Foucault Koronavirüs Pandemisini Anlamamıza Nasıl Yardımcı Olabilir?

Sunuş

Bir biyopolitika rüyası gibi: Hükümetler, doktorların önerisiyle dünya çapında nüfuslara diktatörlük dayatıyorlar. Nihayet, nüfusu, salt “biyo-kütle”, istismar edilecek “çıplak hayat” olarak yönetebiliyorlar. Zaten modernlik boyunca yaptıkları da az çok buydu; ama şimdi “sağlığı”, hatta “insanlığının bekası”nı gerekçe göstererek bunun önündeki tüm demokratik engellerden de kurtulmuş oldular. “Çıplak hayat” kavramını siyaset teorisine kazandıran Agamben gibi büyük kuramcıların yanı sıra, çeşitli internet sitelerinde yazan ve olan biteni Foucault’ya atıfla açıklamaya çalışan bazı eleştirmenlerin de şimdilerde bu mefhumları önümüze sürmesi tesadüf değil. “Biyoiktidar” ve “biyopolitika” gibi kavramların fazlasıyla cezbedici olduğunu kabul etmek gerekiyor; bunlar, parlak ışığıyla pandemi koşullarında yönetimin hakikatini açığa çıkaran, zamanımıza en uygun düşen kavramlar gibi duruyor.

Sorun şu ki, şahit olduklarımızı, örneğin ABD hükümetinin Covid-19’la baş etmekteki muazzam başarısızlığını dikkate aldığımızda, bu iddia pek akla yatmıyor – dahası bu iddianın Foucault’nun düşüncesiyle neredeyse hiç ilgisi yok. Michel Foucault’nun “biyopolitika” kavramını ortaya attığı doğrudur doğru olmasına, ama çok geçmeden bu kavramı kullanmaktan vazgeçmekle kalmamış, üç bulaşıcı hastalıkla bağlantılı üç düşünce modeli geliştirmiştir. Bu modeller, “pandemi” koşullarında yönetimin mahiyetini anlamamızda, “biyopolitika” denen semantik sopadan daha faydalı olabilir.   

  

Michel Foucault. Fotograf: Michèle Bancilhon, © Centre Michel Foucault

 

Biyopolitika

Öncelikle bu kavramın ne anlama geldiğine bakmamız gerekiyor. Foucault, “biyopolitika” kavramını 1976 tarihli La volonté de savoir  (Cinselliğin Tarihi 1) kitabında ortaya atmış, bu kavramla 18. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da ortaya çıkan yeni siyasal hedef ve stratejileri tanımlamıştı. Burada, “tam olarak, yaşamın tarihe girişinden, yani insan türünün yaşamına özgü görüngülerin bilgi ve iktidarın düzlemine, siyasal tekniklerin alanına girişinden” bahsediyordu.[1] Modern toplumlar, bizzat insan türünün yaşamını düzenlemek için gereken teknik ve siyasal imkânları yaratmışlardı. Foucault, buradan hareketle şu argümanı geliştirdi: “İnsan türünün yaşamı bir bahis konusu olarak kendi siyasal stratejileri içinde yer almaya başladığı anda, bir toplumun ‘modernlik eşiği’ adını vereceğimiz şeye ulaşılmış olur”.[2]     

Bununla kastettiği, ilkin, basitçe, kürtaj ve çocuk katline getirilen ağır cezalar ve bebek ölümlerinin önünü almaya yönelik tedbirler gibi belirli politikalarla ülke nüfusunun artırılmasıydı. Ama, bunların yanı sıra, genel olarak devlet sağlık politikalarından ve son olarak da, 20. yüzyılın ilk yarısında birçok ülkede başlı başına bir çalışma alanı haline gelen öjeniden ve nüfusun “kalitesini yükseltmeye” yönelik “ırk hijyeni” politikalarından da bahsediyordu. 20. yüzyıl tarihinden bildiğimiz gibi, bu politikaların öbür yüzü ırkçılıktı; yani, Foucault’nun tabiriyle, “yaşaması gerekenler ile ölmesi gerekenler” [3] arasında yapılan ayrım.

“Yaşama” yapılan biyopolitik “yatırımın” öbür yüzü olan ırkçılığın sebep olduğu tahribatı anlayabilmek için çok fazla tarih bilgisine gerek yok. Ve şüphesiz, her modern iktidar, 18. yüzyıldan bu yana yönetime gelen her hükümet, öyle ya da böyle, nüfusun yaşamı ve sağlığıyla ilgilenmek zorunda. Ama buradan hareketle, modernlik ve postmodernlikte yönetimin salt bu kaygıdan türediği; günümüzde yönetimin tamı tamına biyopolitika olarak anlaşılması gerektiği sonucuna varmak hata olur. Çoğunluğun yaşam ve sağlığını zerre kadar umursamayan birçok hükümet var; bunun en büyük sebebi de, büyüme ve servet yaratımı için bu insanların bedenlerine giderek daha az ihtiyaç duyulması.   


Assisili Francis, cüzzam hastanesinde hastaları iyileştiriyor. La Franceschina adlı elyazması içinde, ykl. 1474.

 

Bulaşıcı Hastalık İzleği

Biyopolitika kavramının analitik değeri küçümsenmemeli, ama Foucault’nun 1979’da bu kavramı kullanmaktan vazgeçtiğini belirtmek gerek. Neden? Bu sorunun cevabını bulmak için, sıfırdan başlamayı göze alıp, Foucault’nun tüm eserlerinde izleri görülen bulaşıcı hastalık izleğini takip etmek faydalı olabilir. Aşağıda üzerinde duracağım gibi, Foucault, çalışmalarında tekrar tekrar üç bulaşıcı hastalığa (cüzzam, veba ve çiçek hastalığı) dönmüş ve siyasetin bu hastalıklara verdiği tepkiyi, üç farklı yönetim biçiminin modeli olarak tarif etmiştir.   

Foucault’nun 1961 tarihli ilk büyük kitabı Deliliğin Tarihi şu cümleyle açılır: “Cüzzam, Ortaçağ’ın sonunda Batı dünyasından silinmiştir”.[4] Hastalık tümden ortadan kalkmamıştı ama, (Foucault’nun kısmen tartışmalı tezine göre) büyük “kliniklerde”, cüzzam hastanelerinde, cüzzamlıların yerini giderek toplumdan dışlanan yoksullar, berduşlar, hasta ve deliler alıyordu. Foucault’ya göre, cüzzam ve modern çağın başlarında yoksul yurtlarına ve tımarhanelere dönüştürülen cüzzam hastaneleri, ilk iktidar modelini sunar: İktidar, hastayı sağlıklıdan ayırır; sapkınları ve delileri toplumdan dışlar; mümkünse şehir kapılarının dışına atar. Böylece, onları daha fazla dert etmesine gerek kalmaz.

 

1348 Floransa veba salgını, Boccaccio'nun Decameron'unda tasvir edildiği şekliyle. Gravür: L. Sabatelli 

 

Veba Modeli

Ama Foucault’ya göre, yine modern çağın başında, cüzzam modelinin yerine bir başka iktidar modeli, veba korkusu etrafında şekillenen bir model geçer. Foucault bu modeli 1975 tarihli Hapishanenin Doğuşu başlıklı kitabında geliştirir. Burada, 17. yüzyıldan itibaren yeni bir iktidar rejiminin oluştuğunu ileri sürer: disipliner iktidar. Bu iktidar rejimi, sapkınları dışlayıp toplumdan tecrit etmekle yetinmez. Onun yerine, “herkes” –çocuklar, askerler, işçiler, mahkûmlar, yoksullar, vs.– sıkı bir disipline tabi tutulur. Bu disiplin aynı zamanda katı bir çalışma disiplini biçimini almış, böylece insanların bedenlerini “üretken kılmaya” yaramıştır ki bu da en önemli işlevlerinden biridir.  

Foucault’nun, en ince ayrıntısına kadar yönetilen bu karanlık toplum vizyonu için önerdiği model, yine bulaşıcı bir hastalığa verilen idari cevaptır: “Cüzzamın, bir ölçüye kadar, Büyük Kapatılma’nın modelini ve genel formunu oluşturan dışlama ritüellerine yol açtığını kabul edecek olursak, veba da disipliner projelere kaynaklık etmiştir”.[5] Foucault’nun bahsettiği erken modernlikteki veba düzenlemeleri, şehirdeki tüm sınır ve geçişleri takip altına alan kesintisiz bir denetim sistemi tertipler ve istisnasız tüm vatandaşların evlerine kapanmasını gerektirir: “Parçalara bölünmüş, hareketsiz, donmuş bir mekândır bu. Herkes yerine sabitlenmiştir. Hareket eden, hastalığa yakalanarak ya da cezalandırılarak ölmeyi göze almış demektir.”[6]    

Foucault, 17. yüzyılda yetkililerin “siyasal düşlerini” disiplinin süslediğini, “derinlemesine bir gözetim ve denetim organizasyonu, kesif ve dallanıp budaklanmış bir iktidar”[7] hayal ettiklerini iddia eder. Foucault burada veba salgınlarının fiilen patlak verdiği şehirlerden değil, “mükemmelen yönetilen bir şehir [/toplum] ütopyası”ndan bahsetmektedir. Bu ütopya için, “(en azından bir olasılık olarak akıllarda bulunan) veba dönemleri, disipliner iktidar uygulamasının ideal olarak tanımlanabileceği deneme süreleridir.”[8] Hukukçular ve devlet teorisyenleri nasıl ideal kanunlar tasarlayabilmek için “doğa durumu” diye bir şey tahayyül ettiyse, “yöneticiler de mükemmel bir disiplini işletebilmek için veba durumunu düşlediler”.[9]

 

Çiçek Hastalığı Modeli

Üçüncü modele giden yol, cüzzam modelinden veba modeline varan yoldan daha dolambaçlıydı. Aradan geçen sürede Foucault, ortaya koyduğu hayli karamsar iktidar teorisinden şüphe etmeye başlamıştı. Modern toplumları, Hapishanenin Doğuşu’nda yaptığı gibi, devasa bir disipliner makine modeli üzerinden tahayyül etmek; bu toplumların, en ince ayrıntısına kadar gözetlenip denetlenen veba şehirleri olduğunu düşünmek, pek aklına yatmıyordu artık.    

Foucault’nun modern yönetim rasyonalitesiyle ilgili analizinde, bireylerin –esasen ekonomik– özgürlüğü yeni bir çehreye bürünerek, indirgenemez bir şey, “kesin surette asli bir şey” olarak belirir: Modern, somut olarak liberal yönetimsellik, “ancak ve ancak her bir bireyin özgürlüğünü esas alarak ve bu özgürlük üzerinden uygulanabilecek”[10] bir yönetim biçimidir. Foucault, bu tarihsel dönüşümü açıklamak için yeni bir model geliştirir: “çiçek hastalığı, veya aşılama pratikleri”.[11]

Burada sorun çok farklı bir şekilde ortaya konur. Mesele, veba zamanları olduğu gibi toplumu disiplin altına almak değildir artık. Daha ziyade,

 

sorun, kaç kişinin, kaç yaşında, hangi sonuçlar ve hangi ölüm oranlarıyla çiçek hastalığına yakalandığını, nasıl izler taşıdığını, aşının taşıdığı riskleri, bir bireyin aşıya rağmen ölme ya da hastalığa yakalanma [olasılığını], nüfus üzerindeki genel etkileri bilmektir.[12]

 

Demek ki, çiçek hastalığı durumunda sorun, “bir salgın sorunu”, “salgınları ya da endemik hastalıkları önlemeye yönelik tıbbi kampanyalar sorunudur”[13].

18. yüzyılda yetkililerin çiçek hastalığına cevabı, vakaları inceleyip hastalığa ilişkin istatistiksel gözlemlerde bulunmak ve aşılama yoluyla nüfusu hastalıktan korumaya çalışmak oldu. Fakat –ki Foucault’ya göre esas önemli nokta da budur– liberal bir yönetimsellikte, bu türden bir sorun algısına dayanan risk yönetimi bireylerin disiplinine dönüşecek kadar ileri gitmemelidir, çünkü bu, sistem açısından vazgeçilmez olan bireysel özgürlüğün altını oymak anlamına gelir. Bir başka deyişle, “çok fazla yönetmek, hiç yönetmemek demektir”.[14] Gereğinden güçlü bir devlet, kendi emellerini baltalar – belirli bir bulaş riskini göze alması gerekse de, toplumun nispi “nüfuz edilemezliğine” saygı göstermek zorundadır.      

Bir başka deyişle, çiçek hastalığı modeli, özünde iktidarın, patojenleri, davetsiz misafirleri, mikropları yeryüzünden tamamıyla silme hayalini bir yana bırakmasına; veba zamanlarında yaptığı gibi toplumu “derinlemesine” gözetleme ve herkesin her hareketini disipline etme düşünden vazgeçmesine bağlıdır. Bu modelde iktidar, hastalığa neden olan davetsiz misafirle birlikte yaşamayı öğrenir: Varlığından haberdardır; hakkında veri toplar; istatistiki bilgiler derler; “tıbbi kampanyalar” yürütür ve bu kampanyalar pekâlâ bir “normlama”[15] ve disipline etme niteliği taşıyabilir. Ama disiplin, hele hele kuşatıcı bir disiplin, liberal iktidar için makul bir hedef olamaz artık. Her şeye rağmen bu hedef peşinde koştuğunda, çiçek hastalığı modelinden vazgeçip veba modeline dönmek istediğinde, otoriter ve nihayetinde de totaliter nitelik kazanır.      

 

Korona Özelinde Bazı Sonuçlar

Foucault’nun gerçek pandemi durumlarından bahsetmediği, iktidar biçimlerini ideal tiplere özgü örüntülere göre düzenlemek için bulaşıcı hastalıkları düşünce modelleri olarak kullandığı açık. Bizim durumumuzsa farklı: Bir pandeminin ortasındayız ve medya üzerinden iktidar ve yönetimin farklı görünümler alışına tanıklık ediyor; farklı iktidar biçimlerine maruz kalıyoruz. Bu durumda, Foucault’nun geliştirdiği bu üç modelden ne gibi dersler çıkarabiliriz?

Bir: Farklı yönetim modelleri arasında geçişler ve örtüşmeler vardır. Wuhan’ın kapatılması, veba modeline bire bir uygun bir uygulama. Aynı şekilde, tüm sokağa çıkma yasakları da bu modeli takip ediyor. Modeller, çiçek hastalığı modelini mümkün kılan istatistiksel veriler toplanamadığında sokağa çıkma yasaklarının kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.

Yalnızca, sistemli testler yoluyla, enfekte olanlar ve olmayanlar hakkında bolca veri toplayabilen Güney Kore ve Singapur gibi hükümetler, tecrit uygulamaya gerek duymadan, enfekte olanları yalıtıp nüfusun geri kalanına da temkinli olmalarını tavsiye etmekle yetinebilir. Hiçbir imada bulunmadan ya da ironi yapmadan şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Güney Kore veya Singapur gibi ülkelerde kamusal hayatın sürüyor ve ekonominin işlemeye devam ediyor olması, tamı tamına çiçek hastalığı modelinin liberal vaadidir.

İki: Veba modeli, bir tehdit hatta tehlike teşkil etmeye devam ediyor. Fas’ta, sokağa inen tanklar ve son derece sert askerî önlemler marifetiyle uygulamaya konan sokağa çıkma yasağı; İsrail’de saygın isimlerin, Netanyahu’nun Covid-19’la savaşma bahanesiyle “darbe” yaptığını iddia etmesi; Macaristan’da Victor Orbán’ın ülkeyi kararnamelerle yönetmeye kalkışması; ABD Adalet Bakanı Barr’ın tutukluların duruşmalarını belirsiz bir süreyle ertelemek için izin koparmaya çalışması... bunların hepsi, bu tehlikeye işaret ediyor. Cep telefonu taşıyan herkesin hareketlerine ilişkin verilerin depolanıp değerlendirilmesi de buna örnek olarak verilebilir. Keza, kriz geçtikten sonra, bu uygulamanın zorunlu koşullarda devreye sokulabilecek teknik bir imkân olarak görülüp rafa kaldırılmayacağını tahmin edebiliriz. Liberal çiçek hastalığı modeli, esasen ve daima, devletin iktidarının kuşkuyla izlenmesini gerektirir.   

Üç: Çiçek hastalığı modeli, aralarındaki tüm farklara ve ülkeden ülkeye değişen hususiyetlere rağmen Avrupa ülkelerinin pandemi koşullarında benimsediği yönetim biçimini az çok doğru bir şekilde tarif ediyor. Eğriyi düzleştirme stratejisi, patojenin varlığını dikkate alıp, toptan yok edilemeyeceğini kabul etmek anlamına geliyor. Dolayısıyla, bu stratejiyi benimseyen hükümetler, bu türden nafile bir çabaya girişmektense, hastalığın dağılımını zamana “yayıp” sağlık sisteminin çökmesini engellemeye çalışıyorlar. İkiden çok kişinin toplaşmasını yasaklama stratejisine de, disipliner iktidarın bir tezahürü olarak bakamayız; bu yasak, daha ziyade, devletin belirlediği dar ama makul gerekçeleri olan ve anlaşılabilir bireysel davranış çerçevesi olarak değerlendirilebilir. “Sosyal mesafe” kurallarına uyma çağrısı, hiç kuşkusuz, esasen bireysel özgürlüğe dayanan ve bu özgürlüğe saygı duymak zorunda olan liberal yönetim tekniklerinin alanına giriyor. Kendine bakmak; kendini korumak; ama, aynı zamanda, iyi niyet ve dayanışma temeline dayanan örgütlenme biçimleri bulmak (bu aralar sık görülen bir olgu), çiçek hastalığı modelinin liberal çerçevesinin içini toplumsal öz-örgütlenmenin somut malzemesiyle dolduran kendilik teknikleridir.   

Dört: …fakat cüzzam modeli de arka planda pusuya yatmış bekliyor. Orada burada karşımıza çıkan, “ekonomiyi kurtarmak için” yaşlıların ölmesine göz yummamız gerektiği fikrinde beliriyor; İspanya’da olduğu gibi, bakım ve huzurevlerinde kalan insanların üzerine kapılar kilitlenip yalnız başlarına ölüme terk edildiklerinde ise, fiilî bir gerçekliğe dönüşüyor.

 

Philipp Sarasin’in Mit Foucault die Pandemie verstehen? başlıklı yazısının İngilizce çevirisinden kısaltılarak çevrildi. İngilizceye çeviren: Verena Erlenbusch-Anderson.



[1] Michel Foucault, The History of Sexuality, Volume 1: An Introduction, çev. Robert Hurley (New York: Vintage, 1990), s. 141-142. Türkçesi: Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver (İstanbul: Ayrıntı, 2007 [2. Basım]), s. 104 – çeviri kısmen değiştirildi.

[2] M. Foucault, The History of Sexuality Volume 1, s. 143. Türkçesi: Cinselliğin Tarihi, s. 105 – çeviri kısmen değiştirildi.

[3] Michel Foucault, Society Must Be Defended: Lectures at the Collège de France, 1975–1976, çev. David Macey (Penguin Books, 2004), s. 254. Türkçesi: Toplumu Savunmak Gerekir, çev. Şehsuvar Aktaş (İstanbul: YKY, 2008).

[4] Michel Foucault, History of Madness, ed. Jean Khalfa, çev. Jonathan Murphy (Londra ve New York: Routledge, 2006), 3. Türkçesi: Deliliğin Tarihi, çev. Mehmet Ali Kılıçbay (Ankara: İmge Kitabevi, 2006 [4. Basım]), s. 23 – çeviri kısmen değiştirildi.

[5] Michel Foucault, Discipline and Punish: The Birth of the Prison, çev. Alan Sheridan (New York: Vintage, 1995), 198. Türkçesi: Hapishanenin Doğuşu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay (Ankara: İmge Kitabevi, 1992), s. 249 – çeviri kısmen değiştirildi.

[6] M. Foucault, Discipline and Punish, 195. Türkçesi: Hapishanenin Doğuşu, s. 246 – çeviri değiştirildi.

[7] M. Foucault, Discipline and Punish: The Birth of the Prison (New York: Vintage, 1995), 198. Türkçesi: Hapishanenin Doğuşu, s. 249 – çeviri değiştirildi.

[8] M. Foucault, Discipline and Punish, 198. Türkçesi: Hapishanenin Doğuşu, s. 249 – değiştirildi.

[9] M. Foucault, Discipline and Punish, 199. Türkçesi: Hapishanenin Doğuşu, s. 249 – değiştirildi.

[10] Michel Foucault, Security, Territory, Population: Lectures at the Collège de France, 1977–1978, ed. Michel Senellart ve başkaları, çev. Graham Burchell (New York: Palgrave Macmillan, 2007), s. 49, Türkçesi: Güvenlik, Toprak, Nüfus: Collège de France Dersleri (1977-1978), çev. Ferhat Taylan (İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005), s. 48 – çeviri değiştirildi

[11] M. Foucault, Security, Territory, Population, s. 10; Türkçesi: Güvenlik, Toprak, Nüfus, s. 11.

[12] M. Foucault, Security, Territory, Population, s. 10; Türkçesi: Güvenlik, Toprak, Nüfus, s. 11.

[13] Türkçesi: Güvenlik, Toprak, Nüfus, s. 11 – çeviri değiştirildi.

[14] Michel Foucault, “Espace, Savoir et Pouvoir”, Dits et Écrits IV, 1980–1988 içinde, ed. Daniel Defert ve François Ewald (Paris: Gallimard, 1994), s. 273.

[15] Foucault Güvenlik, Toprak, Nüfus’ta disiplin tekniklerinin tipik normunu tarif etmek üzere “normlama” terimini ortaya atar; bunu, biyopolitik düzenleme pratiklerine damgasını vuran “normalleşme”den ayırır. [“Disiplinlerde önce bir norm belirleniyor ve insanlar bu norma göre hizaya getiriliyor, normal ve anormal ayrımı da buna bu göre yapılıyordu. Güvenlik mekanizmalarında ise normal olan önce gelir: Normal, istatistiklerde diğer öğelere baskın çıkandır ve norm ona göre belirlenir; örneğin Foucault’nun incelediği dönemde çiçek hastalığından normal ölüm oranı 7,782’ye 1 olarak belirlen- miştir. Yani burada dışarıdan bir norm dayatılmamış, var olan gerçeklik –istatistik olarak normal– veri olarak kabul edilip norm ondan türetilmiştir. Foucault normun önce geldiği disipliner modeli bir “normlama”, normalin önce geldiği güvenlik modelini ise kelimenin gerçek anlamında bir “normalleştirme” olarak adlandırmayı önerir”: Ferhat Taylan, “Önsöz: Strateji, Norm, Yönetim: 1978 Dersi İçin Bir Güzergâh”, Güvenlik Toprak Nüfus içinde (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005) s. xxiii.

Michel Foucault