzsche okumalarımdan parçaları defterime kaydetmişim: ‘İnsan’dan tiksinmem... her zaman benim en büyük zaafım oldu...’

Burada, anarşistlerin yazdığı ve anarşistler üzerine yazılmış yazıları okuduğumu vurgulamalıyım. Böylece, toplumdışı, yıkıcı, gayri insani, sınırsız politik özgürlük yanlısı, artürik, patafizik, psikiyARTik, Nietzscheci küçük bir hayat seçmiştim kendime... Ta ki 1967 yılının sonunda Marx’a, diyalektik maddeciliğe erişene dek...”

6-18 Kasım 1969

 

1969-1975

4 Temmuz 1969’da Kutsal Aile’yi okurken küçük bir karar alıyorum: Kapital’i resme dökmek. Bir dizi hazırlamak: Kapital-Arture’ler!

Eski Arture’lerle sergilere katılmaya devam etmeme karşın (Gallery Marc-Washington, Galerie Oppidum-Paris, vb.), “büyük eser”i okumak ve 30 Arture’ü gerçekleştirmek için altı yıl boyunca gece gündüz çalışmak üzere “küçük sanat dünyası”ndan çekiliyorum.

Aslında bazı tabloların (Kriz, Sermaye Dolaşımı, Artı-Değer, Sermaye Birikimi...) defterlerime aldığım notlar ve ön-hazırlık desenleriyle birlikte gerçekleşmesi yedi-sekiz ay sürüyor.

Yayımlamayı düşündüğüm kitabın Uyarı yazısını yazmayı henüz bitirmeden bile kitabevleri evimde kuyruğa giriyorlar. (Bu, yılın olayı olabilir mi?) Bir sürü hikâyeden sonra, Karl Marx’ın Kapital’inden 30 Tablo, Maloine yayınlarında Tony Philippart tarafından yayımlandı. Geriye, oldukça nazik olan sergi meselesi kalıyordu. Hafızamdan sildiğim bir sürü hikâye daha. Kapital’i kitabın yayınlanmasından dört sene sonra, ve de kesinlikle sergilemek zorunda olduğum için sergiliyorum.

(Bu arada, kızım Seli’nin doğumu, 14 Mart 1971.)   

 

1975-1980

9-10 Temmuz 1975. Kapital dizisinden sonra ne yapmalı? Elimde üç olanak, üç büyük konu var:

    1. Kapital’i Güncelleştirmek: “Tekelci devlet kapitalizmi”nden yola çıkarak, yeni bir diziyle, dünyanın en zengin on ülkesinde olan biteni (ekonomik ve siyasal açıdan) göstermek, resme dökmek.

    2. Azgelişmiş ülkeler (gelişmekte olan ülkeler): Türkiye kökenli birisi olarak, Türkiye üzerine bir dizi yapmak! Ama orada olmak, Türkiye’nin havasını solumak ve elinin altında binlerce belgeyi bulundurmak gerek!

    3.Sosyalist ülkeler.

Basitçe, bu üç konuyu temel alarak, Kapital dizisini devam ettirmek, GÜNCELLEŞTİRMEK.

İşte beş yıl sürecek yeni bir çalışmaya atılıyorum! Daha çok Kapital’i Güncelleştirme Denemesi diye adlandıracağım bu yeni dizi 1981’de Siyasal Eserler başlığı altında sergilenecek.  

Özgürlük Tiyatrosu ve tiyatro yönetmeni Mehmet Ulusoy’la Egoist Hesabın Buzlu Sularında adını taşıyan gösteride ressam ve sahneye koyucu olarak dört ay çalışma.

İstanbul’da Ferit Edgü’nün Ada Yayınevi’nde ilk çalışmalarım üzerine bir kitabın yayımlanması: Bir Dönem / 1951-1961. M. Ş. İpşiroğlu, S. Hilav, O. Duru, F. Edgü’nün metinleri ve benim “anılarım”la. Bu vesileyle Ferit Edgü İstanbul’daki bir galeride bir sergi düzenliyor (1978).

“Yüksel için resmin, tek başına resmin, yani plastik değerlerin araştırıldığı ya da eski değerlerin yadsınıp yeni plastik değerlerin ya da karşı-plastik değerlerin yaratıldığı resmin hiçbir anlamı yoktur. O, bir düşünceyi resmetmek ister...

Yüksel’in resmi, hiç değilse 1968’lere değin, bir değişimler sanatıdır. Atları çizerken insanları çizdi. Çiftleşmeleri çizerken mutsuzlukları, tekleşmeleri çizdi. Mezar taşlarını insanlaştırdı. İnsanları mezar taşı durumuna getirdi...

Yüksel, hiçbir zaman bir çıplak, bir nature-morte, bir görünüm resmi yapmadı... Bir takım düşünceleri resimledi. ‘Öyleyse bir illüstratör’ denecek. Evet, ama bir ayrımla: Yüksel, Sade’ı, Nietzsche’yi, Jarry’yi yorumlamıyordu resminde. Onların çizgisindeki kendi düşüncesini resme aktarıyordu. Bu düşünceyi resmediyordu.

Resimlemek/Resmetmek. İki ayrı kavram. Yukarıda sözünü ettiğim ayrım burada beliriyor: Yüksel Arslan bir düşünceyi resimleyen değil, onu resmedendir. İllüstratörlüğünü bu anlamda yorumlamak gerekir.

... Yüksel’in resimlerindeki insan figürlerinin değişimi. Bu değişimi izleyecek olursak, Yüksel’in, geçtiği yollarda bıraktığı izlerdir bunlar. Bunları izleyecek olursak, sanatçının değişimini, dünya görüşünü, dünyaya bakışını da izleriz.”

Ferit Edgü

 

 

1979: Paris’te, Galerie 3+2’de “Kapital” sergisi. Roland Topor’la karşılaşma, büyük ve iyi bir dostluğun başlangıcı. Benim için bu, Rabelais ile Karagöz’ün yüz yüze gelmesi, bir diyalog. Roland açısından bunlar “iki gölge”den başka bir şey değil.

Rennes Kültür Evi’nde “Panik” sergisine katılış.    

 

1980-1986

Başka bir tanışma, Le Fou Parle adlı sanat ve mizah dergisini kuran ve yöneten şair Jacques Vallet ile. Ortak bir tutku kardeşçe bir dostluğu doğuruyor: la POESIE. Yayını sona erene dek bu dergiye sadakatle ve düzenli olarak katkı.

1 Şubat 1980. “Tarihöncesinden günümüze, insanlığa ve bütün uygarlıklara evrensel bir saygı... Kısacası yeni bir dizi: Etkiler. Ve otobiyografik bir başka dizi – aşmalar – ikincil etkiler – müzikçileri ve diğer sanatçı + sinemacı + bilim adamlarını da unutmamalı...”  

Yine küçük bir karar! Ne yapmalı? 20 Nisan 1984’te sona erecek küçük bir çalışma.

1981: Paris Galerie Jean Briance’ta “Siyasal Eserler” sergisi.

“Arslan’ı, öteki akademik biçimlerden ayırt etmek için Arture olarak adlandırmak istediği sanatında kavramak gerek... Arslan’ın kavgası bir vaiz gibi kelam eden, bir şair gibi tınlayan bir sanatçınınki...”

Jean Briance

 

Tekniğim herkesi şaşırtıyor; yaptığım açıklamalar yeterli olmuyor. Jean Thuillier ısrar ediyor, yazıyorum:

Teknik

ya da

Bir Arture Nasıl Yapılır?

Elinizdeki toprak boya stokunuzdan (tercihen sarı renkten) iki çorba kaşığı alınız, iyice incelene kadar öğütünüz.

Küçük bir tencereye 40-50 gram tereyağı, yarım kaşık bal, üç kahve kaşığı şeker, bir çay kaşığı tuz koyun, üzerine 4 gram sabun rendeleyin ve on damla kadar tütün suyu ekleyin (tütün suyunun yararını biraz sonra anlatacağım); sonra tencerenin içine işeyin (1/10 litre kadar); son olarak tencerenizi ateşe koyun. Kaynamaya yüz tuttuğunda daha önce hazırladığınız iki kaşık toprak boyayı ekleyin, ağdalı sıvıyı bir çatalla karıştırarak 3 ila 4 dakika kaynamaya bırakın. Biraz soğumaya bırakın ve içine beş yumurta akı ekleyerek üç dört dakika çırpın. Tencerenin içindekileri büyük bir kâğıt üzerine (tercihen Canson lavis tekniğiyle) boşaltın, sıvıyı bir fırça yardımıyla kâğıdın tüm yüzeyine yayın ve on saat kadar kurumaya bırakın.

Ertesi gün kâğıdınız arture imalatı için hazırdır. Daha kaygan bir yüzey isterseniz şöyle çalışın: Stoklarınız arasından sarı taşlarınızı ve toprak boyanızı alınız, kâğıdın tüm yüzüne bunları sürtünüz. Daha iyi sabitlemek için büyük bir sileks parçasıyla yeniden sürtünüz. Bununla işlemin ilk safhası sona eriyor. Kâğıdınız, çok daha zor ve tehlikeli olan ikinci safha için hazırdır!

Hazırladığınız kâğıt üzerine, hayal gücünüze göre, sert (H) bir kurşun kalemle çizin. Her renkten toprak ve boya kutularınızı çıkarın – bunları cömert doğada, herhangi bir yerde bedava temin edebilirsiniz. Çizdiğiniz desenlerin, şekillerin arasına sürterek kompozisyonunuzu renklendirebilirsiniz. Renkli şekillerinizi iyice sabitleştirmek için küçük sileks parçalarıyla birçok kez sürtün. Üretimin bu ikinci aşaması için kâğıdınızın boyutlarına bağlı olarak, çok sabırlı olmanız gerekir. Şöyle ki, 100 × 80 cm ebadındaki bir kâğıt için en az beş altı aylık çalışmayı göze almalısınız. Ama zahmetlerinizin karşılığı olarak karşınıza güzel bir Arture çıkacak. Tarihöncesi bir yemek! Bunu pentürün tadıyla karşılaştırın. Biliyorum, çok uzun bir zamandan beri artık pentürden bıktınız! O zaman ARTURE yiyin!

Not: Tütün suyu kullanımı konusuna gelelim: Birkaç damla tütün suyu kâğıdınızı böceklerin, görünmez ve görünür haşaratın, bakterilerin, bulaşıcı hastalıkların vb. saldırısından koruyacaktır ve zamanın yaratacağı yaralara karşı uzun bir hayatı, güzel bir geleceği ve büyük bir direnci sağlayacaktır.

27 Şubat 1981

 

Mayıs Salonu 1981

İstanbul, Sedat Simavi Ödülü, 1981.

Ödüllerin yağmaya başladığı kesin. Yak Rivais, bütün enerjisini Humor Noir-Grandville, Kara Mizah Ödülü’nü, kazanmam için harcıyor (1982).

Çağdaş Fransız desenleri: Seita’nın galerisinde 1982 yılında Jacques Leenhardt tarafından düzenlenen bir sergi.

Sarcelles’de Çağdaş Figüratif Resimde Eğilimler.

Ada Yayınları’ndan ikinci bir kitap: Ferit Edgü, Arslan, 1982.

“Gerçek bu: Yüksel Arslan’ın sanatı çeşitli aşamalardan geçmiştir. Bu aşamaları, sanatçının değişik dönemleri olarak sıralayabiliriz.

1/ Arayış dönemi (İlişki, Davranış, Sıkıntılara Övgü, 1955)

2/ Erotik Dönem (Fallizm, 1955-61)

3/ Düşünsel Dönem (Arture’ler, 1961-67)

4/ Toplumcu Dönem (Kapital, 1968-80)

5/ Bileşimci Dönem (Etkiler, 1980’den günümüze)

... Bir başka deyişle, ‘günün modasına uygun’ resimler yapmamış, kimsenin izinden gitmemiş, kimsenin de kendisini izlememesi için, sanki, gerekli ‘tedbirleri’ almıştır. Dolayısıyla, Arslan’ı, daha önce adı konulmuş herhangi bir sanat akımı içinde görmek olanaksızdır. Breton, onun resimlerine ilgi göstermiştir. Oysa, gerçeküstücü bir ressam değildir o. Kapital’i resimlemek cesaretini göstermiştir. Oysa, toplumcu-gerçekçi bir ressam değildir.  

Son dizisi, Etkiler, sanatçının sanatçı olarak özyaşam öyküsünü anlatıyor gibidir. Oysa, bireyci bir ressam değildir. 

... Yüksel Arslan, bilinen, alışık olduğumuz anlamda [sözcüklerin dışındaki ‘ressam’ tanımlamaları dahil] bir ressam değildir. Öylesine değildir ki, bir resmin güncel serüveninden çok bir dönemin serüveni ilgilendirmektedir onu. Her dönemine başlangıcı ile sonu tasarlayarak girer. Örneğin, son resimlerine [Etkiler] başlamadan önce notlarını almış, hangi sanatı, hangi sanatçıyı, hangi bilgini, hangi düşünürü nasıl değerlendireceğini önceden saptamıştır...”

Ferit Edgü

 

Çağdaş Resmin Görünümleri, 1945-1983, Troyes Müzesi, Andorra.

300 Jahre danach – Türken 1683-1983, Modern Sanatlar Müzesi, Viyana, Avusturya. 

Resimde Yazılar, Plastik Sanatlar Ulusal Merkezi, Nice, 1984 (Francis Parent’in seçimi).

 


 

1 Eylül 1984’te yeni bir dizinin başlangıcı: Autoarture’ler. Bunlar, 1986 Nisanı’na dek sürecek. Bu, Etkiler dizisinin mantıksal devamı. Beni etkileyen sanatçılar, şairler, düşünürler vb. üzerine yaklaşık beş yıllık çalışmadan sonra artık kendimle ilgilenmenin zamanı geldi! Ama birkaç aylık çalışmanın sonunda kendi hayatımla hesaplarımı çok çabuk gördüm! İlginç hiçbir şey yok! Her sabah, üç bardak çayı yuvarladıktan sonra masaya oturmak, okumak ve çalışmak, çalışmak ve okumak! Buna hayat mı denir? Rayına oturtmayı başaramadığım tek şey çalışma yöntemim.

Böylece Fernando Pessoa, Dylan Thomas gibi harikulade şairlere dönüyorum... Onlarla özdeşleşiyorum.

Etkiler dizisinin kitap halinde çıkışı ve Galerie Jean Briance’da, Kasım 1985-Ocak 1986 arasında sergilenmesi. 

“Arslan, bir ressam olmadığını, olsa olsa Brecht’in entelektüellere takıldığı gibi bir Tuis, veya bir okuyucu olduğunu peşinen kabul eder. Gerçekten de, Etkiler dizisini oluşturan 126 tabloda izlenen ve yaşamı boyunca kişiliğinin şekillenmesine katkıda bulunan kişiler arasında ressamdan çok şair, yazar, filozof, besteci veya sinemacılara rastlanır.

Okuma ve yazılarının tümünü (proje önerileri, deneme, kroki, vb.), kişisel Panteon’unda ilk sırada gelen ressam Leonardo da Vinci’nin Codex’ini andıran deri kaplı büyük boyutlu kitap-defterlerde saklayan Türk asıllı bu tutkulu kitap kurdu ve yazı müptelasına göre, normal pentürün bir amaç olarak görülmesi beyhude ve gülünçtür. Olsa olsa bir araç olabilecek pentür, kendi başına bir amaç oluşturmaz. Bu entelektüel-ressam için resim, kendisinin dünyayı kavramsallaştırma biçimi, dünyayla ve bu sonuncu dizide (Autoarture’ler) kendi kendisiyle kurduğu ilişkileri ifade edebilmenin bir aracıdır.

Gerçekten, toplumsal modernitemizi şekillendiren kişi ve düşünceleri açıkça bütüncülük iddiası taşıyan eserler aracılığıyla kayıt altına aldıktan sonra, (bundan önceki Kapital dizisindeki sayısız kişi, durum ve maddeci düşüncenin çok sayıdaki anlamının iç içe geçişi, toplumsallığın kendisinin karmaşıklığının iç içe geçişini resmediyordu) kavramsallaştırma alanındaki bu çözümleyicimiz, yeni dizisinde, bir böcekbilimci misali, kendi düşünce âlemine yönelerek, düşüncesinin mekanizmalarını ortaya koyan eserlerle bu mekanizmalardan gelen Etkiler’i ‘temel olanlar’ ve ‘ikinciller’ diye adlandırdıktan sonra çözümleyip yorumluyor.

Tarih öncesi ve İslam sanatları, halk sanatının şaşırtıcı veya gizemli nesne ve aletleri... şeyler ve insanlar, kısacası bu evrimin röper noktalarını oluşturan ne varsa, 21 × 30 boyutundaki küçük ve eşsiz 126 yeni Arture’de  maddileşmiş bulunuyor... (bunlardan çok daha büyük boyutlarda olan önceki dizilere ait Arture’ler ortalama altı aylık bir çalışma gerektiriyordu). Teknik... hep aynı, inanılmaz ve şaşırtıcı...”

Francis Parent

 

“Hayvan kendi dünyasını nasıl bedensel olarak ölçümler ve denetlerse, Arslan da dünyayla öyle ilişki kuruyor. Gerçek, zihinsel, bilinçdışı dünyaları, bedeni, eli (ve aletleri) ve cinselliği (zevk boyutundan çok soykütüğü anlamında) karşılıyor.

... Bizlere Batı’dan miras kalanları açığa çıkarmayı amaçlayan, yaşam cazibesiyle yüklü bu eserlerin, ikonografik ve minyatürü andıran biçimlerine hayran kalmamak mümkün mü?”

Yak Rivais

 

“... içinde fetiş yazarlarının, fener işlevi gören kılavuzlarının, kendi tanımıyla Etkiler’inin bulunduğu yüz yirmi altı resimlik bir dizi çizdi. Buna rağmen Arslan ne bir portreci ne de bir illüstratördür. O, daha çok, almanakların, bilgece derlemelerin ve name’lerin geleneğini sürdüren bir resim-nüvis’tir. Bir tür şair-zanaatkâr; toprak boyalardan kendi renklerini üretir...

Okumalarını düşsel bir müzeye çevirmek için Yüksel Arslan’a dört yıldan fazla süre gerekmiştir...

Bu sergiden, sanki oymataşlarla dolu bir mağaradan çıkıyormuş gibi çıkıyoruz: Şaşkın ve aklımızda bilmecemsi bir mesajla.”

Jacques Meunier

 

BİR TUIS’İN ARTURE’Ü

Arslan’ı tanıyor musunuz? Arture’ü o icat etti. Bir ressam olmadığını söylüyor. Ama bir Tuis’miş (Brecht’in entelektüellere taktığı ad). Tuis olan Arslan, Arture sözcüğü ile, özel bir karışımla (toprak boyalar, yumurta akı ve bir böcekbilimci titizliği) boyadığı ve sonra da çizdiği resim dizilerini ifade ediyor. Ve ortaya, sanatın, insanların ve dünyanın yalnızca ansiklopedik ve panoramik olarak kavranabileceğini söyleyen bir anlatıcının kestirilemezliği ve özgünlüğü çıkıyor. 1955’teki ilk sergisinin adı İlişki, Davranış, Sıkıntılara Övgü idi; şimdikinin ise Etkiler: Dört yıl alan, şiir, yazı ve resim arasında gidip gelen yüz yirmi altı çalışma. Arslan “Sanatçı, bir düşünür ve şair-desinatör gibi çalışmak zorunda” diyor. İki tür etkiyi, sanatlar ve sanatçılar ile yazar, âlim ve şairleri içeren bu şaşırtıcı çalışma, bir resimden diğerine, sanki tarihöncesinden günümüze bir seyahatname, birbiri içine geçmiş ya da yan yana duran yazının, bitkilerin, nesnelerin, hayvanların, sanatların, insanların, yaratışın her bir aşamasının bireşimsel bir yoğunluğunu oluşturduğu insanlığa sunulmuş evrensel bir armağan gibi okunuyor. Cuvier gibi, bütüne varmak için parçadan yola çıkan Arslan, Arture’ün paleontoloğudur.”

Pierre Cabanne    

 

SANATLAR DESTANI

Arslan ne boya ne de fırça kullanıyor; doğal boyalarla çalışıyor, renkli taşlarla. Dolayısıyla bize, yapay boyalı resimler değil, arture’ler olarak adlandırdığı tablolar sunuyor. Ve ortaya çıkan, bütün sanatlar ve bütün dönemleri kat eden inanılmaz bir yolculuk, “tüm uygarlıklara, insanın, aletleri yardımıyla çalışarak yarattığı her şeye”, şairlere, düşünürlere, yazarlara, müzisyenlere, bilim adamlarına, sinemacılara bir “armağan” oluyor. Arslan, Etkiler dizisiyle, insanın tarihöncesinden günümüze dek gelen özgürleşme çabasına tanıklık etmek için insan düşüncesinin tüm serüvenini yeniden yaşıyor...”

Jacques Vallet              

 

 



[1] Bu metin, Arslan: Defterler/Cahiers de Travail 1965-1994 başlıklı kitaptan alınmıştır (çev. Levent Yılmaz, Ulus Baker, Murat Güvenç, Huguette Rigot, ed. Ali Artun [Ankara: Galeri Nev/Dost Yayınevi, 1996]). Spot resminde Yüksel Arslan ve Friedrich Nietzsche yer almaktadır, Arture 341, Autoatures XII, 1985.

[2] (cs) eklendiğinde Türk Sanatı, sanatları anlamı çıkıyor.

 

Yüksel Arslan