Agamben’in “Budalalığı”: Bir Salgın Nasıl İcat Edilir?

 

Sunuş

26 Şubat 2020’de Quodlibet yayınevinin internet blogunda Giorgio Agamben’in koronavirüs salgını üzerine kısa bir metni yayınlandı. “L’invenzione di un’epidemia” (Bir Salgının İcadı) başlığıyla yayınlanan metinde Agamben, salgının “icat edildiğini” yazıyor ve olağanüstü hali normalleştirmek için “ideal bir bahane” olduğunu öne sürüyordu.[1] Bu yazının hemen ardından, Jean-Luc Nancy, Roberto Esposito, Slavoj Žižek ve daha birçok başka yazar, Agamben’in metnini farklı açılardan eleştiren metinler yayınladı.[2]

Agamben’in bu ilk yazıyı yayınladığı 26 Şubat tarihinde İtalya’da henüz salgına bağlanan ölüm sayısı 12 idi, ama zaman ilerleyip salgına bağlanan ölüm sayıları hızla artmaya başladığında da Agamben tavrını değiştirmedi: Alınan önlemleri ve insanların bunlara gösterdiği rızayı ısrarla sorgulamaya devam eden metinler kaleme aldı.[3] Sanki eleştirmenleri kendisini ‘apaçık olguları’ görmezden gelmekle, aşırıya kaçmakla, kendi teorilerini olgulara dayatmakla itham ettikçe, Agamben eleştirilerini daha da radikalleştiriyor, tıp bilimini din olarak tarif edecek kadar ‘ileri gidiyor’du. 23 Mayıs tarihli son yazılarından birinde, uzaktan eğitim yöntemlerini eleştirirken yine ‘aşırılık’tan vazgeçmiyor, derslerini çevrimiçi formatta vermeyi kabul eden öğretim görevlilerinin, 1931’de Mussolini rejimine bağlılık yemini eden hocaların “kusursuz muadilleri” olduğunu söylüyordu.[4]

Agamben’in salgın üzerine kaleme aldığı bu kısa notlar, hem başka yazarlar hem de genel okuyucu kitlesi tarafından, yobazlığa denk bir bilim karşıtlığından komplo teorisyenliğine, teori tüccarlığından düpedüz bir akıl zafiyetine kadar pek çok ithamla açık veya örtük şekilde suçlanmasına sebep oldu. Daha ilk yazısında kullandığı “icat” kavramı, ‘apaçık bir bilimsel olgu’ addedilen salgının icat edildiğini öne sürmesiyle, tüm bu ithamlara zemin oluşturan gerekçeleri yoğunlaşmış biçimde kendinde topluyordu. Oysa Agamben’inkine çok benzeyen bir iddia, onunkine çok benzeyen bir kavramla, kuş gribi ve domuz gribi sırasında bizzat tıp çevrelerinde ortaya atılmıştı: “Faked Pandemics” – “Sahte Pandemiler”. Dünya Sağlık Örgütü’nü bu iki vakada pandemi ilan etmeye sevk eden sürecin ve ilaç/aşı sanayiinin bu süreçteki etkisinin soruşturulması için Avrupa Konseyi bünyesinde önerge verilmişti.[5] Önergenin imzacıları arasında bulunan göğüs hastalıkları uzmanı Wolfgang Wodarg’ın yeni tip koronavirüsü hakkında baştan beri söylediği ve yazdığı şeyler de, Agamben’in bunca tepki toplamasına sebep olan “salgının icadı” tezinden hiç de uzak değildi aslında.[6]

Bir (veya birkaç) bilim insanının, bilimsel argümanlarla, Agamben’inkine benzer şeyler söylemesi, elbette ne “COVID-19 salgını” diye adlandırılan bu sürecin “gerçek tıbbi mahiyeti” hakkında, ne ölüm gibi apaçık olaylara dair inşa edilen nedensellik ilişkilerinin isabetliliği/isabetsizliği hakkında, ne de Agamben’in tezlerinin “haklılığı/haksızlığı” hakkında herhangi bir şeyi kanıtlayamaz. Olsa olsa, Agamben’in felsefi tezlerinin mesnetsizliğini göstermek için temel alınan “bilimsel gerçeklerin” bizzat tıp alanı içinde de tartışmasız kabul görmediğine işaret eder, ki bu durum alan içindeki birçok konu için geçerlidir. Burada bizi asıl ilgilendirmesi gereken, bir filozofun ortaya koyduğu radikal bir düşünceyi komplo teorisi veya tüccarlık gibi ithamlarla yaftalamaktaki kendinden eminliğin de aslında mesnetsiz olması; genel olarak eleştirel düşünceye gösterilen yaygın direnç ve tahammülsüzlüğün izlerini taşıyor olmasıdır. Eleştirel düşünceden, eleştirdiği konuda çözüme yönelik reçeteler sunmasını, bunu yapmadığı sürece de, önümüze konan reçetelere uyum göstererek susmasını talep eden bir tahammülsüzlüktür bu. Agamben’in Şubat-Mayıs ayları arasında kaleme aldığı kısacık notlarında, sürecin seyrindeki sayısal değişimlere rağmen, tavrından hiç geri adım atmaması, ‘provokatif’ tonunu koruması, pratik aciliyetlerin baskısı karşısında düşüncenin konformizme direnişi olarak da okunabilir.

Aşağıdaki metin, Hakan Yücefer’in 22 Nisan 2020 tarihinde internet üzerinden canlı olarak yaptığı “Bir Salgın Nasıl İcat Edilir? Agamben ve Koronavirüs” başlıklı konuşmasının seçilmiş bölümlerinden yazıya geçirildi. Ara başlıklar tarafımızdan eklendi. Hakan Yücefer konuşmasında Agamben’in salgınla ilgili tezlerini düşüncesinin bütünü bağlamında okuyor ve ona yöneltilen beş temel itirazı detaylı olarak inceleyerek, Agamben özelinde düşüncenin özerkliğini ortaya koyuyor. Prof. Dr. Cihan Camcı moderatörlüğünde, Zoom Webinar üzerinden canlı olarak düzenlenen konuşmanın video kaydı, metnin sonunda yer alıyor. [EG]

 

 

Bugün sizinle birlikte Agamben’in epey tartışma yaratmış olan bir metnini ele almak istiyorum. Konuşmama Gilles Deleuze’den bir alıntıyla başlayabilirim. Deleuze, “Yaratma Eylemi Nedir?” başlıklı konferansında şöyle diyor (Ulus Baker çevirisini alıntılıyorum): “Dostoyevski kahramanları, hep bir aciliyet haline yakalanmış durumdadırlar, hep ölüm kalım sorunlarıyla karşı karşıya kalırlar” – tıpkı şu an bizim, salgın koşulları altında, bir ölüm kalım ortamında yaşamamız gibi. Ama Dostoyevski kahramanlarının bizden bir farkı var, metnin devamında onu söylüyor Deleuze:

Ama bilirler ki bu kahramanlar, daha da acil olan bir sorun vardır. Peki bu sorun nedir? İşte onu bilmezler. Onları durduran da budur zaten: Her şey sanki, bir yangın çıkmış, her şey yanmaktayken, kaçıp dışarı çıkmak yerine kendime şunları demem gibidir: Hayır! hayır! Burada daha da acil bir şey var; onu öğrenene kadar yerimden kımıldatmayın beni.

Yani bir yangın yerinde gibi Dostoyevski kahramanları: Bir problem var, bir yere acilen yetişmeleri lazım ya da kaçmaları lazım, ama tam kaçacaklarken daha da acil olan bir şeyi fark ediyorlar. Sanki yanmakta olan evden çıkmadan evvel mutlaka almaları gereken, hatırlamaları gereken bir şey varmış gibi, onların hareketlerini durduran daha da büyük bir aciliyet duygusu ortaya çıkıyor.

Deleuze, metnin devamında, Dostoyevski’deki “budala” figürü budur aslında diyor. Sadece Budala romanındaki Prens Mışkin’in değil, Dostoyevski karakterlerinin genel özelliği, onları ortaklaştıran “budalalık” durumu budur: Acil bir durumda, acilen tepki vermemiz gereken bir durumda bizde daha da acil bir şey varmış hissi uyandıran bir duygu; bizi o ilk acil durum karşısında da tepki veremez hale getiren, “budala” konumuna getiren bir sorgulamaya girişme…  

Bu alıntıyla başlamamın nedeni şu: Bugün salgın karşısında genel olarak felsefenin konumu, biraz Dostoyevski’nin bu “budala” karakterlerinin konumuna benziyor: Bir salgın var bir yandan, büyük bir şey oluyor, ama felsefenin o salgına doğrudan, dolaysız biçimde bir yanıt vermesi mümkün değil. Bir filozof ne salgının aşısını bulabilir, ne insanların işsizlik sorununa çözüm bulabilir, ne parasızlık derdine deva olabilir vs. Felsefenin salgın karşısında doğrudan yapabileceği bir şey yok. Ama Agamben gibi bir filozofun yaptığı şey, aslında, Deleuze’ün betimlemesine sadık kalarak düşünürsek, tıpkı bir Dostoyevski karakteri gibi daha da acil bir durum olduğuna dikkatimizi çekmek: Şu an bir salgın durumundayız, acil çözüm gerektiren bir durumla karşı karşıyayız, ama Agamben bize bu salgının arkasında daha da acil bir şeyin yattığını söylüyor. Dolayısıyla bir tür “felsefece budalalık” sergiliyor – bunu tabii ki hakaret anlamında söylemiyorum, olumlu anlamda söylüyorum.

Agamben bir yazı yazıyor ve bu salgın sahnesinin arkasında çok daha acilen düşünmemiz gereken bir problem olduğunu söylüyor. Agamben’in bu yazısı karşısında da birçok başka filozof ona farklı şiddet düzeylerinde tepkiler veriyor. Dolayısıyla bugünkü konuşmamda ilk yapacağım şey, Agamben’in özellikle ilk metnine (çünkü bir dizi metin yayınlıyor) biraz yakından bakmak olacak. Agamben’in ne söylediğini, bizi acil durumdan daha da acil olan hangi durum karşısında uyarmaya çalıştığını gördükten sonra, ona yöneltilmiş itirazları, özellikle beş temel itirazı, en az felsefi olandan en felsefi olana doğru belli bir sırayla tek tek ele almaya çalışacağım.

 

[...]

Ben bu cevapları, Agamben’e yöneltilen itirazları beş gruba ayırdım. En az felsefi olandan en felsefi olana doğru kendimce bir hiyerarşi kurdum.

 

Ampirik İtiraz (Jean-Luc Nancy)

Birinci itiraz, ilk akla gelen itiraz, ampirik denebilecek bir itiraz; o yüzden felsefi değil zaten. [Bu itiraz şöyle özetlenebilir:] Agamben’in söylediklerini ne kadar ilginç bulursak bulalım, ortada bir veri hatası, bir veri problemi var; olay Agamben’in dediği gibi gelişmiyor. Ya Agamben yanlış bilgilendirildi, İtalyan Araştırma Merkezi’nin verilerine pek de sorgulamadan bağlı kaldı diyebiliriz; ya da biraz daha kötü niyetliysek şöyle de diyebiliriz: Olgularla zaten çok ilgilenmeyen birisi bu, olguları çarpıtarak bize kendi teorisini dayatmak için rastgele bir kaynak kullandı. Ama ne dersek diyelim, bu ilk akla gelen itiraz, Agamben’e verilecek bu ilk “doğal” tepki şu: Ortada gerçekten bir salgın var, insanlar sürekli ölüyorlar, bunu nasıl görmezden gelebilirsin? Bu, felsefeden en uzak olan itiraz; felsefi bir itiraz bile değil. Jean-Luc Nancy’nin Agamben’in yazısının hemen ertesi günü yazdığı Viral İstisna metni, tamamen ampirik bir itiraz. […] Jean-Luc Nancy, yazısının sonunda, hata yapmak mümkündür, Agamben de ampirik bir hata yaptı, çok da büyük bir sorun değil diyor ve yazısını güzel bir cümleyle bitiriyor: İstisnai olan bir şey varsa o da Giorgio’nun kendisidir diyor, Agamben istisnaidir, yani kuraldışı bir düşünürdür demeye getiriyor…

 

Komplo Teorisyenliği İtirazı

İkinci itiraz tipi, biraz daha felsefi sayılabilir: Agamben’in kullandığı bazı ifadelerin komplo teorisyenliğini çağrıştırması. Agamben’e bu açıdan doğrudan saldıranlar da var, Türkçeye çevrilmemiş olduğu için bu metinleri kullanmıyorum ben, ama Agamben’in adı geçmeyen metinlerde bile “şu günlerde komplo teorisyenliğine izin vermeyelim” gibi dolaylı cümlelerle Agamben’e saldırıldığını görmek mümkün. Dolayısıyla ikinci suçlama, ikinci eleştiri, Agamben’in pozisyonunun bir tür “komplo teorisyenliği” olduğu suçlaması: Kontrol edilemez, denetlenemez, saçma sapan teoriler geliştiren insanlardan bir açıdan Agamben’in farkı yokmuş gibi. Aslında elbette, Trump ile Agamben’i aynı kefeye koymak ne kadar problemliyse, “piramitleri uzaylılar yaptı” diyen biri ile Agamben’i aynı kefeye koymak da o kadar problemli. […]

Bu konuda iki noktaya dikkat çekebilirim: Bana kalırsa komplo teorilerindeki temel problem bu teorilerin yanlış olması değil, çünkü pek çok komplo teorisi doğru olabilir. Tabii ki “piramitleri uzaylılar yaptı” diyen tarzda bir komplo teorisinin fantezi ürünü olduğu belli gibi gözüküyor, ama örneğin ABD’nin bir Güney Amerika ülkesinde darbe planlamış olduğuyla ilgili bir komplo teorisinin gayet gerçeğe uygun olabileceğini söyleyebiliriz. Komplo teorilerinin önemli bir kısmı aslında gerçekten de olup bitmiş şeylere karşılık geliyor – Wikileaks belgelerinde ortaya çıkan şeyleri düşünebiliriz. Dolayısıyla bana göre komplo teorisyenliğindeki temel problem –eğer tamamen kontrol edilemez, tamamen zırva bir şey değilse– teorinin yanlış olması değil; temel problem, politik alana bir komplo teorisyeni gözüyle baktığımızda politik alanı neredeyse apolitik biçimde düşünmemiz. Politik alan, bir komplo teorisyeninin gözünden bakıldığında, antagonistik analizlerin yapılabileceği çatışmalı bir alan olmaktan çıkıp, gizli bir odağın baştan sona belirlediği, neredeyse homojen bir alana dönüşüyor. Böylece politika politika olmaktan, insanlar politikanın öznesi olmaktan çıkıyor. Agamben’e gelirsek, Agamben’in metinlerini herhangi bir komplo teorisiyle –ne olursa olsun, o teori ister doğru olsun ister yanlış– aynı kefeye koymak yanlış. […] Agamben aslında komplo teorisi diye bir şeyin mümkün olmasının zeminini araştırıyor diyebiliriz. Çünkü Agamben belli tarihsel koşullar altında ortaya çıkmış belirli bir odağın gizli planlarını filan anlatıyor değil bize, iktidarın işleyişini anlatıyor aslında. Dolayısıyla, örneğin “devlet sırrı” diye bir şeyin olması bile, “gizli servis” veya “örtülü ödenek” gibi bir şeyin olması bile, iktidarın işleyişinde biz vatandaşların bilemeyeceği bir alan olduğunun göstergesi, ki komplo teorilerini de zaten o karanlık alan besliyor. İktidarın işleyişinde o karanlık yan zaten var, Agamben’in analizi bu işleyişe yöneliyor.

 

Ölçüsüzlük İtirazı (Roberto Esposito)

Ampirik itiraz ile komplo teorisyenliği itirazlarından sonra, Agamben’in metnine yönelik üçüncü itiraza, “ölçüsüzlük itirazı” diyebiliriz. Bunu da şöyle özetleyebiliriz: “Tamam Agamben doğru şeyler söylüyor gibi de, biraz kantarın topuzunu kaçırmış. Tamam doğru ama, o kadar da değil.” Bu ölçüsüzlük itirazını Roberto Esposito’nun metninde görüyoruz. Esposito aslında ilk başta Nancy’ye karşı Agamben’den yana tavır alıyor ve biyopolitika kavramı politikayı düşünürken vazgeçemeyeceğimiz bir kavramdır diyor. Bundan sonra, Agamben’e eleştirisini yöneltiyor ve şöyle diyor:

Foucault’nun yaptığı gibi, geçen iki buçuk yüzyılda, politika ve biyolojinin, problemli ve bazen trajik sonuçlar doğuracak şekilde, giderek daha sıkı sıkıya iç içe geçtiğini iddia etmek bir şeydir; mukayese edilemeyecek olayları ve deneyimleri asimile etmek başka şey. Şahsen maksimum güvenlikli hapishaneler ile Po Ovası’nda iki hafta karantinayı, ne şekilde olursa olsun birbirleriyle karşılaştırmaktan kaçınırdım.[7]

Yani şöyle diyor Esposito: Foucault’nun Cinselliğin Tarihi’nin ilk cildinden beri yaptığı gibi, 200-300 yüzyıllık bir süreci, iktidarın biyolojik yaşamı politikanın konusu haline getirmesi teması üzerinden okumak ile, Agamben’in yaptığı gibi yan yana gelemeyecek şeyleri yan yana getirmek bambaşka şeyler. Yüksek güvenlikli hapishanede tecrit edilen bir mahkûm ile, karantinada lüks evinde başka insanları göremeyen insanları aynı kefeye koymayalım, demiş oluyor Esposito. Bu, Agamben’e yöneltilen “ölçüsüzlük” itirazı. “Bu durumda,” diyor Esposito, “demokrasinin risk altında olduğunu söylemek, bana göre en iyi ifadeyle abartı. Bence uzun-vadeli süreçler ile güncel olayları birbirinden farklı düzlemlerde ayrımlar gözeterek ele almalıyız”.[8]

Benim Esposito’ya verebileceğim cevap, ilk bakışta belli bir genellik düzeyinde Esposito’ya katılmak olur: Bir teori bu kadar hızlı bir biçimde güncel bir duruma uygulanamaz. Ama şöyle de düşünebiliriz: Yan yana gelemeyecek şeyleri yan yana getirmek –ki Esposito’nun Agamben’e yönelttiği büyük suçlama bu– bir yandan da Agamben’in büyük felsefi jesti aslında. Agamben’in yaptığı büyük düşünsel hamle, onun düşünsel gücünü besleyen şey, zaten yan yana gelemeyecek şeyleri sürekli yan yana getirmeye kalkması. Salgın ile “icat” kelimesini yan yana getirmesi mesela, insanı düşünmeye itiyor: Salgın, tırnak içinde “doğal” ya da “biyolojik” bir fenomen diyelim, “icat” bambaşka teknik bir şey ve bunlar aynı cümlede kullanıldığı zaman zihnimizde bir şeyler zorlanıyor. Ya da daha güçlü bir örnek: Homo Sacer kitabının sonunda, Batı tipi demokrasinin temel modelinin, birçok teorisyenin varsaydığı gibi Yunan kent devleti yani polis değil toplama kampı olduğunu söylüyor; Batı politik geleneğinin kurucu modeli Atina değil Auschwitz’tir demiş oluyor. Bu tabii ki yan yana gelemeyecek şeyleri yan yana getirmek demek. Ama Agamben’in zaten bütün düşünsel gücü, kitaplarında bizi “dogmatik uykularımızdan” uyandıran şey bu. Dolayısıyla Esposito Agamben’e ölçülülük tavsiyesinde bulunurken, belki onun düşünsel gücünü de elinden almış oluyor. Agamben’e biraz ölçülü olmasını tavsiye ettiğimizde “filozof olma artık” demiş oluyoruz. En başta yaptığım Deleuze alıntısını düşünün: Budala’nın gücü zaten acil bir durumda daha da acil bir şeye dikkat çekmek. Aslında Esposito’nun “makullük” tavsiyesinin bir tür politik doğruculuğa, hatta ahlakçılığa dayandığını söyleyebiliriz. Bu tür bir politik doğruculuk gündelik beyanatlarda benimsenebilecek bir şeydir ama felsefe yaparken benimsenebilecek bir şey olamaz gibi geliyor bana.

 

“Saçmaya İndirgeme” Yöntemine Dayalı İtiraz (Slavoj Žižek)

Agamben’e yöneltilen dördüncü itiraz, felsefede “saçmaya indirgeme” veya “olmayana ergi” denen itiraz tipi: reductio ad absurdum. Bir tezi çürütmek istiyorsunuz diyelim, o tezi bir süreliğine kabul edersiniz ve dersiniz ki: Diyelim ki sen haklısın. Sen haklı olsaydın savunduğun tezden şöyle şöyle bir sonuç çıkması gerekirdi, ama o sonuç çıkmıyor, dolayısıyla senin tezin yanlış. Basit bir örnek vereyim, Wikipedia’dan: “Dünya yuvarlaktır, çünkü düz olsaydı kenarına gelip düşerdik.” Bu tam bir “olmayana ergi” argümanı. Görebildiğim kadarıyla Žižek, salgınla ilgili yazılarında Agamben’e bu “olmayana ergi” itirazında bulunuyor. Gözetlemek Ve Cezalandırmak Mı? Evet, Lütfen! başlıklı yazısında Agamben’in pozisyonunu bir süreliğine benimsiyor. Diyelim ki burada gerçekten “icat” edilmiş bir salgın ve normalleşmeye başlayan bir OHAL var, diyor Žižek ve devam ediyor:

Neden Devlet iktidarı, beraberinde devlete karşı güvensizliği getiren (çaresiz kaldılar, yeterli değiller), ayrıca sermayenin tıkır tıkır işleyen yeniden üretimini bozan böyle bir paniği desteklemek istesin ki? Gerçekten kendi sultasını canlandırmak için küresel bir ekonomik krizi tetiklemek sermayenin ve devlet iktidarının çıkarına mı?[9]

Bu tam anlamıyla bir “olmayana ergi” argümanı: Salgın, devletin ve sermayenin çıkarına değil, ortada bir salgın “yaratmak” için gerekçe yok, demek ki bu salgının arkasında devlet veya gizli bir odak yok. Tipik bir reductio argümanı bu. Žižek’in yazısındaki ikinci reductio argümanı da şu:

Yalnızca sıradan insanların değil aynı zamanda devletin ta kendisinin de panik içinde olduğunu, durumu kontrol edemediğinin tamamen farkında olduğunu gösteren bariz işaretler aslında sadece savaş hilesi mi? […] İnsanlar devleti sorumlu tutmakta haklılar: İktidar sende, hadi göster ne yapabileceğini![10]

Devlet bu süreci kurgulamış olsaydı, onu iyi yönetmesi gerekirdi, iyi yönetemediğine göre, demek ki salgın icat edilmiş değil, demeye getiriyor Žižek. Bu da yine güçlü bir “olmayana ergi” argümanı. Žižek’in bu iki argümanı da belli bir “sağduyu” düzeyinde makul ve kabul edilir bir itiraz oluşturuyor. Fakat şunu hatırlatabilirim: Spinoza, Teolojik Politik İnceleme’nin önsözündeki meşhur bir cümlesinde, “neden insanlar sanki kendi kurtuluşları söz konusuymuşçasına kendi köleliklerinin peşinden böyle bir büyük şevkle koşuyorlar?” diye soruyor. Neden insanlar yönetilmeyi, köle olmayı bu kadar istiyorlar ve bile isteye kendi köleliklerinin peşinden koşuyorlar? Bu tabii ki siyaset felsefesinin kurucu problemlerinden biri, “gönüllü kölelik” problemi. Spinoza’nın bu sorusunu tersten de sorabiliriz gibi geliyor bana; iktidar açısından da bana kalırsa benzer bir şaşırtıcı durum var: Neden iktidarlar kendi işlerine gelmeyecek bu kadar amatörce hamleler yapabiliyorlar ve buna rağmen nasıl olup da ayakta kalabiliyorlar; insanları ikna etmeyi nasıl başarabiliyorlar? Biz, biraz da izlediğimiz filmlerin veya okuduğumuz romanların etkisiyle, bir “komplo”yu hep en ince ayrıntısına kadar planlanmış bir senaryo olarak düşünüyoruz: Bir komplo yapılacaksa, diyelim bir ülkede darbe yapılacaksa, sanki en küçük detaya kadar her şeyin planlandığını ve o senaryonun da, tıkır tıkır işleyen karmaşık bir mekanizma gibi, öngörüldüğü şekilde işleyeceğini düşünüyoruz. Halbuki iktidar bu şekilde işlemiyor aslında: İktidarın bu tarz süreçleri icat etmesinde, kurgulamasında, yönetmesinde bir tür “doğaçlama” alanı var. Bunu düşündüğümüzde, Žižek’in itirazı tamamen ortadan kalkmasa da, zayıflıyor. 

 

Dolaysız Felsefi İtiraz (Daniele Lorenzini)

Agamben’e yöneltilen beşinci itiraza, belki de en doğrudan felsefi olan itiraza geliyoruz. Agamben’in [eleştiri konusu olan] metni, kısacık, iki paragraflık bir metin. Ama Agamben’in dev bir yapıtı da var sonuçta, dokuz kitaplık Homo Sacer serisi var mesela. Beşinci itiraz tipi, Agamben’in metnini onun yapıtının bütünü çerçevesinde, hatta Foucault’yla ilişkileri çerçevesinde değerlendirmek ve buradan hareketle Agamben’e itirazlar yöneltmek. Bu itiraz tipinin iyi olduğunu düşündüğüm bir örneğine bakacağım.

Foucault uzmanı Daniele Lorenzini –onun bazı metinlerinin de editörü olan bir isim bu– Biopolitics in the Time of Coronavirus diye bir metin yazıyor. Bu metinde Lorenzini, Agamben’in Foucault’nun biyopolitika kavramını yanlış kullandığını öne sürüyor. Biyopolitika, Foucault’nun iktidarın işleyişindeki rejim değişimini anlamak için icat ettiği bir kavramdır, olumlu veya olumsuz bir içeriği yoktur diyor. Agamben’in ise, biyopolitikaya ahlaki bir değer yüklediğini ve bu kavramı istisna halleriyle ilişkilendirdiğini öne sürüyor. Foucault’cu bir biyopolitikanın işleyişini görmek için, sadece istisna hallerine değil “normal” durumlara bakmanın çok daha önemli olduğunu söylüyor. İlginç olan, nüfusun ezici çoğunluğunun uysal biçimde yasalara uymasıdır; biyopolitikayı anlamak istiyorsak insanların bu ehlileştirilmiş hallerini, yani normal olanı analiz etmemiz gerekir, diyor.

Lorenzini’nin ikinci itirazı şu: Foucault’da biyopolitika, insanlar arasındaki toplumsal, ırksal, cinsel, dinî vs. ayrımları silmiyor, insanları eşitlemiyor; tam tersine, farklı kırılganlıklar düzeyinde farklı biçimlerde işleyecek bir iktidar rejimi gibi analiz ediliyor. Halbuki Agamben’in biyopolitika analizinde hepimiz aynı “çıplak yaşama”, biyolojik varoluşa indirgeniyoruz, diyor Lorenzini. Agamben’in biyopolitikayı anlama biçiminin, yaşamın “çıplak yaşama” indirgenmesi bakımından sefalette hepimizi eşitlediğini öne sürüyor. Oysa Foucault’cu anlamda biyopolitika, sınıf ya da cinsiyet farklarını paranteze alan ya da sönükleştiren bir analiz değil; tam tersine, bu toplumsal ayrımcılıkların biyopolitik iktidar işleyişi ortamında nasıl sürekli yeniden üretildiğini analiz etmeye izin verecek bir düşünce Foucault’nunki. Lorenzini’nin bu yazısı Türkçeye çevrilmedi ama, bundan birkaç hafta önce Ferda Keskin Skype üzerinden yaptığı bir söyleşide Agamben’in yazısını ele aldı ve Foucault’yu iyi bilen birisinin Agamben’e yöneltebileceği eleştirilerin iyi bir örneğini verdi. […]

 

 



[1] https://www.quodlibet.it/giorgio-agamben-l-invenzione-di-un-epidemia Metin aynı gün, komünist günlük gazete Il Manifesto’da “Lo stato d’eccezione provocato da un’emergenza immotivata”[1] (Gerekçesiz Bir Acil Durumun Tetiklediği İstisna Hali) başlığıyla yayınlandı: https://ilmanifesto.it/lo-stato-deccezione-provocato-da-unemergenza-immotivata/

[2] Agamben’in ilk metniyle birlikte ona verilen cevapların büyük kısmı Türkçeye de çevrilerek Terrabayt dergisinde yayınlandı ve burada da tartışmalara sebep oldu.

  Agamben: Covid-19: Gerekçesiz Bir Acil Durumun Yarattığı İstisna Hali

  Roberto Esposito: Tamamen Tedavi Edilinceye Dek

  Jean-Luc Nancy: Viral İstisna

  Slavoj Žižek: Gözetlemek Ve Cezalandırmak Mı? Evet, Lütfen!

[3] Aynı çerçevedeki diğer yazıları: Bir Soru ve “Hayatta kalmaktan başka ahlaki değeri olmayan bir toplum nedir?”

[4] “Öğrencilere Ağıt”

[5] Mikkel Borch-Jacobsen, "Falscher Alarm: Die Schweinegrippe-Pandemie" in BIG PHARMA. Falscher Alarm Die Schweinegrippe WW in BIG PHARMA.pdf

[6] 13 Mart tarihli bir video kaydında, Vuhan’daki virologların “çok sansasyonel bir şey yaratmış” olduklarını, Çin hükümetinin de bunu politik bir araca dönüştürdüğünü söylüyordu – elbette burada “yaratmak” derken, virüsün bir laboratuvarda “imal edildiğini” söylemek istemiyordu: https://www.youtube.com/watch?v=p_AyuhbnPOI Wodarg’ın web sitesinde de bu konuda yazılar mevcut: https://www.wodarg.com/

[7] Roberto Esposito: Tamamen Tedavi Edilinceye Dek

[8] A.g.e.

[9] Slavoj Žižek: Gözetlemek Ve Cezalandırmak Mı? Evet, Lütfen!

[10] A.g.e.

Deleuze, Michel Foucault, olağan hal