Asi Şehirler: Henri Lefebvre'in Vizyonu

 

 

1970’lerin ortalarında Paris'te, çevreye daha duyarlı bir şehir yaşantısını örgütlemek için uğraş veren Ekolojistler adındaki radikal bir mahalle hareketinin dolaşıma soktuğu bir afişe rast gelmiştim. Bu harikulade afiş, çiçek süslü balkonları, insanlar ve çocuklarla dolup taşan meydanları, dünyaya açılan küçük dükkân ve atölyeleri, sayısız kafeleri, fıskıyeli havuzları, nehir kıyısının tadını çıkaran insanları, aralara serpiştirilmiş mahalle bahçeleri (gerçi bu detayı kafamdan ekliyor da olabilirim) ve sohbet etmek yahut birer puro tüttürmek için (Ekolojistlerin iyice dumanaltı bir odada yapılan mahalle toplantısına gittiğimde ceremesini çekerek öğrendiğim üzere, o sıralar bu alışkanlık henüz lanetlenmemişti) bol vakti olan insanları ile eski Paris'in mahalle yaşantısını yeniden canlandırıyordu. O zamanlar çok sevdiğim bu poster yıllar içinde öyle yırtık pırtık hale geldi ki maalesef atmak zorunda kaldım. Geri almak keşke mümkün olsaydı! Birileri onu tekrar basmalı.

Ortaya çıkmakta olan ve eskiyi boğmakla tehdit eden yeni Paris ise bu manzarayla çarpıcı bir tezat arz ediyordu. Place d'Italie çevresindeki dev gibi yapılar eski şehri istila etmekle ve o korkunç Montparnasse Kulesi'ni dahi sollamakla tehdit ediyordu. Nehrin sol yakasında inşası önerilen ekspres yol, 13. Bölge'de ve banliyölerde inşa edilen ruhsuz çok katlı habitation à loyer modéré'ler (HLM), yani düşük kiralı sosyal konutlar, tekellerin buyruğuna girip ticarileşen sokaklar, bir zamanlar Marais'deki küçük atölyelerde zanaatkârlık etrafında gelişmiş olan canlı mahalle yaşantısının düpedüz tahrip edilişi, Belville'de harabeye dönüşmüş binalar, Place des Vosges'un harikulade mimarisinin bir harabeye dönüşmesi. Bulduğum bir başka karikatür ise (çizeri Batellier) Paris'in bütün eski mahallelerini öğüterek yutan bir biçerdöverin arkasında yalnızca çok katlı HLM'lerden oluşan dümdüz bir hat bırakarak ilerleyişini resmediyordu. Bu karikatürü Postmodernliğin Durumu kitabımda bulabilirsiniz.

1960'ların başından itibaren Paris kendini düpedüz varoluşsal bir krizin ortasında bulmuştu. Eski olan daha fazla ayakta kalamazdı, fakat yeni olan da göze fazlasıyla berbat, ruhsuz ve bomboş görünüyordu. Jean-Luc Godard'ın 1967 yapımı filmi 2 ou 3 choses que je sais d'elle/Onun Hakkında Bildiğim İki-Üç Şey, bu ânın hissiyatını çok iyi yakalar. Parasal ihtiyaçlardan olduğu kadar sıkıntıdan fahişeliği gündelik iş edinmiş çocuklu ve evli kadınları tasvir eden filmin arka planında, Amerikan şirket sermayesi tarafından işgal edilmiş bir Paris şehri, Vietnam savaşı (ki başlangıçta Fransızların meselesi iken o sıralarda Amerikalılar tarafından devralınmıştır), karayolu ve çok katlı konut inşaatındaki patlama, ve şuursuz bir tüketiciliğin baskınına uğramış şehir sokakları ve dükkânları karşımıza çıkar. Gelgelelim Godard'ın felsefi yaklaşımı —bilmeceyi andıran, nostaljik, postmodernizmin Wittgensteincı bir öncülü— bana pek hitap etmemişti.

İşte Henri Lefebvre de "Şehir Hakkı" üzerine denemesini aynı yıl, yani 1967'de yazmıştı. Lefebvre bu hakkın hem bir haykırış, hem de bir talep olduğunu ileri sürüyordu. Haykırış, şehirde gündelik hayatın girdiği derin krizin yarattığı acıya verilen bir tepkiydi. Talep ise, bu krizle korkusuzca yüzleşip bu derece yabancılaşmış olmayan, daha anlamlı ve keyifli bir şehir yaşamı seçeneği yaratma yetkisiydi aslında. Lefebvre için böyle bir seçenek aynı zamanda daima çatışma barındırır; oluş ve rastlantıların (ister korkutucu olsun isterse memnuniyet verici) diyalektiğine ve önceden tahmin edilemez yeniliklerin sürekli peşinden gitmeye açık olmalıdır.[1]

Biz akademisyenler fikirlerin şeceresini çıkarmak konusunda bir hayli uzman sayılırız. Lefebvre'in bu dönemdeki yazılarını biraz kazıyacak olursak şurada Heidegger'den, ötede Nietzsche'den, beride Fourier'den bir parça, Althusser ve Foucault'ya isim vermeden yapılan eleştiriler, ve tabii kaçınılmaz olarak Marx'tan ödünç alınan çerçeveyi ortaya çıkarabiliriz. Bu makalenin Kapital'in ilk cildinin yayımlanışının yüzüncü yılı kutlamaları için yazıldığını da belirtmek gerek, zira ileride göreceğimiz gibi siyasi bir önem taşıyor bu. Gelgelelim biz akademisyenlerin çoğu kez unuttuğumuz nokta, bizi çevreleyen sokaklardan yükselen hissiyatın oynadığı roldür: yıkımların kaçınılmaz olarak yol açtığı yitirme duygusu, Paris'in Les Halles kesimi gibi koca bir semtin baştan başa yeniden inşası yahut birdenbire peyda olan büyük bina kompleksleri karşısında duyulan şaşkınlık, diğer yandan şu veya bu amaçla düzenlenen mitinglerin yarattığı coşku veya öfke, göçmen grupların bir mahalleye yeniden yaşam getirmesiyle yeşeren umutlar (13. Bölge'de, HLM'lerin ortasında boy gösteren o şahane Vietnam lokantaları), marjinalleşmenin neden olduğu umutsuzluk, polis baskısı, ve gençlerin artan işsizlik ve ihmalden doğan bitimsiz bir sıkıntı içerisinde kaybolduğu ruhsuz banliyölerin gitgide ayaklanmalarla çalkalanan yerlere dönüşmesi.

Lefebvre bütün bunlara karşı eminim son derece duyarlıydı, üstelik bu duyarlılığının ardındaki tek sebep daha önceleri Sitüasyonistlere beslediği açık hayranlık, onların şehrin psiko-coğrafyası fikrine olan teorik bağlılığı, şehri boydan boya katetme, temaşayı soluma deneyimi vb. değildi. Rambuteau Sokağı'ndaki evinin kapısından dışarı şöyle bir adım atmak kuşkusuz bütün duyularında bir kıpırtı yaratmaya yetmiş olmalı. Bu nedenle The Right to the City'nin (Şehir Hakkı), '68 Mayısı'nın "infilak"ından (Lefebvre'in daha sonraki bir kitabına verdiği ad, l'irruption) önce yazılmasını hayli manidar buluyorum. Bir şeylerin infilak etmesinin yalnızca muhtemel değil, neredeyse kaçınılmaz olduğu bir durumu tasvir eder (ki Lefebvre de bunun gerçekleşmesi için üzerine düşen mütevazı rolü Nanterre'de yerine getirmiştir). Ancak '68 hareketinin şehirdeki kökleri, hadiseye dair daha sonraki anlatımlarda fazlasıyla ihmal edilen bir tema olarak kalmıştır. Kanaatimce, dönemin mevcut kentsel toplumsal hareketleri —sözgelimi Ekolojistler— o ayaklanmayla hemhal olmuş, ve onun siyasi ve kültürel taleplerini şekillendirmede alenen değilse de kritik roller oynamış olsa gerek. Bunun yanı sıra, elimde hiçbir kanıt olmamakla birlikte, olayların akabinde şehir yaşantısında meydana gelen, çıplak sermayenin kendisini meta fetişizmi içinde gizlemesi, piyasada niş alanları yaratılması ve kentin kültürel olarak tüketilmesi gibi kültürel dönüşümlerin, '68 sonrası edilginleştirme operasyonları içerisinde hiç de masum olmayan bir rol oynadığı kanaatindeyim (örneğin Jean-Paul Sartre ve diğerleri tarafından kurulan Libération gazetesi '70'lerin ortasından itibaren yavaş yavaş kültürel açıdan radikal ve bireyci bir hal aldı; siyasi açıdan ise, ciddi sol ve kolektivist siyasete yönelik düşmanca bir tutum içine girmediys de, ılımlı bir mecraya kaydı.

Bunlara değinmekteki kastım, eğer şehir hakkı fikri geçen on yıl zarfında yeniden bir canlanma sürecine girdiyse bunun açıklamasını Lefebvre'in entelektüel mirasında aramamak gerektiğidir (bu miras her ne kadar önemli de olsa). Sokakta kentsel toplumsal hareketler içinde cereyan etmekte olan şeyin önemi çok daha büyüktür. Büyük bir diyalektikçi ve gündelik şehir yaşantısının içkin bir eleştirmeni olan Lefebvre de bize bu noktada kuşkusuz hak verecektir.

Örneğin 1990'lar Brezilyası'nda neoliberalleşme ve demokratikleşmenin tuhaf çakışmasının 2001 Brezilya anayasasında şehir hakkını güvence altına alan maddelerle sonuçlanması, kentsel toplumsal hareketlerin, özellikle de konut hakkı etrafındakilerin, demokratikleşmeyi destekleyici gücü ve önemiyle açıklanabilir. Bu anayasal ânın (James Holten'ın deyimiyle) aktif bir "başkaldıran yurttaşlık"ın somutlaşmasına ve desteklenmesine yaptığı katkı, Lefebvre'in mirasıyla değil, gündelik şehir yaşantısının niteliğini kimin belirlediği ile yakından ilişkilidir.[2] Sıradan şehir sakinlerinin belediye bütçesinin demokratik bir karar verme süreci ile dağıtılmasında rol almasına olanak veren "katılımcı bütçe düzenlemesi" gibi bir uygulamanın bunca heves uyandırması, 1990'ların başından beri hoyrat bir neoliberalleşme süreci içerisinde gündelik yaşamın niteliği üzerindeki saldırısını gitgide yoğunlaştıran uluslararası kapitalizm karşısında pek çok kimsenin bir tepki arayışı içinde olmasıyla yakından ilişkilidir. Bu modelin Dünya Sosyal Forumu'nun merkezi olan Brezilya şehri Porto Allegre'de ortaya çıkmış olması da şaşırtıcı olmasa gerek.

2007'nin Haziran ayında ABD Sosyal Forumu'nda bir araya gelen her tür toplumsal hareket, kısmen Brezilya'daki kentsel hareketlerin elde ettiği başarılardan esinlenerek (New York ve Los Angeles gibi şehirlerde aktif birimlere sahip olacak) ulusal bir Şehir Hakkı İttifakı oluşturmaya karar verdiklerinde Lefebvre diye birinden büyük ölçüde bihaberdiler. Tek tek hepsi kendi davası için (evsizlik, mahallelerin "mutenalaştırılması" ve yerinden edilme, yoksulların ve farklı olanların suçlu gibi damgalanması gibi) yıllarca bir başına mücadele verdikten sonra, bir bütün olarak şehir konusunda verilen mücadelenin kendi mücadelesine çerçeve oluşturduğu sonucuna varmıştı. Birlikte bir şeyleri değiştirmenin daha kolay olabileceğini düşündüler.

Ve eğer benzer türden hareketler başka yerlerde de ortaya çıkıyorsa, bu durum Lefebvre'in fikirlerine bağlılıktan değil, kendi fikirleri gibi Lefebvre'in fikirleri de esasen hastalıklı şehirlerin sokaklarından ve mahallelerinden doğduğu içindir. Nitekim son dönemde yayımlanan bir derleme şehir hakkı hareketlerinin (farklı yönelimlere sahip olmakla birlikte) dünya çapında onlarca şehirde faal olduğunu bildiriyor.[3]

Öyleyse bir noktada anlaşalım: Şehir hakkı fikri birtakım entelektüel heves ve modalardan değil (her ne kadar etrafta bunlardan bol miktarda bulunsa da), aslolarak sokaklardan, mahallelerden ezilen insanların naçar zamanlarda yükselen yardım ve destek çığlığından doğmaktadır. Peki akademisyen ve entelektüeller (Gramsci'nin tabiriyle ister geleneksel olsun isterse organik) bu çığlığa ve talebe nasıl yanıt veriyorlar? İşte burada Lefebvre'in verdiği karşılığa bakmakta fayda var. Bu yanıt bize doğrudan ipuçları sağlayamayacak olsa da (zira içinde bulunduğumuz durum 1960'lardakinden çok farklı, tıpkı Mumbai, Los Angeles, Sao Paolo ve Johannesburg sokaklarının Paris'inkilerden çok farklı olduğu gibi), Lefebvre'in içkin eleştiriye dayalı diyalektik yöntemi bu çığlık ve talebe karşılık verirken feyzalacağımız bir model önerebilir.

Lefebvre, özellikle 1965'te yayımlanan (kısmen Sitüasyonistlerin bu konudaki tezinden mülhem) The Paris Commune (Paris Komünü) çalışmasının ardından, devrimci hareketlerin çoğunlukla, hatta daima bir kentsel boyutu olduğunu pekâlâ anlamıştı. Bu konum onun, fabrika merkezli proletaryanın devrimci dönüşümün lokomotif gücü olduğuna inanan Fransız Komünist Partisi'yle ters düşmesine yol açtı. Marx'ın Kapital'inin yüzüncü yılını şehir hakkı üzerine bir risaleyle kutlayan Lefebvre, Paris Komünü'ne kendi tarihi içerisinde merkezi bir statü atfederek onu efsaneleştirmekle birlikte, devrimci strateji içerisinde şehre hiçbir zaman pek önem vermemiş olan alışılageldik Marksist düşünceye meydan okuma niyetindeydi kuşkusuz.

Metin boyunca "İşçi sınıfı"nı devrimci değişimin faili addeden Lefebvre, alttan alta devrimci işçi sınıfının salt fabrika işçilerinden değil kentsel işçilerden müteşekkil olduğunu ima ediyordu. Daha sonraları tespit ettiği üzere, bu çok farklı bir sınıfsal oluşumdur — parçalı ve bölünmüş, amaç ve ihtiyaçları bakımından çoklu, genelde seyyar, iyice kök salmış değil de düzensiz ve akışkan. Benim daima hemfikir olduğum (Lefebvre'i henüz okumadan önce bile) bu tezi, Lefebvre'in ardından gelen şehir sosyolojisi çalışmaları (en başta Lefebvre'in bir zamanlar öğrencisi olan fakat hiçbir zaman takipçisi olmayan Manuel Castells olmak üzere) daha yüksek sesle dile getirdi. Öte yandan geleneksel solun şehir menşeli toplumsal hareketlerin devrimci potansiyelini kavramakta hâlâ güçlük çektiği de bir gerçek. Bu hareketler çoğu defa, bazı kısmi (sistemik olmaktan uzak) meselelere yoğunlaşan reformist hareketlerden ibaret oldukları, dolayısıyla ne devrimci ne de sahici anlamda sınıf hareketi sıfatını hak etmedikleri gerekçesiyle gözardı ediliyorlar.

Öyleyse Lefebvre'in durumsal polemiği ile bugün şehir hakkını reformist değil devrimci bir perspektiften ele almak isteyenler arasında belli bir süreklilikten bahsedebiliriz. Lefebvre'in konumunun altında yatan mantık, içinde yaşadığımız dönemde olsa olsa pekişmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerin pek çoğunda fabrikalar ya büsbütün kaybolmuştur ya da o denli azalmıştır ki klasik sanayi işçi sınıfının ortadan kalktığına hükmedilebilir. Şehir yaşamının üretim ve idamesi gibi önemli ve kapsamı genişledikçe genişleyen bir iş giderek güvencesiz, çoğu yarı-zamanlı ve örgütsüz ucuz emeğin sırtına yüklenmektedir. Yarın ne halde olacağını bilmeden yaşayan, güvencesiz, geleceksiz çalışan "prekarya" geleneksel proletaryanın yerini almıştır. Eğer içinde yaşadığımız devirde herhangi bir devrimci hareketin (örneğin sanayileşen Çin'de değilse de) en azından dünyanın bizim yaşadığımız kısmında doğmasını bekliyorsak, sorunlu ve örgütsüz prekaryanın hesaba katılması gerekecektir. Bu tür dağınık grupların kendi kendisini örgütleyerek devrimci bir güce nasıl dönüşebileceği önemli bir siyasi sorun olarak karşımızda durmaktadır. Burada üzerimize düşen görevlerden biri, onların haykırış ve taleplerinin çıkış noktasını anlamaktır.

Ekolojistlerin afişinde tasvir edilen vizyon karşısında Lefebvre ne tepki verirdi, merak ediyorum. Herhalde benim gibi o da bu nostaljik bakışa gülümseyecekti; fakat The Right to the City'den La Révolution Urbaine'e (Şehir Devrimi, 1970) uzanan tezleri, hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir kentleşmeye duyulan bu nostaljiyi muhtemelen eleştirirdi diye düşündürüyor. Zira eskiden bildiğimiz, hayal ettiğimiz şehrin yeniden inşası mümkün olmamacasına, hızla yok olmakta oluşu, Lefebvre'in vardığı temel sonuçlardan biriydi. Bu noktada ona katılıyor, hatta bunu daha açıklıkla ortaya koymak gerektiğini düşünüyorum, çünkü Lefebvre sevdiği geçmişin şehirlerinden bazılarında (örneğin Toskana bölgesindeki Rönesans dönemi İtalyan şehirleri) yaşam koşullarının kitleler için ne denli bunaltıcı olduğunun tasvirine pek fazla girmiyor. Keza 1945'te çoğu Parislinin yıkıntıya dönmüş mahallelerde kanalizasyonu olmayan, kışın soğuktan donup yazın sıcaktan kavrulduğu viran haldeki evlerde yaşadığından ve bu durumu telafi etmek için bir şeyler yapılması gerektiğinden bahsetmiyor — ki 1960'larda bir şeyler yapılmaya başlanmıştı, ancak sorun, Fransız merkeziyetçi devlet anlayışı tarafından bürokratik olarak düzenlenip uygulamaya konan bu süreçte demokratik katılımdan, hayal gücünden eser olmayışı, sınıf imtiyazı ve tahakkümüne dayalı ilişkilerin şehir peyzajına taşınmasıydı.

Aynı zamanda kentsel ile kırsal, veya İngilizlerin sevdiği tabirle, kır ve kent arasındaki ilişkinin de kökten dönüşüm geçirmekte olduğunun farkındaydı Lefebvre. Geleneksel çiftçilik ortadan kalkıyor ve kır kentleşmeye başlıyordu, ki bu da doğayla olan ilişkiye, tüketime dönük yeni bir yaklaşım getirmekteydi (hafta sonları ve tatillerde gidilen kırsal kesimden, şehrin çeperinde giderek yayılan yeşili bol banliyölere). Şehir pazarlarına tarım ürünleri tedarik etmeye odaklanan kapitalist üretkenlik yaklaşımı, kendi kendine yeten küçük çiftçiliğin yerini alıyordu. Dahası, bu sürecin küresel bir boyut kazandığını ve bu koşullar altında şehir hakkı meselesinin yerini şehir yaşantısı hakkına ilişkin daha muğlak bir soruya bırakması gerektiğini ferasetle fark etmişti. Kendi düşüncesinde (1974 basımı aynı adlı kitapta ifadesini bulan) "mekânın üretimi"ne dair daha genel bir mesele biçimini alacaktı bu.

Şehir-kır ayrımının silikleşmesi dünya çapında farklı hızlarda ilerlemiş olsa da, sürecin Lefebvre'in tahmin ettiği doğrultuda seyrettiği şüphe götürmez. Son dönemde Çin'in geçirmekte olduğu alelacele şehirleşme süreci buna örnektir. Kırsal bölgelerde yaşayan nüfus 1990'da yüzde 74 iken, 2010'da yüzde 50'lere düşmüş, Chongqing bölgesinin nüfusu ise geçen yarım yüzyıl içinde 30 milyon artmıştır. Küresel ekonomi içerisinde bu sürecin tamamlanmaktan uzak olduğu pek çok mekân kalmışsa da insanlığın büyük kısmı şehir yaşamının çalkantısına ve çapraz akıntılarına kapılmış durumdadır.

Burada bir sorun çıkıyor karşımıza: Şehir üzerinde hak talep etmek, aslında artık varolmayan bir şey üzerinde hak iddia etmek anlamına gelir (ki daha önce varolduğu da şüphelidir). Kaldı ki şehir hakkı boş bir gösterendir. Ona kimin nasıl anlam yükleyeceğine bağlıdır her şey. Finansörler ve müteahhit firmalar şehri talep edebilirler, ki buna hakları vardır. Fakat evsizlerin ve orada yaşamasına izin verilmeyen kaçak statüsündeki mültecilerin de bir o kadar hakkı vardır şehir üzerinde. Marx'ın Kapital'de dile getirdiği, "eşit haklar arasında son kararı belirleyen güçtür" (Bkz. Kapital, 8. Bölüm, 1. Kısım: "İşgününün Sınırları") şiarını akılda tutarak, burada tanımlanan hakkın kime ait olduğu sorusuyla kaçınılmaz olarak yüzleşmemiz gerekir. Bu hakkın nasıl tanımlanacağı başlı başına bir mücadele konusudur ve söz konusu hakkı yaşama geçirme mücadelesi ile el ele ilerlemelidir.

Geleneksel şehri dizginsiz kapitalist gelişme öldürdü, sermayenin aşırı birikimini yatırıma dönüştürmek için duyduğu bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaç, toplum, çevre ve siyaset açısından doğacak sonuçları gözetmeksizin, şehri bitimsizce yayılan bir kentsel büyümeye kurban etti. Üzerimize düşen siyasi ödev, Lefebvre'e göre, çığrından çıkmış bir halde küreselleşen, kentleşen sermayenin tiksinti verici karmaşası içinden bambaşka bir şehri tahayyül ve inşa etmektir. Bunun gerçekleşmesi ise gündelik şehir yaşamına odaklanan güçlü bir antikapitalist hareketin yaratılmasına bağlıdır.

Lefebvre'in Paris Komünü'nün tarihinden gayet iyi bildiği gibi, sosyalizm, komünizm ve hatta anarşizmin tek bir şehirde gerçekleşmesi imkânsız bir önermedir. Burjuvazinin gerici güçleri açısından şehri kuşatmak, tedarik hatlarını keserek açlığa mahkûm etmek gayet kolaydır, hatta şehri istila edip karşı koyan herkesi katletmek dahi (Paris'te 1871'de olduğu gibi). Fakat devrimci fikir, ideal ve hareketlerin kuluçka mekânı olarak şehre sırtımızı dönmemiz gerektiği anlamına gelmez bu. Ancak siyaset, şehir yaşamının üretimi ve yeniden üretimini, devrimci dürtülere meydan veren kilit bir emek süreci olarak ele aldığı zaman, gündelik yaşamı derinden değiştirmeye muktedir antikapitalist mücadeleleri harekete geçirmek mümkün olacaktır. Ancak şehir yaşamını kuran ve idame ettirenlerin kendi ürettikleri şey üzerinde temel bir hakka sahip olduğu ve taleplerinden birinin şehri gönüllerince şekillendirme hakkı olduğu anlaşıldığı zaman şehir üzerine makul bir siyaset anlayışına ulaşacağız. "Şehir ölmüş olabilir," der gibidir Lefebvre, ama "yaşasın şehir!"

Öyleyse şehir hakkının peşine düşmek bir serabın ardından gitmek midir? Salt fiziksel mekân anlamında düşünürsek elbette öyledir. Fakat siyasi bir mücadele enerjisini somut hedefler kadar vizyonlardan da alır. Şehir Hakkı Koalisyonu'na üye gruplar arasında, kendi arzu ve ihtiyaçlarını karşılayacak bir kentsel gelişimin kavgasını veren, beyaz olmayan mahallelerdeki düşük gelirli kiracılar; barınma hakkı ve temel kamu hizmetleri için örgütlenen evsiz kimseler; ve güvenli kamusal mekânlara erişim hakkı için uğraş veren beyaz olmayan LGBTQ gençliği sayılabilir. New York için tasarlanan kolektif platformda koalisyon, bu kamunun daha açık ve daha geniş bir tanımını yaparak hem kamusal alan denen mekâna hakikaten ulaşabilecek hale hem de sosyalleşme ve siyasi eylem için yeni ortak alanlar yaratma konusunda yetkin hale gelmesini hedefledi. "Şehir" tabiri, siyasi anlam arayışlarında derin rol oynamış simgesel ve ikonik bir tarihçeye sahiptir. Tanrının şehri, tepedeki şehir, (İncil'de bahsi geçen şehir, bkz. Matta 5:14.) şehir ve yurttaşlık (city-citizenship) arasındaki ilişki; ütopik bir arzu nesnesi olarak şehir, hiç durmadan değişen bir mekân-zaman düzeni içinde belirgin bir aidiyetin mekânı — bütün bunlar şehre çok önemli bir siyasi tahayyülü harekete geçiren bir siyasi anlam yükler. Lefebvre' in geldiği nokta —Sitüasyonistlerden ödünç almadıysa bile kesinlikle katıldığı fikir— şehrin içinde zaten mevcut olan çoklu pratiklerin alternatif olanaklarla dolup taştığıdır.

Lefebvre'in heterotopya kavramı (ki Foucault'nunki ile derin farklılıklar içerir) ile tarif ettiği liminal toplumsal mekânlar, "farklı bir şey"i olanaklı kılmanın ötesinde, devrimci bir güzergâhın tanımlanmasında bu farklılığa temel önem atfeder. Bu "farklı şey"in bilinçli bir plandan doğmuş olması şart değildir; insanların salt yapıp ettikleri, hissettikleri, duyumsadıkları ve gündelik yaşamlarındaki anlam arayışının parçası olarak ifade ettikleri şeylerden doğar. Bu tür pratikler her yanda heterotopik mekânlar üretir. Bu tür mekânların ortaya çıkması için büyük devrime bel bağlamamız gerekmez. Lefebvre'in devrimci hareket teorisi bunun aksini söyler: bir an için bile olsa, dağınık heterotopik grupların kolektif eylemin kökten farklı bir şey yaratma potansiyelini görüp bir "infilak" ânında kendiliğinden bir araya toplanması.

Lefebvre bu bir araya gelişi merkeziyet arayışı olarak simgeleştirir. Şehrin geleneksel merkeziyeti tahrip edilmiş durumdadır. Fakat onu yeniden tesis etme yönünde bir itki ve arzu tekrar tekrar ortaya çıkar ve bunun siyasi sonuçları —yakın dönemde Kahire, Madrid, Atina, Barselona ve hatta Madison, Wisconsin'deki ana meydanlarda ve şimdi de New York şehrinde Zuccotti Park'ta gördüğümüz gibi— pek çok alanda hissedilir. Ortak haykırış ve taleplerimizi ifade edebilmek için başka nasıl ve nerede bir araya gelebiliriz?

Fakat işte bu noktada, çoğu kimsenin Lefebvre'e atfettiği ve ona duyulan hayranlığın nedeni olan kentsel devrimci romantizm yine bizzat Lefebvre'in kapitalist gerçeklere ve sermayenin gücüne dair anlayışına çarpıyor. Kendiliğinden gelişen alternatif vizyoner hareket gelip geçicidir; selin içindeyken yakalayamazsanız, hiç kuşkusuz yanınızdan geçip gidecektir (Lefebvre'in 1968'de Paris sokaklarında ilk elden tanık olduğu gibi). Aynı durum devrimci hareketin filizleneceği toprağı oluşturan heterotopik fark mekânları için de geçerlidir. The Urban Revolution (Kentsel Devrim) kitabında Lefebvre, heterotopya'yı (şehir pratiklerini) hem izotopya (kapitalizmin ve devletin gerçekleşmiş, akılcı mekânsal düzeni), hem de dışavurumcu bir arzu olan ütopya ile gerilim içerisinde ele alır (bunların alternatifleri olarak değil). "İzotopya ile heterotopyanın farkı"nın "ancak dinamik olarak anlaşılabileceğini" öne sürer. "Düzendışı gruplar heterotopik mekânlar inşa eder, bunlar da nihayetinde hâkim praksis tarafından ele geçirilir."

Lefebvre baskın pratiklerin kuvvetinin ve iktidarının farkındaydı, nihai amacın bu pratikleri çok daha geniş bir devrimci hareket ile ortadan kaldırmak olması gerektiğini görüyordu. Mütemadi birikime dayalı kapitalist sistem, onunla bağlantılı olan sömürenler sınıfı ve devlet iktidarı yapılarıyla birlikte tasfiye edilmelidir. Şehir hakkını talep etmek bu amaca giden yolda bir uğraktır. Her ne kadar gitgide tutulacak en elverişli yollardan biri gibi görünse de, asla başlı başına bir amaç olamaz.

 

Kaynak:

David Harvey, Asi Şehirler, çev. Ayşe Deniz Temiz, (İstanbul: Metis, 2013), s. 29.



[1] Henri Lefebvre, La Proclamation de la Commune, Paris: Gallimard, 1965; Le Droit à la Ville, Paris: Anthropos, 1968; L'Irruption, de Nanterre au Sommet, Paris: Anthropos, 1968; La Révolution Urbaine, Paris: Gallimard, 1970; Espace et Politique (Le Droit à la Ville, II), Paris: Anthropos, 1973; La Production de l'Espace, Paris: Anthropos, 1974.

[2] James Holston, Insurgent Citizenship, Princeton: Princeton Univ. P., 2008.

[3] Ana Sugranyes ve Charlotte Mathivet (haz.), Cities for All: Proposals and Experiences Towards the Right to the City, Santiago, Şili: Uluslararası Habitat Koalisyonu, 2010; Neil Brenner, Peter Marcuse ve Margit Mayer (haz.), Cities for People, and Not for Profit: Critical Urban Theory and the Right to the City, New York: Routledge, 2011. 

Godard