Yaratıcı Eylem Olarak Devrim: Latin Amerika’nın Mirası

Aşağıdaki metin, David Craven’ın Art and Revolution in Latin America, 1910-1990 (New Haven ve Londra: Yale University Press, 2006) adlı kitabındaki “Sunuş” bölümünden çevrildi, s. 1-5. “Ernesto Cardenal’le Söyleşi”den seçilmiş pasajlar, aynı kitabın “Ekler” bölümünde yer alıyor, s. 183-185.

 

Nikaragualı şair ve Devrim hükümetinin Kültür Bakanı Ernesto Cardenal, bir konuşmada. “Devrimin Zaferi Şiirin Zaferidir”

 

Latin Amerika’da 20. yüzyılda gerçekleşen üç tarihî devrim, sadece tüm dünyayı sarsmakla kalmadı, bugün hâlâ bizleri etkisi altına alan uzun vadeli şok dalgaları da yarattı. Yüz yıllık umutsuz yalnızlık sürerken, “üç büyükler”, devrim çağrısında eşi görülmemiş bir güçle sahneye çıkarak Meksika’da (1910-1940), Küba’da (1959-1989) ve Nikaragua’da (1979-1990) akıllardan çıkmayacak sonuçlara imza attılar. Bu devrimci dönemler dünya sahnesinde öyle büyük güçle boy gösterdi ki, hâlâ Amerika kıtasında her türlü ilerici toplumsal sürecin geleceğini ilgilendiren fikir ve imgelere ilham olmaya devam ediyorlar. Peki bu üç belirleyici dönemden bugüne canlı kalan unsurlar neler? Bu devrimleri eleştirel bir bakışla analiz etmek, ve tüm dünyada (özellikle de 1930’lar, 1960’lar ve 1980’lerde) görsel sanatlar üzerinde yarattıkları etkiyi ortaya koymak için bu soruya cevap vermek şart. Toplumda yaşanan köklü değişimlerin göstergesi olarak görsel sanatlar, bu devrimlerin her birinde bizzat toplumu dönüştürme yolunda başvurulan en temel yollardan biri oldu.

“Devrim” öylesine çarpıcı bir kesinlik ifade eden bir kelime haline geldi ki, toplumsal hareketlerin planlı yapısal değişim gerçekleştirmek üzere seferber olmasından ziyade, ilkel doğal kuvvetlerin dizgininden boşalmasına işaret ediyor neredeyse. Ancak, Avrupa dillerinin çoğunda “devrim” kelimesinin modern epistemolojisine baktığımızda, devrimci diye nitelenen herhangi bir toplumsal sürecin başarılarını ve başarısızlıklarını yorumlarken karşılaşabileceğimiz sorunlar hakkında fikir edinebiliyoruz. Kuşkusuz “devrim” kelimesinin, 1789’da Fransa’da ve 1917’de Rusya’da, veya 1910'da Meksika’da, 1959’da Küba’da, 1979’da Nikaragua’da yaşanan kitlesel ayaklanmalarda kazandığı anlamdan bambaşka şeyleri ifade ettiği zamanlar da vardı. Raymond Williams, iyi bilinen (ama sorunlu yanları olan) bir pasajında bu durumu anahatlarıyla ortaya koydu;[1] ama ondan önce, 20. yüzyılda Latin Amerika’nın çıkardığı belki de en etkili ve özgün düşünür olan José Carlos Mariátegui, bu durumu açıkça ifade etmişti. Mariátegui, hem köklü toplumsal değişimlerin hem de o dönem Meksika’da (ve Rusya’da) sanat alanında gerçekleşen radikal buluşların doğrudan sonucu olarak Latin Amerika’daki sosyalizmin özgün yanlarını değerlendirirken, bizzat “devrim” kelimesinin anlamında devrim yaşanmakta olduğunu belirtiyordu.[2]

Meksika’da yeni bir dünya düzeni konusunda umut vaat eden olaylar, sadece devrim hükümetinin hayata geçirdiği radikal çalışma kanunları, okur-yazarlık seferberlikleri, veya toprak düzenlemeleriyle ilgili değildi, Diego Rivera’nın başını çektiği “Meksika Müral Rönesansı” da tüm bunların parçasıydı. Daha 1920’lerin ortalarında, ABD’li romancı John Dos Passos ve filozof John Dewey, Meksika’da sanatsal keşif ile toplumsal devrimin nasıl birleştiğini kaydetmişlerdi. Modern Meksika sanatını, ABD’de sanatın hazin durumuyla karşılaştıran Dos Passos şöyle yazacaktı: “Halk Eğitim Bakanlığı'nın salonlarında Diego Rivera’nın resimlerini görmek insanın içini ferahlatıyor. [...] Meksika’da olup bitenlere devrim denmeyecekse, neye denecek merak ediyorum.”[3]

 

Diego Rivera, Halk Eğitim Bakanlığı binasındaki mürallerden (1923-1928).

 

Diego Rivera, Halk Eğitim Bakanlığı binasındaki mürallerden  

 

Fakat, 20. yüzyılın üç büyük Latin Amerika devrimi hakkındaki ana-akım Batı literatürünün büyük kısmı, bu devrimleri etraflıca analiz etmeyi başaramadı. 1989’a kadar ana-akım çevrelerin çoğunda Soğuk Savaş’a ait güdük bir “devrim” tanımı hüküm sürüyordu, gerek alışıldık akademik çalışmalar gerek gazetecilik değerlendirmeleri de bu tanımın etkisi altındaydı. Dolayısıyla, enternasyonalist vizyona sahip yerel Latin Amerika isyanlarının –hatta 1970-73 arası Şili’de olduğu gibi, radikal reform hareketlerinin– toplumsal adalet ve kendi kaderini tayin yönündeki hamleleri, ana-akım Batı incelemelerinde çoğunlukla küresel jeopolitikanın çerçevelediği bir vekalet yarışına indirgendi. [...] Dünyayı ve tarihi ikili karşıtlıklar çerçevesinde yorumlayan bu egemen bakış, aslında farklı amaçlarla olmakla birlikte ideolojik yelpazenin her iki kutbunda da kullanılıyordu.

Ancak, “devrim”i bir Soğuk Savaş satranç oyunu gibi gören geleneksel jeopolitik tanım yıkılır yıkılmaz, solda hâkim olan buna karşıt devrimci değişim fikri de günü geçmiş bir konumda buldu kendini. Belli bir “devrim” kavramının inandırıcılığını kaybetmesi, onun karşıtı olan kavramı da gözden düşürmüş gibiydi. 1993’te, Soğuk Savaş antagonizmalarının sona ermesinden sonraki süreci masaya yatıran Meksikalı siyaset kuramcısı Jorge Castañeda, “solun Latin Amerika’da hâlâ söyleyecek sözü” olduğunu, çünkü Soğuk Savaş’ın bitmesinin solu doğuran toplumsal sorunları ortadan kaldırmadığını söylüyordu; ancak, Silahlarını Kaybeden Ütopya: Soğuk Savaş Sonrası Latin Amerika Solu kitabında, solun devrim paradigmasının belirsiz bir geleceğe kadar yok olduğunu yazacaktı.[4]

 

“Şili Halkının İlk Golü”. Sürrealist ressam Roberto Matta’nın, Ramona Parra Müral Tugayı’yla birlikte, Santiago’nun en yoksul semtlerinden biri olan La Granja’da, halka açık bir havuza yaptığı müral. “Gol”, Salvador Allende’nin seçimden zaferle çıkmasına atıfta bulunuyordu. bkz. Şili'nin Devrimci Müral Tugayları

 

Gelgelelim, 1 Ocak 1994’te, Castañeda’nın kitabının yayınlanmasının üzerinden bir yıl bile geçmemişken, başka bir devrim patlak verdi – hem de Castañeda’nın kendi ülkesi Meksika’da. Ama Komutan Yardımcısı Marcos önderliğindeki Zapatistlerin yerli ayaklanması, her ne kadar Chiapas sokaklarını Zapata ve Che’nin resimleriyle donatmış olsa da, “devrim” kelimesini yeni baştan tanımlamıştı. Bu devrimci isyan, tartışmasız biçimde “ütopyayı yeniden silahlandırmıştı” – bu silahlar Castañeda’nın incelediklerinden, veya Che’nin kullandıklarından farklı olsa da. Yaşananlar, bazı soruların yeni biçimlerde gündeme getirilmesini gerekli kılıyordu. Sonuçta, modern Latin Amerika tarihindeki en büyük üç devrimci hareketten geriye, başarısızlığa uğramış programlar, vasat bir sanat ve yanlış idealler kaldıysa, o zaman bu döneme ait sanat eserlerinin ve kültürel politikaların mirasını Soğuk Savaş sonrasında yeniden değerlendirmenin de bir aciliyeti yok demekti. Ama Chiapas isyanının gösterdiği üzere, durum hiç de öyle değil. Meksika, Küba ve Nikaragua’daki devrimci hareketlerin büyük ölçüde küçümsenen veya yanlış okunan sanat ve kültür mirasları, sadece Amerika ülkelerinin değil tüm dünyanın geleceği açısından hâlâ büyük önem taşıyor ve canlılıklarını koruyor.

 

                           Sol: David Alfaro Siqueiros, Pablo Neruda’nın Canto general kitabı için taşbaskı. Sağ: Pablo Neruda, Diego Rivera ve David Alfaro Siqueiros, Canto general'in ilk baskısını imzalıyorlar (1950)

 

Diego Rivera, Pre-Hispanic America (1950). Canto general'in kapağı.

 

 

Küba film afişleri

 

Ernesto Cardenal’le Söyleşi

Nikaragua Devrimi’nden "şairler devrimi” diye söz ediliyor. Nikaragua sokaklarındaki graffitilerde bile şöyle yazıyor: “El triunfo de la Revolución es el triunfo de la poesía” [Devrimin zaferi şiirin zaferidir]. Bunun ne ifade ettiğini anlatabilir misiniz?

Birçokları gerçekten de mücadelenin “şairler devrimi” olduğunu düşünüyor. İlk defa bir yazarın, 20 Temmuz 1979’da, [başkent] Managua’ya zaferle girdiğimizde bunu söylediğini hatırlıyorum. Sonradan Nikaragua Devrimi’nin şairler tarafından yapılmış bir devrim olduğunu, ve Sandino’nun çocuklarının aynı zamanda Darío’nun çocukları olduğunu yazacaktı.[5] Devrim’e bilfiil rehberlik edenlerin şairler olması anlamında da bir şairler devrimiydi. Sandinistler arasından pek çoğu şiir yazıyor, hem de çok iyi şiirler. Ama her şey bir tarafa, bence devrimciler zaten şair, çünkü yeni bir şey yarattılar. Nikaragua Devrimi, daha önceki devrimlerin kopyasından ibaret değil, bu yüzden devrimciler aynı zamanda yaratıcı. Devrim’in, Somoza’yı devirmek üzere bütün politik grupları biraraya getirmiş olması başlı başına yaratıcı bir eylem.

O zaman devrim sürecinin tamamı için, sanatsal üretime benzer bir yaratıcı eylem denebilir mi?

Kesinlikle. İsyan sırasında, halk güçlerinin çok az silahla –hatta hemen hemen hiç silahsız– Somoza’nın son derece iyi teçhizatlı, ABD tarafından finanse edilip silahlandırılan profesyonel ordusunu yenebilmesi büyük bir yaratıcılık gerektiriyordu.

Centros Populares de Cultura (Halk Kültür Merkezleri) ağından bahsedebilir misiniz? Bunlar nasıl gelişti ve neler yapıyorlar?

Devrim zaferle sonuçlandığında bütün ülkede halk neredeyse kendiliğinden Kültür Evleri açmaya başladı, bunlar genellikle Somoza yandaşlarından veya Ulusal Muhafız üyelerinden müsadere edilmiş güzel binalarda kuruluyordu. Kültür Bakanlığı da bazı bölgelerde bu Kültür Evleri’ni yönetmek ve bölgenin kültürel ihtiyaçlarıyla ilgilenmek üzere yerel merkezler açtı. Buralarda klasik müzik, tiyatro, dans gibi her türlü sanatsal alanda dersler veriliyor. Şiir Atölyeleri de buralarda yürütülüyor.

Devrim’den sonra kamusal müraller neden bu kadar rağbet gördü?

Bence müral ressamları daha geniş halk kesimleriyle ilişkiye girmek istiyorlardı – resimlerin binaların içinde sergilendiği ABD’dekinden farklı, daha çok Meksika’daki örneklere benziyor bu durum – orada da bazı müraller binaların dış cephesinde yer alıyor: sokaktaki insanların sanatla dolaysızca karşılaşabileceği üniversitelerde, kamu binalarında ve başka kamusal alanlarda.


 


[1] Bkz. Raymond Williams, “Revolution” maddesi, Anahtar Sözcükler içinde, çev. Savaş Kılıç (İstanbul: İletişim Yayınları, 1. baskı 2005) s. 326-332 – ç.n.

[2] José Carlos Mariátegui, Obras completas, 20 cilt (Lima: Biblioteca Amauta, 1959-1970)

[3] John Dos Passos, “Paint the Revolution!”, New Masses (Mart 1927), s. 2-3.

[4] Jorge G. Castañeda, Utopia Unarmed: The Latin American Left After the Cold War (New York, 1993) s. 240-241.

[5] Augusto César Sandino, 1927’de Nikaragua’da işgalci ABD ordusuna karşı yürütülen gerilla savaşının lideri; Rubén Darío modernismo akımının öncülerinden Nikaragualı şair – ç.n.

sanat ve direniş, Diego Rivera, sanat/özgürlük, Zapatizm, sanat-politika