Düşüncenin Cinsiyeti Yoktur: Sürrealist Hareketin Perileri, Çocukları ve Devrimcileri

 

Remedios Varo (1908-1963)

 

Çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu ilk sürrealistlerin, o yıllarda tanımlandığı biçimiyle “Kadın Sorunu”na yaklaşımı nasıldı? Daha özelde, hareket içindeki bu erkek çoğunluğunun, sürrealist camiadaki kadınlar açısından anlamı neydi?

İlk sürrealistlerin büyük kısmı, Birinci Dünya Savaşı’nın dehşetini yaşamış, yirmili yaşlarının başındaki genç erkeklerdi, hatta bazıları hâlâ yeniyetmeydi. 1914-1918 yılları arasında sadece Fransa’da iki buçuk milyon asker ölmüş ya da sakat kalmıştı. Eleştirmenler genelde sürrealist hareketin ilk yıllarındaki “şiddet”inden ve “aşırılıklarından” dem vururlar, ama bu niteliklerin belirli bir tarihsel döneme karşı bir tepki olduğu gerçeğini de unutmamak gerek: dünyanın ilk emperyalist katliamı ve sonrasında yaşanan politik ve ekonomik felaketler.

Savaş ve savaş sonrası koşullar, toplumsal bir devrim yaşanmadıkça ister istemez politik gericiliğe yol açar, kadın düşmanlığı da bu koşulların ayrılmaz parçası olur. Sürrealizmi kurmuş olan genç erkekler açısından dikkate değer olan asıl unsur, savaş sonrası yıllara damgasını vuran kadın düşmanı atmosferi zaman zaman yansıtmış olmaları değil, ondan kaçınma ve kadın düşmanlığını reddetme noktasında gösterdikleri olağanüstü dirayettir.

André Breton ve arkadaşları için feminist denemeyecek olsa da, feminizm düşmanlarının amansız düşmanları olmaları bakımından pek çok açıdan feminizmin müttefiki oldukları söylenebilir. Bir kere bütün saldırıları, ataerkil baskı aygıtlarını hedef alıyordu: Tanrı, Kilise, aile, sermaye, vatan ve ordu. Dönemin iktidar elitinin bütün erkek egemen şovenist takıntıları –üretkenlik, ilerleme, cezalandırma, ırksal saflık, nüfusu artırma, verimlilik, milliyetçilik, doğanın fethedilmesi vs.– sürrealistlerin alay konusuydu.

İlk sürrealist kuşağı, toplumsal cinsiyet ve cinsellik konularında, her şeyde olduğu gibi, asi ve devrimciydi. André Breton ve Paul Eluard’ın 1929 tarihli “Şiir Üzerine Notlar”da dile getirdikleri “Düşüncenin cinsiyeti yoktur” ilkesi, kadınların entelektüel eşitliğine dair, Fransa’da o yıllarda pek de rastlanmayan kabulün ifadesiydi. Gelgelelim, Breton’un daha sonra sarf ettiği, “keşke gömlek değiştirir gibi cinsiyet değiştirebilseydim” sözleri, ilk sürrealistlerin toplumsal cinsiyet kalıplarına ilişkin sorgulamalarının, en radikal çağdaşlarınınkinden bile daha derine indiğini gösterir. Marksist ve anarşist örgütlerin cinselliği ya hafife aldığı ya da tümden yok saydığı bir dönemde, sürrealistler cinsel faaliyet üzerine herkese açık tartışmalar düzenliyordu. Marcel Duchamp, Man Ray, Claude Cahun gibi ilk sürrealistlerin hayatlarında ve sanatlarında cinsiyetin muğlaklığı önemli bir etkendi.

Sürrealizmi kuran erkekler, toplumda onaylanan erkeklik modellerinin –asker, politikacı, polis, gangster, bankacı, iş adamı, atlet, bürokrat ya da patron– hiçbirini benimsemedikleri için, zaten cinsiyetlerine ihanet etmişlerdi. Bu genç erkekler kendilerini birer “medyum” (bilinçdışının “mütevazı kayıt cihazları”) olarak görüyordu, bu da nicedir kadınlarla özdeşleştirilen bir meslekti. Breton ve Aragon, olağanüstü bir bildiride, histeriyi “üstün bir ifade biçimi” olarak yüceltmişlerdi – genelde duygusal gel-gitleri burjuva ahlakına özgü edep sınırlarını aşan kadınlara atfedilen bir kavramdı bu da.

Bu adamlar için kadınlar birer esinlenme kaynağıydı: mucizeleri, rüyaları ve özgürlüğü kışkırtıyorlardı. Ama birer esin kaynağı oldukları kadar, kendilerine ait arzuları olan ve her şeyin ötesinde hayatın irili ufaklı maceralarında onlara yoldaşlık eden etkin birer özneydiler. Fransız Devrimi’nin “ilk Özgürlük Amazon”u Théroigne de Méricourt, Alman romantikleri Bettina von Arnim ve Caroline Günderode, anarşist suikastçı Germaine Berton, Musidora, Pearl White, Louise Lagrange, Mae Murray ve Blanche Derval gibi göz alıcı aktrisleri kahramanları addediyorlardı.

 

      

Film yönetmeni ve oyuncu "Musidora" (1889-1957).              Musidora'nın oynadığı Vampirler (1915-16) filminin afişi

 

Bütün bu tavırlarında ciddi bir romantizm olduğu muhakkak, kendileri de bunun farkındaydı elbette. Ama belli bir naifliğin, tereddüdün, belirsizliğin olduğu da kuşku götürmez. Asırlardır yerleşmiş baskıcı kodlara kafa tutanların daha ilk denemelerinde her şeyi doğru yapmaları beklenemez. Yeni ve devrimci bir şeyin, ilk ortaya çıktığı anda her şeyiyle tamamlanmış olması zordur.

Canlı ve devinim halinde olan her akım gibi, ilk Sürrealist Grup içinde de çelişkiler vardı. Kadınlar ilkede eşit görülse de, pratikte kadınlar da erkekler de sık sık alışkanlıkların ve âdetlerin tuzağına düşebiliyordu. Aragon’un genelevleri sorgusuz sualsiz yüceltmesi, Eluard’ın rasgele (bariz biçimde nevrotik) cinsel ilişkileri, hatta Breton’un aşırı kibarlığı (kadınların elini öpmesi vs.), en hafif tabirle söylersek, kadın özgürleşmesi davasına pek de katkı sağlamıyordu.

Ama eleştirel ve tarihsel bir bakış, kimi zaman pek de devrimci olamayan o kabuğun içindeki devrimci özü yakalamamıza yardımcı olabilir. Aragon’un 1927’de kaleme aldığı “Aşktan Elinizi Çekin!” başlıklı bildiri, bugün bize erkek şovenizminin ürünü gibi görünen bazı ifadeler barındırır. Ancak, sürrealistlerin kadınlar üzerine yazdığı metinler arasında en “düşük noktayı” temsil eden o metinde bile, yıkıcı bir öz seçmek mümkün. Evliliğin ve çocuk doğurmanın kadınlara uygun düşen yegâne hayat yolu olarak görüldüğü bir toplumda erkek sürrealistler kadınlara biçilen bu rolü kararlılıkla reddederek boşanma ve doğum kontrolünü hiç tereddütsüz savundular. “Aşktan Elinizi Çekin!” metnindeki dil, belki bugünün kadınlarını tatmin etmeyebilir, ama ana fikri itibariyle ataerkil düzene karşı olduğu muhakkaktır. Ayrıca Sürrealist Grup’un herhangi bir bildirisinde bundan böyle erkek şovenist bir retoriğe rastlanmaması da dikkate değerdir.

Başka bir ifadeyle, sürrealizm evrim geçirmiş, geliştikçe de ilk zamanlardaki retoriğinin bazı unsurlarını geride bırakmıştır. 1924 tarihli “Sürrealist Manifesto”da “Aslolan kendimizin, kadınların ve böylece aşkın efendisi olmamız değil mi?” diye yazan şair, bundan yirmi yıl sonra Arcanum 17’de yayınlanan yazısında “kadınların fikirlerini, erkeklerinkini geride bırakarak öne çıkarmanın” vakti geldiğini ve “sürrealizmin tarihsel olarak doğrudan feminizmin devamı” olduğunu söyleyecektir. Bu değişimde, sürrealist kadınların büyük etkisi olduğunu söylemek herhalde abartı olmaz.

Breton’un “çocuk-kadın”ı yüceltmesinin sınırlandırıcı ve cinsiyetçi olduğunu öne süren eleştirmenler, sadece sürrealizmle ilgili bilgisizliklerini gözler önüne sermekle kalmaz, kendilerinin de çocuklara yönelik korku ve nefret duygularını ele verirler. Sürrealistlerin bakış açısından çocukluk alçaltıcı bir tanım değildir (Breton ilk manifestoda “Belki de insanın 'gerçek yaşam'ına en çok yaklaşan anlar çocukluğudur” diye yazmıştır); olgunluk ise vasat bir tavizden ibaret görülür. Sürrealistlerin “çocuk-kadın”ı, yardıma muhtaç bir çocuk yerine konmak şöyle dursun, çocuğun cüretkârlığından, merakından ve maceraperestliğinden vazgeçmeyi reddeden başına buyruk ve mağrur biridir. Dahası çocuk-kadın Breton’un hayal gücünün bir kurgusu değildir, 1930’larda bizzat sürrealist hareket içinde Meret Oppenheim, Gisèle Prassinos, Dora Maar ve Leonora Carrington gibi figürlerin örnek teşkil ettiği gerçek bir olgudur: hepsi de, yaratıcı cesaretleri ve büyüleyici dehalarıyla her cinsiyetten sürrealistin hayranlığını kazanmış, yirmilerinin başındaki genç kadınlar.

 

 

Fanny Beznos (1907-1939). Hareketin mensuplarıyla ilk kez, Paris’teki Saint-Quen bitpazarında açtığı tezgâhta karşılaşmıştır. Breton, Nadja’da tanışmalarını şöyle kaydeder: “...Shelley, Nietzsche, Rimbaud gibi gözde yazarları hakkında tartışmaya çok hevesliydi. Arada sürrealistlerden bile bahsediyordu... Bütün yorumlarında büyük bir devrimci inancın emareleri seziliyordu.” Beznos, Komünist Gençlik üyesi olarak 1927’de tutuklanır ve Belçika’ya sınırdışı edilir. Fakat kısa bir süre sonra, Breton’un seferber ettiği Paul Nougé ve diğer Belçikalı sürrealistlerin yardımıyla gizlice Fransa’ya döner. La Révolution surréaliste dergisinin 9 ve 10. sayılarında şiirleri yayınlanır. 1930’a kadar Komünist Parti militanı olarak çalışır. 1939’da tutuklanıp sınırdışı edilir, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’daki bir toplama kampında ölür. “Gidiyorum, arkamda beni sürükleyen rüzgâr / Nereye? Bilmiyorum... / Gülerek, ağlayarak, ve düşünerek, Neden? Bilmiyorum! En iyi yönetim biçimi hangisidir / diye sorar ARİSTOTELES, erdemli yurttaşlara her şeyi sunan / ve zanaatkâr-kölelere sahip olan yönetim. Peki kimdir bu erdemli yurttaşlar? Herkesten önce / varlıklılar, güçlü askerler. / Kölelere gelince, en fazla / azat edilmeleri hayal edilebilir... Ya kadınlar? Dalga mı geçiyorsun zıpçıktı! Kadın dediğin / her daim beşik başında, tam köle olmasa da... / Kadın? Yarı özgür bir varlık? Eksik etek. [...] Uyan yoksulluk! / Savun kendini! Birleş! Kurtaracağız o bekçileri / Hak edilmemiş mutluluklarından! / Biz, PROLETARYA! DEVRİM, DEVRİM!” (Fanny Beznos, 1927) [Surrealist Women: An International Anthology]

 

Her halükârda, çocuk-kadın, sürrealistlerin yücelttiği tek kadın figürü de olmamıştır. Şiirde, resimde ve polemik yazılarında büyücüleri, vampları, dişi şeytanları, baştan çıkaran kadınları, kâhinleri, esrarlı kadınları, hafif meşrep kadınları, kanunsuzları ve geleneksel kadın modelinin dışına çıkan buna benzer onlarca figürü öne çıkarmışlardır. Melusine’den Milady de Winter ve Musidora’ya kadar pek çok model, burjuva-Hıristiyan ideali olan iyicil, fedakâr, kocasına tapan, itaatkâr, bilgisiz, çekingen, iffetli, çalışkan eş ve anne figürüne meydan okuyan alternatifler sunmuştur.

Sürrealizm hiçbir zaman yekpare bir hareket olmamıştır, en önemli özelliklerinden biri kendi içindeki çeşitliliktir. Tek bir sürrealistin –bu, André Breton olsa bile– eserlerinden pasajları harekete dair kapsamlı bir eleştirinin temeli haline getirmek daima yanıltıcı olacaktır; hele bu eleştiri bir yanlış anlamaya dayanıyorsa, bu çok daha vahim bir durumdur. Simone de Beauvoir, İkinci Cins (1949) kitabında Breton’u –ve üstü kapalı biçimde sürrealist hareketin tamamını– kadınları şiirle özdeşleştirerek onlara sınırlar dayatmakla itham eder. Ancak böyle bir itham, sürrealistlerin şiiri sınırsız bir faaliyet olarak gördükleri gerçeğini göz ardı eder. Sürrealistlere göre şiirin tanımı ve etkinliği, edebiyatınkiler de dahil her türlü yerleşik sınırı aşar; şiir onlar için daima kendini keşfetme, dönüşüm ve zincirlerin kırılması, özgürlüğe ulaşmadır. Fransa’da kadınların büyük ölçüde geleneğin kutsadığı boğucu rollerle sınırlandırıldığı bir zamanda bir grup erkeğin kadınları devrimin itici gücü olarak kabul etmesi, başlı başına devrimcidir.

 

     

Claude Cahun (1894-1954). Ünlü sembolist yazar Marcel Schwob'un yeğenidir ama, hem bu akrabalığın yükünden, hem de isimle sabitlenen dişil cinsiyetinden kurtulmak için adını değiştirir; her iki cinsiyet için de kullanılabilen Claude ismi ile, tanınmayan uzak akrabalarına ait Cahun soyadını benimser. Üvey annesinin kızı Suzanne Malherbe’e âşık olur (o da yine cinsiyet belirtmeyen Marcel Moore adını kullanmaktadır) ve çift, elli yıldan uzun süren yoldaşlıkları boyunca, birlikte hapis yatmalarına sebep olan politik faaliyetlerinin yanı sıra, edebiyat ve görsel sanat alanında birlikte çalışır. 1938’de Cahun ve Moore, Jersey Adası’na taşınırlar, fakat burası da kısa bir süre sonra Nazilerin işgaline uğrayacaktır. Paris’te bulunduğu dönemde Cahun, George Bataille ve André Breton’la birlikte Devrimci Yazarlar ve Sanatçılar Birliği’nin militan üyelerinden olmuş ve “Contre-Attaque” adlı anti-faşist grubun kuruluşunda (1935) yer almıştır. Jersey’de de, işgal kuvvetlerine karşı isyanı teşvik eden etkili eylemler düzenler. 1944’te çift Nazilerce yakalanır ve tutuklanarak idama mahkûm edilir. Ada’nın bağımsızlığını kazanmasıyla hapisten çıkarlar, ancak hapishane koşulları Cahun’un sağlığını olumsuz etkilediğinden Paris’e dönemez ve 1954’te yaşamını yitirir. [e-skop.com]

 

Bu noktayı gözden kaçırmak yeterince kötü; ama daha beteri, Beauvoir hiçbir yerde sürrealizmin asla bir grup erkekten ibaret olmadığı gerçeğine değinmez. Nadja üzerine kısa bir bölüm hariç, İkinci Cins’te sürrealist hareket içinde faal olan tek bir kadının –bırakın eserlerinden alıntıyı– adı bile geçmez.

Elbette ki Sürrealist Grup’un, o yıllardaki pek çok grup gibi, erkeklerin egemenliğinde olduğu ve cinsiyetçilikten tamamen azade olmadığı açıktır. Ama sürrealizmi farklı kılan özelliği, ona katılan kadınların sayısının her gün artması ve bu kadınların, hareketi ve dolayısıyla ona mensup erkekleri değiştirmiş olmalarıdır. Şayet onu kuran erkekler, zaman zaman çizildikleri gibi iflah olmaz cinsiyetçiler olsalardı, sürrealizm hiçbir zaman kadınların tam katılımına bu kadar açık olamazdı.

Valentine Penrose, Joyce Mansour, Meret Oppenheim, Alice Rahon, Mary Low, Luiza Neto Jorge, Isabel Meyrelles, Marinanne van Hirtum, Giovanna, Carmen Bruna, Jayne Cortez, Nancy Joyce Peters ve daha pek çok kadının parlak sesi olmasa, şiirde sürrealizmin çok daha fukara olacağı kesindi. Gisèle Prassinos, Leonora Carrington, Irène Hamoir, Nelly Kaplan ve Rikki Ducornet’nin yıkıcı mizah öyküleriyle boy ölçüşmek hâlâ zordur. Claude Cahun, Nancy Cunard, Grace Pailthorpe, Mary Low, Suzanne Césaire, Jacqueline Johnson, Régine Raufast, Jacqueline Senard, Nora Mitrani, Françoise Sullivan, Elizabeth Lenk, Annie Le Brun, Alice Farley ve Haifa Zangana, sürrealist kuram ve tartışmaları genişleterek yeni tartışma alanları açmışlardır. Cahun, Low, Césaire, Silvia Grénier ve diğerleri, sürrealizmin devrimci politikasını tanımlamaya ve geliştirmeye katkıda bulunmuştur. Ithell Colquhoun, Françoise Sullivan, Meret Oppenheim ve Alena Nadvornikova, sürrealist otomatizmin imkânları konusunda ufkumuzu açmışlardır. Mitrani, Kaplan, Mansour ve Remedios Varo, erotik yazına yeni boyutlar getirmiş; Carrington ve Unica Zürn delilik üzerine klasikleşmiş yapıtlar kaleme almışlardır.

 

       

Unica Zürn (1916-1970). 1953’te Berlin’de Hans Bellmer’le tanıştı ve onunla birlikte Paris’e gitti. Bellmer’in onu ilk gördüğünde “İşte, taş bebek” dediği söylenir. Zürn, 1953’te Paris’te açtığı ilk kişisel sergisinde otomatik çizimlerini sergiledi. Bellmer’le pek çok ortak çalışma yaptı. Henri Michaux'nun 'uyuşturucu deneyleri'nde ona eşlik etti. 1960’larda ilk halüsinasyon krizleri baş gösterdi, bu dönemden sonra defalarca psikiyatri kliniğinde yattı. İki kez intihar girişiminde bulunarak desenlerini ve metinlerini yok etti. 1960-62 yıllarında Jacques Lacan’ın St. Anne kliniğinde yattı. Akıl hastalığıyla boğuşmasına rağmen yazmaya ve çizmeye devam etti. Bu döneme ait en önemli yapıtlarından biri Yaseminli Adam/Der Mann im Jasmin'dir. 1970’te, Hans Bellmer’le birlikte yaşadıkları dairenin penceresinden atlayarak kendini öldürdü.[www.artinamericamagazine.com]

 

              Unica Zürn "Bellmer bebeği"yle, 1954.                                            Hans Bellmer, "Bağlanmış Unica"

 

Sürrealizm, hareket içindeki erkek yoldaşları gibi bütün bu kadınların da hayatına bir kıvılcım gibi girerek onları kendini keşfe çağırmış, kendi seslerini bulmalarını ve kendi adlarına konuşmalarını sağlamıştır. Ama bu kadınların aynı zamanda sürrealizm adına da konuştuğunu unutmamak gerek. Sürrealizm her ne olmuş ve her ne olacaksa, onların sözlerinin ve eserlerinin de bunda payı vardır. Onlar sürrealizm hakkındaki fikrimizi derinleştirirler: Onlar sayesinde sürrealizmi, kolektif ve kişisel bir deneyim olarak; bir fikirler bütünü, radikal eleştiri, şiirsel icra, keşif yöntemi, oyun dolu macera, devrimci tasarı ve nihayet bir hayat tarzı olarak kavrayabiliriz.

 

Penelope Rosemont’un Surrealist Women: An International Anthology başlıklı derlemeye yazdığı “Notes on the Sexual Politics of the First Surrealist Group” ve “Surrealism: a Continuing Challenge” başlıklı sunuş bölümlerinden kısaltılarak çevrildi, s. xliv-l.

 

sürrealizm