Antropoloji ve Müze: Sömürgeciliğin Ortakları

Aşağıdaki metin, Lynn Maranda’nın “Decolonization within the Museum” başlıklı yazısının ikinci bölümünden çevrildi. Yazı, ICOFOM Study Series dergisinin “The Decolonisation of Museology: Museums, Mixing, and Myths of Origin” ([dir.] Yves Bergeron ve Michèle Rivet, 49-2, 2021) başlıklı sayısında yayınlanmıştır. Yazının tamamının çevirisi, beş bölüm halinde önümüzdeki günlerde yayınlanacaktır. İlk bölümü ve diğer tüm bölümleri okumak için bkz. Lynn Maranda / Müzenin Dekolonizasyonu

 

Weltmuseum Wien (Viyana Dünya Müzesi, eski adıyla Viyana Etnoloji Müzesi), “Güney Denizleri: Yitirilen Cennetle Rastlaşmalar”, sürekli teşhir.

 

Antropolojinin müzelerin dekolonizasyon sürecini engelleyen etkenlerdeki payı, bir bilimsel disiplin olarak doğuşundan çok daha gerilere gider. 15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar, birtakım Avrupa devletleri “Keşifler Çağı” adı altında bir yarış başlatmış, daha büyük ve daha sağlam gemilerin inşası, daha önce “bilinmeyen” uzak topraklara gidilmesini ve buraların incelenmesini sağlamıştır – tabii buralar için kullanılan “bilinmeyen” sıfatı, gemilerin yola çıktığı ülkelerin sakinleri tarafından bilinmiyor olmaları demek. “Bilinmeyene” yönelik bu akınlar, gemilerin taşıdığı bayrakların temsil ettiği ülkeler adına toprak sahipliği iddiasının öne sürüldüğü son derece rekabetçi emperyalist yarışlara dönüştü. Avrupa’da bu durum ulusal kolonyalizm politikalarıyla ve yeni “keşfedilen” toprakları elinde tutma mücadelesiyle – çoğunlukla da savaşla– sonuçlandı. Bu ilk kâşiflerin gördüğü şey, “keşfettikleri” toprakların çoğunda zaten yerli nüfusların yaşadığı gerçeğiydi; nitekim hem kültür değişimi hem de fetih, yerlilerle olan bu temasla başladı. “Keşif ve araştırma” seferleri, ülkeye dönüşte sadece bu yeni hükümranlık alanlarının kartografisini ve coğrafi çizimlerini, flora ve fauna tasvirlerini, yerli halkların kılık kıyafetleriyle, yaşam alanları ve ritüelleriyle vs. ilgili temsilleri getirmekle kalmıyordu, yanlarında bitki ve hayvan türlerine ait numune koleksiyonları, canlı herbaryum örnekleri ve temas kurdukları halkların maddi kültürüne ait nesneleri de taşıyorlardı – nihayetinde ister istemez müze koleksiyonlarına giren nesnelerdi bunlar. Müzeler bu bakımdan kolonizasyonla kopmaz bir bağ içine girdi.

Avrupa devletlerinin küresel emperyalizm ve kolonizasyon seferlerinin ardından, antropoloji 19. yüzyılın ikinci yarısında doğdu ve 20. yüzyılın ilk yarısında bir bilim olarak doruğuna ulaştı. Antropologlar, bir yerli toplumun veya kadim yerleşim yerinin tespit edildiği her yerde saha çalışmasına giriştiler; aralarından pek çoğu, buralarda inceleme yapma hakkının ömür boyu yalnızca kendilerine bahşedilmesini talep etti. Yerli halkların topraklarına yönelik bu akınlar veya bilgi toplama hedefiyle başlatılan kazı çalışmaları, sonunda müzelere giren yığınla maddi nesnenin toplanmasıyla sonuçlandı. Bugün müzelerin elindeki son derece değerli ve iyi belgelenmiş varlıklar, işte dünyanın dört bir yanından alınan bu arkeolojik veya etnolojik mahiyetteki nesnelerden oluşuyor. Kirshenblatt-Gimblett’e göre,[1] “Etnografik eserler, etnografi nesneleridir. Bizzat etnograflar tarafından yaratılmış eserlerdir bunlar. Nesneler, etnograflar tarafından tanımlanarak, parçalara ayrılarak, yerlerinden koparılıp uzaklaştırılarak etnografik mahiyet kazanırlar.” Thomas[2] daha da ileri gider ve “kolonyalizmin failleri” listesinde, kimileri diğerlerine göre çok daha az etkide bulunmuş şu grupları sayar: “Kâşifler, misyonerler, plantasyon işletmecileri, etnologlar, idareciler, öncüler”. Vaktiyle hayli sıcak bakılan, “kavrayışlı, güvenilir bir gözlemci” olarak etnograf imgesinin yerini, “kabilelere ait halk bilgisini çalıp karşılığında hiçbir şey vermeyen hırslı sosyal bilimci” gibi nahoş bir figür almıştır.[3] Tahmin edileceği üzere, müzeler bu işte de suç ortağı olmuştur.

“Post-kolonyal” dönemde, “antropolojinin kolonyalizm/emperyalizmle ilişkisi antropologlar açısından ilk defa aciliyet arz eden bir sorun haline gelmiştir” zira “siyasi dekolonizasyondan sonra ulusal kurtuluş sesleri daha çok duyulmaya başlamış” ve “artık bağımsız ‘yeni uluslar’ın denetimine geçen alışıldık saha çalışması alanlarına erişim zorlaşmıştır.”[4] Dolayısıyla antropoloğun rolü de tartışmalı bir meseleye dönüşmüş; 1970’lere gelindiğinde “antropolojiden zaman zaman Batı emperyalizminin ‘kızı’ veya ‘çocuğu’ olarak, bir tür ‘bilimsel kolonyalizm’ biçimi olarak söz edilmeye başlanmıştır”.[5] Antropoloji, tarihsel bağlamla ilgili meselelerdeki duyarsızlığı nedeniyle de hedef alınmış, “disiplinin kolonyalizmle ve […] neo-kolonyalizmle ilişkisi” sorgulanmıştır.[6] Eleştirilerin bazıları da, “uzlaşımsal bir etnografinin üretilmesinde başvurulan nesneleştirme süreçlerini ve kaba temsil biçimlerini” hedef alır.[7] (Bu eleştiri müzeler açısından çok önemlidir zira müze antropologları, sözgelimi sergi metinlerinde, bilinen etnografi çalışmalarındaki malumatı kullanırlar.)

Müze antropolojisi 20. yüzyılın sonlarına kadar akademik antropoloji tarafından görmezden gelinmiştir; bu tarihte yaşanan müze patlaması ve “buna koşut gelişen, kültürü nesneleştirme ve politikleştirme süreciyle birlikte, sosyal bilimler alanında kültürün müzeleştirilmesi konusuna olan ilgi artmıştır”.[8] “Müze teşhirlerinin toplumsal anlamı, yapısökümcü eleştiriler, sahihlik sorunları, çağdaş toplumda müze teşhirlerinin siyasi içerimleri” türünden meseleler, bu gelişmelerin ardından gündemi meşgul etmeye başlar.[9] Desmond’a göre, “antropolojinin yükselişi ile organize bir endüstri olarak turizmin başlangıcı örtüşür, ikisi de etnografik bakışın farklı bir boyutunu teşkil eder” ve “iki pratik de, birbirini kuran iki ideolojinin, modernizm ile primivitizmin çerçevesi içinde gelişmiş ve bu ideolojileri desteklemiştir”.[10]

Ancak, bir müzede küratörlük görevi üstlenen antropolog hiç de rahat bir konum işgal etmez – çalışma sahası ve yerli halklarla yüz yüze etkileşimin yaşandığı yer öyle “uzaktaki” bir yerler değil, kamu denetiminin dolaysız bir gerçeklik olduğu bir yerdir. Müze antropologları maddi kültürle çalışırlar ve söz konusu nesnelerin menşei olan halklara ve yaşam biçimlerine  mesafe alırlar. Müze ile antropoloji arasında, dekolonizasyon çağrılarında önemli payı olan tartışmasız bir bağ bulunduğu aşikârdır. Öyle ki, ister arkeoloji alanında olsun ister etnoloji veya fiziksel antropoloji alanındaki maddi kültür ve numuneler, antropoloji koleksiyonlarının müzelerde tutulması bile giderek tartışma konusu edilmektedir.

Bizzat etnografi müzelerinin geleceği konusunda, hatta bunların varlığını sürdürmesi konusunda derinlikli sorular gündeme getirilmektedir. Temmuz 2013’te, Avrupa Birliği fonuyla geliştirilen ve Avrupa’nın on büyük etnografi müzesini kapsayan beş yıllık Uluslararası Etnografi Müzeleri Ağı[11] projesinin sonunda –ki projenin hedefi etnografi müzelerini küreselleşen ve çokkültürlü hale gelen bir dünyanın ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde önceliklerini yeniden tanımlamaya teşvik etmekti– Pitt Rivers Müzesi ve Oxford Üniversitesi’ndeki Keble College, duyurusunda şu sorulara cevap aranacağını ilan ettikleri bir konferans düzenledi: “21. yüzyılda bir etnografi müzesinin varlık gerekçesi nedir? Bu müzeler kimin içindir ve neleri içermelidir?” Ancak bunlar, yerli nüfusların yaşadığı yerlerdeki müzeleri ilgilendiren sorulardan hayli farklıdır; o müzelerde bu tür soruların dolaysız aciliyeti, nüfusla uyum içinde olan, özgül cevapları gerektirir. […]

 

Devam edecek…

 



[1] Kirshenblatt-Gimblett, “Objects of Ethnography”, Exhibiting Cultures: The Poetics and Politics of Museum Display içinde, (ed.) I. Karp ve S. D. Lavine (Smithsonian Institution Press, 1991) s. 387.

[2] N. Thomas, Entangled Objects: Exchange, Material Culture and Colonialism in the Pacific (Harvard University Press, 1991) s. 184.

[3]  Clifford, “Introduction: Partial Truths”, Writing Culture: The Poetics and Politics of Ethnography içinde, (ed.) J. Clifford ve G. E. Marcus (University of California Press, 1986) s. 9.

DOI : 10.1093/jdh/12.3.185

[4] Jr. G. W. Stocking (ed.). Colonial Situations: Essays on the Contextualization of Ethnographic Knowledge (University of Wisconsin Press, 1991) s. 3.

[5]  Stocking, a.g.e., s. 3.

[6]  G.E. Marcus ve M.M. Fischer, Anthropology as Cultural Critique: An Experimental Moment in the Human Sciences (University of Chicago Press, 1986) s. 14.

DOI : 10.7208/chicago/9780226229539.001.0001

[7]  R.M. Keesing, Custom and Confrontation: The Kwaio Struggle for Cultural Autonomy (University of Chicago Press, 1992) s. 19.

[8]  M. Bouquet, “Introduction: Academic Anthropology and the Museum. Back to the Future”,  Academic Anthropology and the Museum içinde, (ed.) M. Bouquet (Berghahn Books, 2001) s. 1.
DOI : 10.3917/vsoc.211.0007

[9]  R.J. González, L. Nader ve C.J. Ou, “Towards an Ethnography of Museums: Science, Technology and Us”, Academic Anthropology and the Museum içinde (Berghahn Books, 2001) s. 111.

[10] J.C. Desmond, Staging Tourism: Bodies on Display from Waikiki to Sea World (University of Chicago Press, 1999). s. 37-38.

[11] Réseau International de Musées d’Ethnographie – ç.n.

kolonyalizm, müze, Lynn Maranda / Müzenin Dekolonizasyonu