Kültür Endüstrisi ve Terör Yönetimi

 

“Prekarya olmanın tadını çıkar!”[1] “Yaratıcı” diye anılan endüstrilere ilişkin pıtrak gibi biten ideolojik yeniden tanımlamaların ve bunlara tekabül eden yeniden değer biçmelerin altındaki telkin bu. Bu kitabın yazarları, çeşitli eleştirel tarzlar ve tonlar kullanarak, farklı ulusal bağlamlarda bunu gayet açıklıkla ortaya koyuyorlar. Kuşkusuz böyle bir telkinin tutması için, ilgi çekici, cazip ve gizemli kılınması gerekir. Cilalanıp parlatılarak yeniden tedavüle sokulan yaratıcı isyankâr olarak sanatçı figürü, bu dalavereyi başarmış görünüyor. Post-Fordist bilişsel kapitalizmin yeni imgeleminde, eski özerklik ve yaratıcılık kategorileri büyük bir debdebeyle diriltiliyor. Öznel düzeyde bütün mesele, ruh hallerinden, fantezilerden ve libidinal yatırımlardan ibaret. Diz egzersizleri fonda güzel bir müzik eşliğinde yapıldığı sürece, kendi bedenini istismar etmek fiyakalı olabilir. Özgürlüğü kölelikte, doğru hayatı yanlış yaşamda bulmak gerçekten mümkün, yeter ki bunları yeni ve onaylanmış yöntemlerde arayın. Bu değişmiş üretim ilişkilerinin ve yeni koşullara uyarlanmış bu yeni emek öznesinin direniş imkânına ne kadar yer bıraktığı ise, bu kitabın yazarları için bile, tartışma konusu.

Her durumda, emek piyasasında vahim bir güvencesizlik, bağımlılık ve demoralizasyon yoğunlaşmasının damgasını vurduğu eğilimler, zamanımızın sosyal süreçlerinin iyice köklenmiş bir yönüdür – her ne kadar, post-Fordist üretimle ilgili iddiaların, sermayenin yeni avangardı olarak genelleştirilebilir olmaktansa, Kuzey ülkelerindeki belirli sektörler için geçerli olduğu söylenebilirse de.[2] Bu tür değişimlerin kuşkusuz maddi bir temeli var, küresel güç alanında sermayenin uzun yıllardır sahip olduğu hâkim konumun da öyle. Neoliberalizm, mevcut ekonomik ve biyosferik çöküşlerle belki de hiç olmadığı kadar teşhir olmuş durumda. Ancak, bunun sonucunda neoliberalizmin yaşadığı meşruiyet krizi ne olursa olsun, bu hegemonik ideolojinin hayata geçirmek ve haklı çıkarmak üzere şekillendirildiği toplumsal süreçler tüm hızıyla ilerlemekte; politika ve devlet müdahaleleri bağlamında, emeğe karşı yürütülen bu sınıf savaşı, saldırgan ve hücumcu mevzilenişini zerre terk etmiş değil. 2010’da Avrupa’da sefalet, finans kapitali korumayı ve örgütlü emek gücünün son kalıntılarını da silip süpürmeyi hedefleyen “kemer sıkma” sloganıyla ilerliyor. “Başka seçenek yok” şiarı, hâlâ günün resmî mantrası işlevini görüyor.

Sermayenin neoliberal mevzilenişinde sergilediği bu olağanüstü kararlılığı nasıl açıklayabiliriz? Klasik güçler dengesi çerçevesi, karamsar bir bakış açısı sunuyor. Buna göre, sermayenin yıkımlarına devam edebilmesinin nedeni, örgütlü bir karşı-güç olarak emeğin parçalanmış ve un ufak edilmiş olması. Örgütlülüğün dağılmasının nedenleri tartışılabilir. Acaba bu gelişme sermayenin aşırı güç kazanmasının sonucunda emekçilerin uğradığı kesin ve ağır yenilgilere ve emekçi sınıfın asimile ve nötralize edilmesine mi bağlıdır? Yoksa toplumsal üretimin örgütlenmesindeki köklü değişikliklere, seçici direniş ve göç yoluyla emeğin bizzat dahil olduğu değişikliklere mi? Ama ne yazık ki, işgücünün sermaye karşısındaki zayıflığının gerçek ve süregelen bedelleri acımasızca ışığa çıktıkça, bu ikincisinin de gitgide bir tür yenilgi olduğu görülüyor.

Peki öyleyse Benjamin ve Adorno’ya, çıkmazın melankolisine mi döneceğiz? Eski usûl olduğuna kuşku yok, ama bir ölçek Frankfurt kötümserliği ahmaklığa dönüşmüş bir iyimserliği kendine getirebilir. Bu, geçtiğimiz yüzyıla bakıp hâlâ ilerleme görmekte inat edebilen bir bakış. Frankfurt Okulu’na dönüş mevcut bağlamda da verimsiz olmayabilir, çünkü bu kitaptaki bazı yazarların belirttiği gibi, yaratıcı endüstriler söylemi Adorno’nun eleştirel bir kategori olarak öne sürdüğü “kültür endüstrisi” kavramının nötr bir hale getirilerek temellük edilmesine dayanıyor. Bu kategorinin, öznellik sorunsalını gündeme getirdiği muhakkaktır. Ama nesnel gerçekliğin başat eğilimlerine de büyük ağırlık verir. Yaratıcı endüstrilerin göklere çıkarılmasına yönelik eleştirel tepkilerde bile bazen göz ardı edilen, işte bu ikinci unsurdur. 1950’li ve 1960’lı yıllar ilerledikçe, Adorno, "yönetim" ve “entegrasyon” olgularını geç kapitalizmin belirleyici içkin eğilimleri olarak görmeye başladı. Her iki olgu da, göstereceğimiz üzere, terör kategorisiyle ayrılmaz biçimde bağlıdır – bugün hayata egemen olan küresel sosyal sürece dair tatmin edici her açıklamanın parçası olmak zorunda olan bir kategoridir bu.


Kültür Endüstrisinin Dayanakları

Kültür endüstrisi hakkındaki tartışmalar tipik biçimde Horkheimer ve Adorno’nun Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerindeki ünlü bölümle başlar. Bu bölümde, “kültür”ü kuşatan eğilim ve süreçlerin, yani “kültürel süreçleri karşıtına dönüştüren eğilimlerin”, “Aydınlanmanın durmaksızın kendisini tahrip etmesi” sürecini planlayan “felsefi fragmanlar”da kayıtlı olduğu gösterilir:[3] Aydınlanma, toplumun intihar ettirdiği rüya. İnsanın ona hükmeden bir “doğa”dan kurtuluşu, insanın insan üzerindeki sınıfsal tahakkümüne dönüştürülmüş ve bu diyalektik, geç kapitalizm sürecinde toplumsal bütünün ağları sıkılaştıkça felaket ve soykırım dalgalarına yol açmıştır. Kültürel metaların kitlesel tüketim için rasyonelleştirilmiş üretimi, kültürün olumlayıcı ideolojik işlevlerini bir kısır döngüde pekiştirir. Eleştirel özerklik alanlarına el konmaya ve eleştirel yetiler körelmeye başlar, en zayıf direniş kanalları olarak geriye sadece uyumluluk ve tevekkül kalır. Boş zamanın ele geçirilip sürekli işgal altında olmasıyla, sömürüye dayalı mevcut toplumsal koşullar durmadan kendi reklamını yapar. Adorno’nun söz konusu bölümün devamında koyduğu üzere kitle kültürü, “kendi kendinin simgelerini yayarak dikkat çeken bir simgeler sistemi” halini alır.[4] Kültür endüstrisi, etkileyici biçimde çeşitlenmiş ve dolaysız sansürden görünürde bağımsız olan, ancak yine de birörneklik doğrultusunda güçlü bir eğilim sergileyen kültür “malları”nın hâkim mantığını ifade eder. Bu kavram altında kültür malları, küresel toplumsal sürecin mantığını, Adorno’nun 1951’de çok yerinde bir tanımlamayla “hep aynı olanın durmadan değişen üretimi” şeklinde tanımladığı ısrarlı hâkimiyeti yansıtır.[5]

Ne var ki, Aydınlanmanın Diyalektiği adlı kitabın kültür endüstrisi bölümü bu tezin sadece bir ön formülasyonundan ibaretti. Adorno 1960 tarihli “Kültür ve Yönetim” ve 1963 tarihli “Kültür Endüstrisine Genel Bir Bakış” başlıklı makalelerinde tezinde önemli geliştirmeler yaptı. 1950’ler ve 1960’lara ait diğer metinlerinde başka ilave değerlendirmeler de bulunabilir. Ayrıca, söz konusu bölüm sadece, Adorno tarafından yazılan daha uzun bir taslağın ortak çalışmayla yayına hazırlanmış ilk yarısıdır; 1944 yılında, Frankfurt Enstitüsü üyelerine dağıtılan teksir makinesinde basılmış nüshalarda, bu bölüm “Devam edecek” cümlesiyle sona eriyordu. Geriye kalan düzeltilmemiş bölüm, Adorno’nun ölümünden sonra 1981’de “The Schema of Mass Culture” başlığıyla yayınlandı.

Adorno’nun ilave metinlerinde, temel tezinde büyük değişiklikler yapılmıyor, sonuçların reddedilmediği de muhakkak. Ancak bu metinlerde getirilen açıklamalar ve geliştirmeler, o günden bu yana yaşanan değişimlerle geçersiz hale geldikleri gerekçesiyle söz konusu sonuçları fazlaca kolay biçimde reddetmek isteyen yazarların önünde engel olarak beliriyor. Horkheimer ve Adorno Aydınlanmanın Diyalektiği’nin 1969 basımına yazdıkları önsözde zamanın yerinde durmadığını kabul ederler; süreçler, gelişirken değişirler. Ama kendilerinin işaret etmiş oldukları eğilimin geçerli olmaya devam ettiğini de belirtirler:

 

Kitapta söylenenlerin tümünün değişmez olduğunu öne sürmüyoruz. Böyle bir sav, hakikati tarihsel hareketin karşısına değişmez bir öğe olarak çıkarmak yerine ona zamansal bir öz armağan eden kuramla bağdaşmazdı. Bu kitap Nasyonal Sosyalizmin saldığı terörün sonunun yaklaştığı günlerde yazıldı. Bununla birlikte kitabın birçok yerinde bulunan formülasyonlar bugünün gerçekliğine artık uymamaktadır. Yine de yönetilen dünyaya geçişe ilişkin değerlendirmelerimizde o zamanlar bile saf sayılmazdık.[6]

 

Küresel sürecin genel eğilimi ya da içkin akışı değişmiş değil, çünkü onun temeli olan ve onu üreten kapitalist mantık halen yürürlükte. Bu genel eğilim, somut görünüm formları olan tüm dinamik süreçlerde kendini ortaya koyan kapitalist modernliğin özüdür. Toplumsal dünya kapitalist oldukça, o da geçerliliğini korur.

“Kültür Endüstrisine Genel Bir Bakış” başlıklı makalesinde Adorno, Horkheimer’la kendisinin neden “kültür endüstrisi” terimini seçtiklerini anlatırken, niyetlerinin sadece en azından yarı özerk olan bir geleneğin kendi karşıtıyla paradoksal birleşmesini ifade etmek olmadığını hatırlatır. Aynı zamanda, sahici bir popüler kültür imasıyla birlikte, “kitle kültürü” kavramını eleştirmeyi de amaçlamışlardır: “Müşteri, kültür endüstrisinin inandırmak istediği gibi, kral değildir; kültür endüstrisinin öznesi değil, nesnesidir.”[7] Adorno, işlemekte olan eğilimi yeniden doğrulamakta tereddüt etmez. Metalaştırılmış kültürün “az çok planlı bir biçimde” üretilmesi ve tüketilmesi, konformist bilinç üretme eğilimindedir ve sonuç olarak “adeta boşluk bırakmayacak bir sistem” işlevi görür: Bunu mümkün kılan şey “bugünkü teknik olanaklar kadar, ekonomi ve yönetimin yoğunlaşması”dır.[8]

O halde “endüstri” terimi, işe karışan süreçleri tüm yönleriyle harekete geçiren, piyasa yönelimli rasyonaliteyi ya da hesaplamayı ifade eder. Tekil süreçlerdeki teknik gelişme ve değişikliklerde işleyen bir üst mantık olduğu gerçeğini kaydeder:

 

Ancak, endüstri sözcüğünü dün anlamıyla anlamamak gerekir. Bu sözcük, konunun standartlaştırılmasına –her sinema izleycisinin bildiği western türü gibi- ve yaygınlaştırma tekniklerinin rasyonalleştirilmesine gönderme yapar, dar anlamda üretim süreçlerine değil.[9]

 

Bizatihi üretim süreçlerine, hâlâ, üretim araçlarından tümüyle yoksun bırakılmamış ve star –ya da bugünün “yaratıcıları”– olarak yüceltilebilecek bireylerin girdileri dahildir. Ne var ki onların katkıları, hâlâ metalaşmış kültüre hâkim olan değer biçme ve birikim mantığına göre bütünleştirilir:

 

Kültür endüstrisi daha ziyade, hiçbir şeyin imal edilmediği durumlarda bile endüstriyel örgütlenme biçimlerini içermesi gibi, sosyolojik olarak defalarca gözlemlenmiş bir fenomen anlamında endüstriyeldir (büro çalışmasının rasyonelleştirilmesi gibi), sanki gerçekten ve aslında teknolojik ve rasyonel bir üretim yapılıyor gibidir.[10]

 

Öyleyse bugün kültürel alanın şu veya bu yönünü işaret edip 1940’lardan verilen eski örneklerin ne kadar eskidiğini ya da geçersizleştiğini söylemek, kültür endüstrisi tezini reddetmek anlamına gelmez. Bugünün yaratıcı endüstrilerinde mikro işletmeler norm haline gelmiş olabilir, ama şayet bizzat varlıklarını teknolojiye ve “ekonominin ve yönetimin yoğunlaşmasına” borçlularsa, bunun pek bir anlamı yoktur. İnternet sanki özgürlükmüş gibi geliyor, ama Google ve Verizon hâlâ kafa kafaya verip ağın tarafsızlığı ilkesini nasıl ortadan kaldıracaklarına karar verebiliyorlar.[11] Bu üst mantığı yerinden etmedikleri sürece, yerel olsun olmasın, karşıt eğilimleri işaret etmenin de yararı olmayacaktır; zaman içinde, her tikel durumda olmasa da genelde, hâkim konumunu koruduğu müddetçe zafer hâkim eğilimin olur.

Bu iddianın reddedilebilmesi için, genel akışın ya da eğilimin geçerliğini yitirdiğini ya da hiçbir zaman geçerli olmadığını göstermek gerekir. Mesele manipülasyondur: Bilincin sınırlandırılması, yoksullaştırılması ve ayartılması. İçinden özerk öznelerin doğabileceği ve eleştirel direniş pratiklerinin gerçek sonuçlar yaratabileceği alanlar, boşluklar hâlâ kapalı mı? Yoksa bu özerklik alanları, bazılarının ileri sürdüğü gibi eğilimin tersine döndüğünü göstererek genişlemekte mi? Peki ya özerk özneler nasıl oluşur? Oluşumları hangi koşullarda gerçekleşir, ve şayet bir kültürel alandaki “aktörler” olarak niteleneceklerse, fiilen hangi eylem özgürlüğüne sahiptirler?

Kuşkusuz bu noktada kültür endüstrisi tezi, 1968’in ardından akademi dünyasında iyice yerleşmiş teorik yönelimlerle çatışır. Kültürel çalışmalar adı altındaki yeni melez disiplin, Frankfurt kötümserliğini reddederek manipülasyon tezini hedef alıyor. Ezilen sınıflar edilgin birer manipülasyon nesnesi değil, diye itiraz ediliyor; tüketici konumundayken bile denetime ve sömürüye direnişlerini ifade etmenin yollarını buluyorlar, deniyor. Bir açıdan, Edward Thompson, Raymond Williams ve Stuart Hall gibi yazarlar, hâkim kültür formları içinde bile popüler direniş kültürlerinin varlığını Marksist bir çerçevede ısrarla savundular. Farklı bir çizgiden giden Michel Foucault, Gilles Deleuze ile Félix Guattari, ve Michel de Certeau ise, manipülasyon sorununun etrafından dolaşmak için, Marksist toplumsal iktidar kavramını reddeden yeni referans noktaları oldular; bu yaklaşımda, özgül iktidar ilişkilerinin oluşturduğu özneleşme [subjectivation] biçimleri ya da tarzları, makro ölçekli sömürü ve doğrudan baskı yapıları karşısında öncelik kazanır.

Verilen bu karşılıklar ve yeniden kavramlaştırmalar, acaba Adorno’nun özneleşme ve hâkim nesnel eğilim diyalektiğiyle gerçekten ne ölçüde yüzleşebiliyor? Bu soruyu yanıtlarken karikatürlerden ve sahte karşı savlardan sakınmamız gerekiyor. Bazı formülasyonlardaki retorik abartma ne olursa olsun, Adorno kitle kültürü tüketicilerinin, ilelebet şeyleştirmeye mahkûm edilgin köleler olduklarını iddia etmez. Eleştirel özerklik için gereken boşlukların ve açıklıkların var olduğunu kabul etmeye özen gösterir. Onun iddiası şudur: Hâkim süreç bu tür boşlukları sistemli biçimde daraltmaktadır ve daralma hayli ilerlemiştir; gerçekten ortaya çıkan eleştirel ve özerk özneler ise, giderek, hâkim eğilimi değiştirebilecek ya da onun kökten ötesine geçebilecek her türlü pratikten uzaklaştırılmaktadır. Bu anlamda, sistem “bütünselleştirici”dir.

Gelgelelim, bütünselleştirici, bütünselleşmiş anlamına gelmez, gelemez; yani, her boşluğu kapatarak eleştirel öznelerin ortaya çıkmasını kalıcı biçimde engelleyen tam ve eksiksiz bir bütünselleşme gerçekleşemez. Bu, Adorno’nun “negatif diyalektiğinin” ve Hegel eleştirisinin temel unsurlarından biridir. Sosyal sistemler kapanma eğilimi gösterir, ama kapanmayı ancak kırıma dayalı entegrasyonlar ve kapsamalar gibi nihaî çözümlerle gerçekleştirebilirler; nihaî ve kalıcı küresel kapanma, aynı zamanda, harekete geçirmeye, seferber etmeye ve denetlemeye ihtiyaç duyduğu özneler olmadan varlığını sürdüremeyecek sistemin kendisinin koşullarını da ortadan kaldırır. Geç kapitalizmin toptan yıkıcılığı, teknolojik gücün ve “Kitle İmha Silahları”nın, aydınlanmanın lafzî intiharını ilk kez gerçek bir tarihsel ihtimal haline getirmesinde yatar; işte terörün sahneye çıkmak zorunda olduğu ve yazının ilerleyen sayfalarında ortaya çıkacağı yer burasıdır.

Ancak, özneleşme konusundaki mesele, zincirlerin varlığı’dır – öznenin özerkliğini engelleyen ve sahip olduğu özerkliği kullanırken elini kolunu bağlayan nesnel sınırlamalar mevcuttur. İnsanlar neden zincirlerini kendileri seçiyorlar (veya, neden hegemonik kültüre onay veriyorlar) diye sormak, bu problemi tüm yönleriyle ortaya koymak için yeterli değil. Bazılarının böyle davranmasının altında ekonomik bir hesap ya da belirli bir korku, veya daha bilinçdışı baskılamalardan duyulan telafi edici keyif yatıyor olabilir. Ancak, kültür endüstrisi tezi, bahsini çok daha yüksekten oynar: nesnel eğilimin, çok gerilere, öznelerin oluşum süreçlerine kadar uzandığını iddia eder. Bu noktada artık, zincirlerine evet ya da hayır deme imkânının farkında bile olmayan, “önceden oluşmuş” özneler ortaya çıkmaya başlar:

 

Bir bütün olarak toplum alışveriş eylemine dayalı bir model çerçevesinde her zamankinden daha sıkı biçimde kenetlenir. Bireysel bilinçlere giderek daha az kaçış imkanı bırakır, bireysel bilincin giderek daha fazla bölümünü ele geçirerek onu önceden şekillendirir, satıcıların tümüyle birörnekleştiği bir düzende bireysel bilinçlerin farklılaşması ihtimalini a priori ortadan kaldırır.[12]

 

O halde, özneleşme tarzları ve süreçleri uygun bir odaklanma konusu, çünkü söz konusu olan şey tam da özneleşmenin biçimleri ve nitelikleri. Ancak, bizatihi bu tarzlar ve oluşum süreçleri de, kaçınılması veya savuşturulması imkânsız yollarla biçimlendirilir ve sınırlanır: “Toplum özneden önce gelir.”[13] Özne-merkezli yaklaşımlar, özneleşme tarzlarına müdahale imkânı bulunduğu varsayımına dayanır. Bu, dayatılan ya da sunulan bir öznellik biçimini reddedebilmek –mesela, belirli bir iktidar ve tahakküm ilişkisinden çekilmek– için gereken özgürlük ve özerkliğin var olduğuna işaret eder. İyi ama, mevcut özneler ne ölçüde özgürdür? Nesnel etkenler ve güçler ne olursa olsun, istediklerini yapabilen, kaderlerinin efendisi olan kişiler midir? Bu çok zor görünüyor, ve eğer öyle değillerse, Adorno’nun iddiasının yanıtlandığını ya da çürütüldüğünü düşünmek için hiçbir nedenimiz yok.

Bazı post-yapısalcılar özneleşme riskine, nesnelliğin boyunduruğunu –egemen yapıları, koşullar ve eğilimlerin dayattığı kısıtlamaları– tek yanlı biçimde önemsizleştirerek yaklaşırlar. Öznelerin kendilerini boyunduruk altına alan her türlü iktidar ilişkisini reddedebilecekleri ya da bu tür ilişkilere tekabül eden ezilen öznellik biçimleriyle bağlarını istedikleri zaman koparabilecekleri varsayımında, örtük bir iradecilik vardır. (Özneler bunları başarabilselerdi, her şey farklı olurdu). Adorno’nun bu tür iradeciliğe karşı çıktığı açıktır. Ne var ki, onun savlarının, bir tür mutlaklaştırılmış edilginliğe ve köleliğe vardığını iddia etmek de, gerçek tavrını saptırmak olur. Adorno için eleştirel özerklik, özgürleşmenin zorunlu öznel taşıyıcısıdır. Eleştirel öznelerin ortaya çıkması hâlâ mümkündür, ama bu ancak, kültür endüstrisinin ideolojik aracısı olduğu süreçlere ve hâkim eğilimlere karşı zorlu bir zihinsel çalışmayla, kendini özgürleştirme yoluyla gerçekleştirilebilir. Böyle bir ihtimal ise giderek azalmaktadır – eleştirel yetilerin sistemli olarak hücuma uğradığı, tahrip edildiği, baltalandığı ve baskılandığı düşünülürse. Fakat bu, muhtemel olmasa da, hâlâ mümkündür: Adorno da bu imkânın dışarda bırakılmamasında ısrarlıdır. Bireysel özneler kendi çabalarıyla büyüyü bozabilir ve sosyal görünümlerin yarattığı serabın iç yüzünü görebilirler.Özerkliğin koşulları nesnel olarak zayıflarken, öznel koşulu hâlâ, öznenin kendi özgürleşme arzusudur.

Kültür endüstrisi bölümünün eksiksiz, genişletilmiş versiyonunun sonuna bir bakalım:

 

Kentlerimizin üzerinde asılı duran ve gecenin doğal ışığından daha fazla ışıldayan neon tabelalar, toplumun doğal felaketinin, onun kesin ölümünün habercisi olan kuyruklu yıldızlardır. Ama bu yıldızlar gökyüzünden gelmiyor. Yeryüzünden kontrol ediliyor. Bu ışıkları söndürüp, sadece insanlar ona inandığı sürece gerçekleşme tehdidi taşıyan bir kâbustan uyanıp uyanmamak bizzat insanlara kalmış.[14]

 

Bağlamının dışına taşındığında, bu cümleler, idealist bir iradecilik izlenimi bile bırakabilir. Ancak paragrafın başka yerlerinde, aslında her yanında, küresel sosyal sürecin nesnel hakimiyeti hakkında o kadar fazla vurgu yapılmıştır ki, böyle tutarsız ve aceleci bir yorum mümkün olabilmiştir. Buradaki kuşkulu yorum öznelerin büyüyü bozamayacakları değil, böyle öznelerden oluşan eleştirel bir kitlenin oluşma koşullarının ve dolayısıyla stratejik sosyal dönüşüme geçiş koşullarının açıkça engellendiğidir.

 

Göreli Özerklik, Direniş ve Mücadele

Kültür endüstrisi tezindeki sorun şudur: Toplumsal güçlere ve eğilimlere ilişkin ölçülü ve temelde doğru bir öngörüyü yansıtsa da, uyandırdığı kötümserliğin felç edici hale gelme tehlikesi var. Bu tez bize, direnen özneler ve pratik direniş için neden giderek daha az alan kaldığını anlatır, ama bu konuda ne yapılabileceğinden söz etmez. Sağlam durmamız ve eleştirel özerklik namına ne kaldıysa onu bulmaya çalışmamız telkin edilir, ama aynı zamanda bunun statükoyu değiştirme ya da dönüştürme olasılığının bulunmadığı da hatırlatılır. Eleştirel kuramın tek yaptığı, mevcut çifte boyunduruğu [double-bind] yansıtmaktan ibaretse, o zaman o da tevekkülü besliyor ve eleştirmek istediği nesnel eğilime katkıda bulunuyor demektir. Geç dönem Frankfurt kuramının praksis yönelimi aşırı derecede kan kaybetmiştir. Direnen özne (sömürü nesnesi ve manipülasyon hedefi olarak bile) sistematik düşmanının ajanlarından daha az azimli ve uzlaşmaz olamaz.

Kuramsal çıkmazdan kurtulmanın bir yolu, özerklik kavramını –tabii yaratıcı endüstriler söylemlerinde geri dönen gizemleştirilmiş biçimini değil– zorlayarak, gerçekten bize ait olan potansiyeli ortaya çıkarmaktır. Katıksız özerkliğin bir efsane olduğu konusunda hemfikir olabiliriz. “Özerklik” kavramını “göreli özerklik” olarak okumamız gerekir. Kültür endüstrisi sanatsal özerkliği saptırır ve onu yutmaya yönelir, ama bunu asla bütünüyle yapamaz. Göreli biçimde özerk olan sanat, kendi kriterlerine ve kendi formlarının tarihsel mantıklarına bağlı kalarak varlığını sürdürür ve var oldukça, kültür mallarının planlı üretiminden farklı olmaya devam eder. Böyle bir sanat sosyal suçu paylaşır ve daima, reddetmeye çalıştığı hâkim sosyal mantıkların açtığı yaraları taşır. Yine de, tam da farklı kalma girişimleri sayesinde, göreli bir özerkliği harekete geçirir ve bir direnme gücünü hayata geçirir. Buna karşılık kültür endüstrisi daha az göreli özerkliğe sahiptir; burada sermaye kontrol gücünü çok daha doğrudan kullanır. Ancak, kültür endüstrisinde bile, el konacak ve harekete geçirilecek bir nebze göreli özerklik bulunur. Adorno bile “Kültür Endüstrisine Genel Bir Bakış” makalesinde yer alan tekil üretim biçimleri tartışmasında bunu teslim eder. Bazı kültür malları endüstriyel diye nitelenecek teknik yöntemlerle üretilse bile, “kültür endüstrisinde çalışan sanatçılarla, üretim araçlarına sahip olanlar arasında ebedi [bir] çelişki” vardır.[15]

Mutlak özerklik büyük bir yanılsamadır. Ama onun karşıtı da öyledir. Özerklik yoksunluğu köleliktir. Özerklikten tam ve mutlak yoksunluk, potansiyel özerkliğin bile yok edilmesi ise mutlak, bütünselleştirilmiş kölelik olur – ancak dünyanın sona erişiyle mümkün olabilecek bir son. O halde göreli özerklik, hem direnmenin koşuludur, hem de çoğu zaman yürürlükte olan koşuldur. Yer, konum ve konjonktür özellikleri açısından değişen ise, göreli özerkliğin kapsamı ve türüdür. Bu kabul edilince, olası direnme pratikleri için yeniden bir odak noktası elde ederiz. Artık şunu görebiliriz ki, kültür endüstrisi hâkim bir mantığa göre işliyor olsa da, bu mantığın işlemleri direnme olasılıklarının hepsini dışlayamaz. Kültür endüstrisi tam anlamıyla yekpare bir yapı değildir – kapitalist devlet de öyle. O da her türlü hiyerarşik sisteme musallat olan gerilimlerin ve çatışmaların yarattığı çatlaklarla doludur; o da sosyal güç alanını, Nicos Poulantzas’ın diyeceği gibi sınıf mücadelesinde yer alan güçlerin “billurlaşması” şeklinde, dolayımlar ve yoğunlaştırır. Bu analojiyi sürdürürsek, kültür endüstrisi, ne sermayenin özerklikten tamamen yoksun bir nesne-aleti, ne de aktörlerin sermayenin gücünden bağımsız biçimde her şeyi yapabildikleri, tarafsız, tahakkümsüz bir sistemdir. Açıktır ki, kültür endüstrisinin kurumsal ağı devletin ağ sisteminden çok farklıdır, ama bu farklılık da göreli özerkliğin türündeki ve derecesindeki bir farklılık olarak düşünülebilir.

Böyle bir odaklanma, mevzi savaşını yeniden ufkumuza dahil eder ve hegemonya mücadelesini yeniden devreye sokar. Bu, sistemin tam kapanmasının imkânsız olduğu konusundaki uyarılarını hatırlarsak, Frankfurt okulunun değerlendirmeleriyle uyumludur. Ve direniş pratikleri ile radikal amaçlar arasındaki bağlantıyı yeniden ortaya koymakla, Frankfurt kötümserliğinin ötesine geçer – naif bir iradeciliğe kapılmadan, ya da endişe etmeye hiç gerek yokmuş havasına bürünmeden. Öznel özgürleşme projesinin başarısı, nesnel bütünün, genel sürecin özgürleştirici biçimde dönüştürülmesine bağlıdır. Bu amaca ulaşılmasında, gücünü yitirmiş eleştirel öznelerin örgütsüz birliği kuşkusuz yetersiz kalır. Hatta göreli özerklik alanlarında bile, bireysel veya hücresel mikro-direniş, güçler dengesinde bir yer edinmesini sağlayacak politik bir güç olarak örgütlenemezse sadece sembolik olarak kalır.[16] Direnişin şimdilerde yaşadığı zayıflama karşısında yapılması gereken, pratik ittifaklar ve stratejik cepheler yaratmak yoluyla mücadeleleri yeniden oluşturmak, yeniden örgütlemek ve birbirleriyle kenetlemektir. Doğrusu bunları söylemek yapmaktan daha kolay, ama somut amaçlar strateji arayışlarını teşvik edip hızlandırır. Kötümserlik için haklı gerekçeler bulunabilir, ama onun elimizi kolumuzu bağlamasına izin vermemeli: kültür endüstrisi içinde bile her zaman yapılabilecek bir şeyler vardır.

 

Terör, Kültür ve Yönetim

Adorno’ya göre “entegrasyon” ve “yönetim” geç kapitalist küresel sürecin birbiriyle bağlantılı iki eğiliminin adlarıdır. Entegrasyon özdeşliğin, aynılığın ve tikellerin yutulmasının mantığıdır ve Adorno, felsefî pozitivizm ve ampirik sosyolojiden astroloji sütunlarına ve Walt Disney çizgi filmlerine kadar çeşitli toplumsal olgularda ve kültürel görünüm-formlarında bu mantığın işleyişini araştırmıştır. Yönetim, veya uzmanlaşmış kurumlarda yoğunlaşmış tekno-güç, kemikleşmiş ve genişlemekte olan bürokrasilerin araçsal mantığı olarak katılaşmış durumdadır. Toplumsal özneler de entegrasyon ve yönetim süreçlerinden paylarını alır; hatta, bu süreçler olası öznellik biçimlerinin koşullarına kadar iner ve onları şekillendirir. Adorno “Kültür ve Yönetim” makalesinde bu noktayı vurgular:

 

Yönetim ise, üretken olduğu kabul edilen insana yalnızca dışarıdan dayatılmaz. Kendini onun içinde çoğaltır. Zaman içindeki bir durumun, kendisini onaylayan özneleri yarattığı, harfi harfine kabul edilmelidir. “İnsanların artan organik bileşimi” karşısında kültürü üretenler de korunaklı değillerdir.[17]

 

Özneler tarafından yaratılan ve sadece onlar tarafından dönüştürülebilir olan nesnel eğilim, her şeye karşın, özneleşme biçimlerini ve tarzlarını sınırlar: işte sürekli felaket yaratan, tam da bu diyalektir. Daha önce de belirtildiği üzere, bu eğilimler fiilî öznelerin fiziken indirgenmesinden ve tasfiye edilmesinden geri durmaz. “Soykırım mutlak entegrasyondur.”[18] O halde soykırım, hukukun üstünlüğü ilkesinden ve insan hakları normlarından bir sapma olarak geçiştirilemez, çünkü küresel sürecin içkin akışının parçasıdır. Auschwitz ve Hiroşima örneklerinden sonra, nihaî entegrasyonun (aynı zamanda tüm hayatı ve tüm sistemlerin var olma koşullarını da yok edecek olan sitemsel mantığın küresel sonunun) nesnel açıdan mümkün olduğu bir toplumsal dünyada yaşıyor olmalıyız. İlerleme mitinin sonu.

Dolayısıyla terör ve geç kapitalizm el ele yürüyor. Uyumluluğun ve piyasanın baskısı olarak başlayan şey (bugün güvencesizlik terörü ve kemer sıkma politikalarının yarattığı sefalet), imha mantığına yönelmiş bulunuyor. “The Schema of Mass Culture” makalesinin son sayfalarında Adorno “faşist dönemden alınacak nihaî ders olan kaygı” ile yönetimin elindeki tekno-güç arasındaki bağlantıyı ayrıntılı olarak inceler:

 

Bütün ülkelerin halklarının karşılamaya hazırlandığı terör, bu kültür maskelerinin katı çizgilerinde her zamankinden daha şiddetli bir tehditle parıldıyor: Gürleyen her kahkahayla birlikte zorbalığın tehditkâr sesini duyuyoruz; komik tipler devrimcilerin çarpılmış bedenlerini temsil eden okunaklı işaretler haline geldi. Kitle kültürüne dahil olmanın kendisi, terörün damgasını taşıyor.[19]

 

Bir kültürel birörneklik sisteminin beslediği uyumluluk ve tevekkül, giderek kendini açan bir üst mantığın dolayımlamaları aracılığıyla, radikal mücadelelerin yenilgilerine ve kapitalist savaş makinelerinin zaferlerine bağlanıyor. Bugün yeniden dirilen devlet terörü, “teröre karşı savaş” şiarıyla kendini maskeliyor.


Keyif ve Yaptırım

Özneleşme hakkında fikir yürütmenin başka bir yolu da, Jaques Lacan’ın jouissance ya da keyif kavramıdır. İşe, Slavoj Žižek’in bir kitabının[20] başlığını biraz saptırarak başlamak istiyorum. Başka Lacancı kuramcılar, Todd McGowan’ın[21] ortaya attığı ve Yannis Stavrakakis’in The Lacanian Left[22] kitabında geliştirdiği “komuta edilmiş keyif” sorunu hakkında teşvik edici çalışmalar yaptılar. Bir haz biçimi olan ve acıyı, hoşnutsuzluğu, ve hatta dehşeti [terror] muhakkak dışlaması gerekmeyen keyif, yetersizliği telafi eder. Düşlemsel nesne seçimlerinde ve özdeşleşmelerde söz konusu olan öznel yatırım, nesnel gerçeklikle bir çatışma olarak yaşanmaz; çünkü keyif, bilinçli akıl yürütmenin radarı kapsamındadır. Yatırımın bu cisimleşmiş geri dönüşü, toplumsal “sıkışmışlığımıza” –bizi tehdit ettiğini başka bir farkındalık düzeyinde bildiğimiz toplumsal süreçlere olan bağımlılığımıza karşı koyamayışımıza– kısmi olmakla birlikte ikna edici bir açıklama getirir. Ancak, komuta edilmiş keyif kavramı aynı zamanda bastırılan şeyin de gizli maliyet, özgürlük yoksunluğu ve zorlantı [compulsion] şeklinde geri döndüğünü kabul eder.

Keyif madalyonun bir yüzü ise, yaptırım diyebileceğimiz unsur da onun diğer yüzünü oluşturur. Daha önce başka bir yerde[23] geliştirdiğim yaptırım kavramı, kapitalist yeniden üretim sürecinin indirgenemez şiddet öğesidir. Çatışmalı üretim ilişkilerinin asimetrisi olarak başlayan şey, piyasadaki rekabet ve emperyalist rekabetler aracılığıyla, savaşla ve devlet terörüyle doruk noktasına varması gereken bir küresel sürece yönelir ve yeğinleşir. İcra gücünün yoğunlaşması, nükleer kitlesel imha silahları ve hızla genişleyen tahripkâr insansız hava aracı filolarıyla donatılmış ulusal güvenlik-gözetleme devletinin ortaya çıkışı: Kapitalist devleti mutasyona uğratan ve demokrasinin cesedini kemiren bu toplumsal süreçler, Adorno’nun entegrasyon ve yönetim olarak adlandırdığı unsurların süregelen yoğunlaşmalarıdır. Kendini açan bir üst mantık olarak kapitalizmin, kendi kendini çalıştıran bir terör makinesi olduğu ortaya çıkmıştır. Bu makinenin de kimlerin ve nelerin üzerinden geçtiğini biliyoruz.

Bu açıdan bakıldığında, baskı ile, disiplin ve ceza paradigması, geçersizleşmek yerine, gündelik öznellik yapılarının daha da derinlerine yerleşmiştir. Mağdura boğulma hissi veren basınçlı su işkencesi ve ortadan kaybolan düşmanlar gibi kirli savaş tekniklerinden göz kamaştırıcı silahlarla uyanıdırılan “şok ve korku”ya kadar tüm terör gösterileri, isyan edenlere ya da sisteme doğrudan karşı çıkanlara neler yapıldığını gözler önüne serer. Onların bedenlerinden çıkardıkları dersi özümseyen seyircilerin, bu konuda iki kez düşünmeye ihtiyaçları kalmaz. Terör öznelliği önceden oluşturur ve her yerde olduğu gibi kültürel sektörde de emek ilişkilerinin içine işler; ama aynı zamanda, dünya çapında sürekli hareket halinde olan gerçek savaş makinelerinin gölgesi ya da yansıtılmış mevcudiyeti olarak –sinsiliği oranında demoralize edici biçimde– dolaşır.

Dahası, yaratıcı endüstrileri göklere çıkaran, sözde bohemlerin yüzlerindeki sırıtışlarla onaylanan söylemler, aslında son derece tehlikeli kültürel eğilimleri maskelemektedir. Hiroşima, hâkim devletlerin yönetimi altında bilimin ve savaş makinesinin birleşme eğilimini çoktan kanıtladı. Bugün, korku politikaları ve gündelik hayatın artan militarizasyonuyla gördüğümüz, savaş makinesi ile kültür endüstrisinin evliliğidir. Devlet terörünün araçlarına her adımda imaj ve tasarım makineleri eşlik ediyor; bunlar, asla sona ermeyen savaşları, onları büyük birer keyif kaynağına dönüştürmek suretiyle pazarlıyor. Bu makineleri işletenlerin kültür endüstrisinden devşirilmiş “yaratıcılar” olmaları, giderek daha sık rastlanan bir durum. Büyük paraların döndüğü savaş oyunları dünyası –Pentagon’un finanse ettiği America’s Army ve ticari rakibi Modern Warfare 2’nun hâkimiyetindeki dünya– bunun bir örneğini teşkil ediyor.[24] Şimdi Ulusal Güvenlik için çalışan, hüküm giymiş eski hacker Adrian Lamo’nun kariyeri ise bir başka örnek: 2010’da Lamo, ABD ordusundan Er Bradley Manning’i, Irak’taki ABD kuvvetlerinin 2007’de sivilleri katletmesini kınayan bir videoyu kamuya sızdırdığı gerekçesiyle ihbar etti.[25] İlk örnek, keyifin yarattığı bağımlılığın gücünü kanıtlıyor; ikincisi ise, yaptırımın yozlaştırıcı etkisini ve her yere uzanabildiğini.  

Hâkim bir küresel sürecin nesnelliğine gereken ağırlığı vermeyen özneleşme kuramlarında, iradeciliğe kayma tehlikesi vardır. Bunu yapanların, Adorno’nun işaret ettiği eğilimlerle yüzleşmeleri ve uğraşmaları gerekiyor. Stratejik direniş, kendi fiilî etkinliğinin önkoşullarını ölçüp biçmekle başlar. Ne yazık ki Aydınlanmanın Diyalektiği yayınlandığından beri yaşanan gelişmeler, oradaki iddiaları geçersizleştirmiş değil. Ama her ne kadar tarihimizi canımızın istediği gibi, miras aldığımız sınırlamaları göz ardı ederek yazamıyorsak da, Benjamin ile Gramsci’nin yeni terörün şafağında tavsiye ettikleri gibi, kötümserliğimizi her zaman örgütlenerek ve onu hedef alarak dönüştürebiliriz.

 

Gene Ray, "Culture Industry and the Administration of Terror", Critique of Creativity: Precarity, Subjectivity and the Resistance in the 'Creative Industries' içinde (Londra: MayFly Books) s. 167-183. Yazara teşekkür ederiz.

 



[1] Bu bölüm, “Limits of terror: on culture industry, enforcement and revolution”, başlıklı yazıma dayanıyor, Brumaria, Special Issue on Revolution and Subjectivity.

[2] Artık biliyoruz ki Çin ve Hindistan’daki “yeni kapanma” süreçleri fiilen dünya sanayi proletaryasının boyutlarında muazzam bir artışla sonuçlandı. Metanın bu yeni “doğrudan üreticileri”, Fordist ve Fordizm öncesi (hatta 19. yüzyıla ait) düzenleme ve disiplin biçimi unsurlarını birleştiren fabrikalarda ve merdivenaltı atölyelerde çalışıyorlar. Bu yeni ideal-tip işçinin, ailesinden ve toplumsal çevresinden ilk defa kopan ve kazancının büyük kısmını evine gönderen genç veya yeniyetme bir kadın olduğu açık. İş sahasında konuştukları ya da çalışma saatleri dışında karşı cinsle sosyalleştikleri için ücret kesintisine maruz kalabilen bu savunmasız işçilerin post-Fordist usta modeline uymadıkları çok açık. Dahası, istihdam koşulları hat safhada güvencesiz; temsil hakkından ve Fordist güvencelerden büyük ölçüde mahrumlar ve istendiği zaman işten atılabilirler. David Redmon’ın 2005 Mardi Gras: Made in China adlı fimi, yeni fabrikanın tüyler ürpertici bir manzarasını sunuyor.

[3] Horkheimer ve Adorno, Dialektik der Aufklärung: Philosophische Fragmente (Frankfurt/Main: Fischer Verlag, 2003) s. 1 [Türkçesi: Aydınlanmanın Diyalektiği, çev. Nihat Ülner (İstanbul: Kabalcı, 2010) s. 10].

[4] Adorno, The Culture Industry: Selected Essays on Mass Culture, (ed.) J. M. Bernstein (Londra: Routledge, 2001) s. 82. Bu formülasyon, kültür endüstrisi tezinin Guy Debord’un daha sonra ortaya atacağı “gösteri” kategorisine yakınlığını ortaya çıkarıyor. İkisi de sistemli ve bütünselleştirici manipülasyon ve toplumsal denetim düzenlemelerini ifade ediyor.

[5] Prismen: Kulturkritik und Gesellschaft (Frankfurt/Main: Suhrkamp, 1976) s. 13-14; Prisms, çev. S. Weber and S. Weber Nicholsen (Cambridge, MA: MIT Press, 1992).s. 23; karş. Adorno, The Culture Industry: Selected Essays on Mass Culture, ed. J. M. Bernstein (Londra: Routledge,2001) s. 100.

[6] Horkheimer ve Adorno, Dialektik der Aufklärung: Philosophische Fragmente s. ix [Türkçesi: Aydınlanmanın Diyalektiği, s. 7].

[7] “Résumé über Kulturindustrie”, Ohne Leitbild: Parva Aesthetica içinde (Frankfurt/Main: Suhrkamp, 1976) s. 60-61. [Türkçesi: “Kültür Endüstrisine Genel Bir Bakış”, Kültür Endüstrisi-Kültür Yönetimi içinde, çev. Nihat Ülner, Mustafa Tüzel, Elçin Gen (İstanbul: İletişim Yayınları sanathayat dizisi, 5. baskı 2009) s. 110]

[8] A.g.e., s. 60 [Türkçesi: Kültür Endüstrisi, s. 109].

[9] A.g.e., s. 62-63 [Türkçesi: Kültür Endüstrisi, s. 112].

[10] A.g.e., s. 63 [Türkçesi: Kültür Endüstrisi, s. 112-113].

[11] Ağustos 2010’da dev şirketler Verizon Communications ve Google internetin düzenlenmesi konusunda yasa yapıcılara yönelik ayrıntılı öneriler yayınladılar. Bu öneriler arasında, sözümona ağ tarafsızlığını koruma amacı taşıyan önlemler yer alıyordu: yani, internet hizmet sağlayıcılarının ve hükümetlerin, belirli kullanıcıları ve içerikleri kayıracak, böylece dolaylı sansür biçimlerini devreye sokacak şekilde, erişim ve hizmet yapılarını dönüştürmemeleri ilkesi. Önerileri eleştirenler, Verizon-Google önerilerinin gerçekte iki katmanlı veya sınıf-güdümlü bir internet erişimi yaratacak koşulları hayata geçireceğini savundular: şirket içeriği sağlayıcıları için yüksek hızda bağlantı ve erişim, diğer içerik sağlayıcılar içinse düşük hızda erişim. Analiz ve değerlendirmeler için bkz. Eelectronic Frontier Foundation, 2010.

[12] Prismen: Kulturkritik und Gesellschaft, s. 10; Prisms, s. 21. Çevirideki değişiklikler ve italikler yazara ait.

[13] Adorno, Negative Dialektik, Gesammelte Schriften içinde, cilt 6, (ed). R. Tiedemann et al. (Frankfurt/Main: Suhrkamp, 1975) s. 132; Negative Dialectics, çev. E. B. Ashton (New York: Continuum, 1995) s. 126.

[14] Adorno, The Culture Industry: Selected Essays on Mass Culture, ed. J.M. Bernstein (Londra: Routledge, 2001) s. 96. Bu satırlardaki ışıldamanın yorumlanmaya ihtiyacı var. Reklama doymuş popüler kültürün (neon tabelalar) gizemleştirmeyle (yıldızları okumak, veya astroloji) yan yana getirilmesi, olumsuz bir çağrışımla V-2 füzelerini ve hava bombalarını akla getirir – Thomas Pynchon’ın Yerçekiminin Gökkuşağı [1973] adlı kitabındaki ünlü ilk cümleye (“Gökyüzünden bir çığlık kopuyor”) delalet eden bir paragraf. Burada teröre yapılan gönderme makalenin son iki bölümüyle bağlantılı olacak.

[15] Adorno, “Résumé über Kulturindustrie”, s. 63 [Türkçesi: Kültür Endüstrisi, s. 112].

[16] Otonomcu kuram içerisindeki bazı eğilimler bunu kabul etmekte zorlanıyor. Nitekim, özerkliğe yönelen yaklaşımlar öznel güçlenme ile mücadelenin araçsal talepleri arasında sıkışıyor. Bkz. Gene Ray, “Antinomies of autonomism: on art, instrumentality and radical struggle”, Third Text 100, 1999, 23(5), s. 537-546.

[17] “Kultur und Verwaltung”, Soziologische Schriften 1 içinde, Gesammelte Schriften, cilt 8, (ed.) R. Tiedemann et al. Frankfurt/Main: Suhrkamp, 2003) s. 137 [Türkçesi: “Kültür ve Yönetim”, Kültür Endüstrisi-Kültür Yönetimi içinde, çev. Nihat Ülner, Mustafa Tüzel, Elçin Gen (İstanbul: İletişim Yayınları sanathayat dizisi, 5. baskı 2009) s. 138]. Bu formülasyon, Foucault’nun analiz ettiği içselleştirilmiş disiplin ve yönetimselliğe çok yakın; Foucault da, 1978 tarihli bir söyleşisinde eleştirel kuramı olanca samimiyetiyle savunurken, bu pasajları ve Aydınlanmanın Diyalektiği’ni düşünüyor olmalıydı: “Bu eserleri daha önce okumuş olsam, değerli zamanımı boça harcamayacağım kesin: Bazı şeyleri yazmama gerek olmazdı ve bazı hatalardan da kaçınabilirdim. Her halükârda, Frankfurt Okulu’yla gençken tanışmış olsam, hayatta onları yorumlamak dışında hiçbir şey yapmayacak kadar etkilenirdim.” (Foucault, Remarks on Marx: Conversations with Duccio Trombadori, çev. R. J. Goldstein ve J. Cascaito (New York: Semiotext(e), 1991) s. 119-120.

[18] Adorno, Negative Dialektik, s. 355; Negative Dialectics, s. 362. Pasajın devamı şöyle: “İnsanların eşitlendiği [gleichgemacht werden] –orduda dendiği gibi, “temizlendiği”– her yerde [soykırım] yolunda ilerliyor. Ta ki insanlar, mutlak hükümsüzlüklerinin kavramından sapmalar olarak kelimenin gerçek anlamında yok edilene dek. Auschwitz, ölüm olarak saf kimlik felsefesini olumlamıştır” (Adorno, Negative Dialektik, s. 335; Negative Dialectics, s. 362).

[19] The Culture Industry: Selected Essays on Mass Culture, s. 96.

[20] Žižek, Enjoy Your Symptom! (Londra: Routledge, 1992).

[21] McGowan, The End of Dissatisfaction?: Jacques Lacan and the Emerging Society of Enjoyment. Albany: SUNY Press, 2004).

[22] Yannis Stavrakakis, The Lacanian Left: Psychoanalysis, Theory, Politics (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2007).

[23] Ray, “Limits of terror: on culture industry, enforcement and revolution”.

[24] Savaş makinesi ile kültür endüstrisinin birleşmesi konusunda bkz. Der Derian, Virtuous War: Mapping the Military-Industrial-Media-Entertainment Network (Boulder: Westview Press, 2001); America’s Army ve bilgisayar oyunları konusunda bkz. Singer, “Meet the sims… and shoot them: the rise of militainment”, Foreign Policy, 2010, 178, s. 91-5. Bu ikisini ele aldığım ve keyif ile zorlama diyalektiğine baktığım bir makale için bkz. Ray, “Beyond enforcement: traversing state terror and the politics of fear”, Terror and the Sublime in Art and Critical Theory, 2. baskı (New York: Palgrave Macmillan, 2010).

[25] Video, Wikileaks’te çevrimiçi olarak yayınlanmıştı: http://wikileaks.org/wiki/Collateral_Murder,_5_Apr_2010. Ayrıca bkz. Greenwald, “The strange and consequential case of Adrian Mole, Bradley Manning and WikiLeaks”, Salon.com (18 Haziran 2010). Çevrimiçi: http://www.salon.com/news/opinion/glenn_greenwald/2010/06/18/wikileaks

 

 

              

 

skopdergi 4