Arkadaşlık Üzerine

Yazar, hakkı asla teslim edilmeyen duyarlı kişi olarak tanımlanabilir: her varlığı başkalarından uzak tutan, ve benliğin acı verici, nihilist gizini oluşturan nefretin soluğunu her yerde duyar o – arkadaşlıkta ve sevgide bile.

Robert Musil[1]

 

Zamanımızda arkadaşı olmamak o kadar yüz kızartıcı bir durum ki, bir tür “arkadaşlık komplosu”na tanık olduğumuz söylenebilir. Toplumun, arkadaşlığı el üstünde tutmak için geçerli sebepleri var elbette, çünkü arkadaşlık olmasa uygarlık da var olmayabilirdi. İnsanlar arkadaşları üzerinden tanınır; arkadaşı olmayan bir insan anlaşılmaz ve şüphe uyandırıcı görünür. Bir insanın arkadaşlık gibi bir derdi yoksa, itibarını önemsemiyor demektir ki itibar seküler bir toplumda ahlaklılığın ve öngörülebilirliğin en önemli teminatıdır. İtibarı konusunda endişelenmeyen biri serseri mayın gibidir; ölmekten korkmayan, dolayısıyla kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir terörist kadar akıl ermezdir neredeyse.

 

 

Esaslı bir bireyci olan Friedrich Nietzsche gibi bir filozofun bile entelektüel yoldaşlığın bir ihtiyaç olduğunu savunması şaşırtıcıdır. Marcel Proust (mantar karolarla kaplı odasında tek başına yatarken), filozofun mizacının bu beklenmedik yanı üzerine kafa yorar ve Nietzsche gibi bir dehanın “Louvre’un alevler içinde kaldığını duyar duymaz (asılsız bir haberdir bu) kapıldığı yeisi paylaşmak için çalışmayı bırakıp bir arkadaşına gitmeyi” düşünebilmiş olmasına hayret eder.[2] Nietzsche’den farklı olarak Proust, arkadaşlığın cazibesi hakkında kuşkularını dile getirmeye tenezzül etmiş o müstesna yazarlar topluluğunun üyesidir. Onlar insanın başkalarıyla birlikte olduğunda kendinden bir şeyler kaybettiğine inanır, arkadaşlığın üzerini örttüğü varoluşsal hakikatlere işaret ederler.  

 

 

Her alışkanlık gibi arkadaşlık da bir uyuşturucudur; tek başınayken bir ölüm işareti gibi yüz yüze geldiğimiz o belli belirsiz boşluk duygusundan uzaklaştırır bizi. Ve elbette arkadaşlık, insanı başkasına benzemeye, bireyselliğini kaybetmeye sevk edebilir. Kim bilir kaç defa, sık görüştüğünüz bir dostun, hatta bilhassa hoşlandığınız biri olmadığı halde sırf birlikte çalıştığınız bir insanın kendine has söz veya hareketlerini farkında olmadan tekrarlarken yakalamışsınızdır kendinizi, canınız sıkılarak… Arkadaşlık etmenin, dil ve ifadenin temel sınırlarını hiçe saydığından yakınır Proust. “Arkadaşlık,” diye yazar, “sanatın mecrası dışında iletilmesi mümkün olmayan yegâne gerçek yanımızı yapay bir benliğe feda etmeye zorlar bizi”.[3] Eş dostla neşe içinde sohbet ederken, sözle aktarılamayacak bir parçamızdan vazgeçeriz.

Günümüzün sosyal-ağ teknolojileri, sokakta görüp de istemeye istemeye hatırladığımız eski bir arkadaşı tanımanın yarattığı şaşkınlıktan mahrum bıraktı bizi. Artık bir insanın izini gerçekten kaybetmek mümkün değil; bir Google aramasıyla küllerinden diriltilemeyecek kadar fani bir arkadaşlık yok artık. Facebook sayesinde, izini kaybettiğimiz dostlarla yeniden buluşma deneyimi vaka-i adiye haline geldi. Vaktiyle eski bir arkadaşla yüz yüze karşılaşmak insana bir uyanış yaşatırdı, şimdi Facebook sayfaları eski arkadaş ve sevgililerden geçilmiyor – yürümemiş eski ilişkilerin hayaletlerini barındıran mezarlar gibi.

Eski bir arkadaşa rastlamak, bir zamanlar hayatınızın gündelik ritminin olmazsa olmazı gibi hissettiğiniz bir insanın şimdi ne kadar önemsiz, hatta yabancı göründüğünü idrak etmenize yol açar. O zaman, hayatınızın vazgeçilmezi addettiğiniz, ama aslında yanılsama ve zorunsuzluktan ibaret daha kim bilir neler var diye sorarsınız kendinize. Bazı yazarlar eski arkadaşlarını değişmiş görünce o kadar rahatsız olurlar ki, kelimelerinde, adeta içine şeytan girmiş birinin tasviri somutlaşır. Mesela Proust’un Kayıp Zamanın İzinde kitabının son cildinde, anlatıcı, bir baloda karşılaştığı bütün eski tanıdıklarının “kendi kendilerinin kötü portreleri” gibi göründüklerini söyler.[4] En eski arkadaşına takdim edildiğinde cin çarpmışa dönmüştür: “Sesi sanki gelişmiş bir kayıt aygıtından geliyordu, aslında eski dostumun sesiydi ama tanımadığım, tıknaz, kır saçlı bir adamdan çıkıyordu; bana öyle geldi ki, sanki arkadaşımın sesi, tanımadığım herhangi bir insan olabilecek bu tıknaz ihtiyarın içine olsa olsa mekanik bir hileyle, yapay olarak yerleştirilmiş olabilirdi.”[5]

 

 

Robert Musil de Niteliksiz Adam kitabına temel oluşturan eski arkadaşla karşılaşmayı benzer ifadelerle tasvir eder: “[Arkadaşım] kendi kendinin içine, eski kendinin daha tombul bir çeşitlemesi içine hapsolmuş vaziyetteydi. Bakışı bu ötekinin bakışı içine, konuşması onun konuşması içine sıkışmıştı. […] Açıkça görüyordum: deyim yerindeyse yeniden kendisi olmak istiyordu ama onu alıkoyan bir şey vardı.”[6] İki yazar da, gençlik arkadaşlarının ruhunun şimdi karşılarında duran yaşlanmış beden tarafından yutulduğunu hayal etmişti; eski arkadaşları, ruh ile zaman arasındaki ezeli ebedi savaşın pandomimi gibi görünüyordu. İşin aslı şu ki, eski arkadaşlarımızı görünce tanımakta zorlandığımız, onlar değildir. Bu karşılaşmalarda bizi asıl rahatsız eden, kendi zorunsuzluğumuzun, vazgeçilebilirliğimizin ayırdına varmamızdır. Ama arkadaşlığın bizi tam da bu tür marazi düşüncelerden koruması gerekmiyor mu zaten? Hep gelip geçici şeylerde, yanılsamalarda yatmıyor mu hayatın zevkleri? William Hazlitt’in dediği gibi: “Sevgi, azıcık koyverildiğinde ilgisizliğe veya bıkkınlığa dönüşür: Baki olan tek şey nefrettir.”[7]

 

Beth Blum’un Cabinet Magazine’de yayınlanan In Defense of Friendlessness başlıklı yazısından seçilmiş pasajların çevirisidir.



[1] Robert Musil, “Sketch of What the Writer Knows,” Precision and Soul: Essays and Addresses, çev. Burton Pike ve David S. Luft (Chicago: University of Chicago Press, 1995) s. 62.

[2] Marcel Proust, The Guermantes Way, çev. Mark Treharne (Londra: Penguin Books, 2002) s. 393. [Nietzsche, Haziran 1871’de arkadaşı Gerdsdorff’a yazdığı mektupta Paris Komünü sırasında Louvre’un yandığı haberleri üzerine kapıldığı dehşetten, günlerce hüngür hüngür ağladığından bahseder – ç.n.]

[3] A.g.e.

[4] Marcel Proust, Finding Time Again, çev. Ian Patterson (Londra: Penguin Books, 2003) s. 243.

[5] A.g.e., s. 252.

[6] Robert Musil, “A Man without Character”, Posthumous Papers of a Living Author, çev. Peter Wortsman (New York: Archipelago Books, 2006) s. 127.

[7] William Hazlitt, “On the Pleasure of Hating,” Selected Essays of William Hazlitt: 1778-1830, s. 244.