Avrupa'nın Sınırlarında: Modernliğin Sahnesi

İngido’nun hazırlanışı, Fransız kimyager Pierre Pomet’nin 1694 tarihli İlaçların Tarihi kitabından bir illüstrasyon.

 

Kapitalist modernliğin kökenlerini tamamen Batı’da aramak öteden beri tartışmalı olmuştur. Marx, kapitalizmin “şafağı”nı İngiltere’de veya Hollanda’da değil, sömürgecilik sisteminin üretim, ticaret ve finans süreçlerinde görmüştür.[1] Kapitalizmin “dünya ölçeğinde” incelenmesine öncülük eden Mısırlı ekonomist Samir Amin, çevre ülkelerdeki koşulların erken bir gelişme aşamasını temsil etmediğini, Batı dışındaki ülkelerin maruz bırakıldığı kesintisiz “yapısal uyum”un eşit ölçüde modern bir sonucu olduğunu öne sürmüştür.[2] Wallerstein, bu dünya sisteminin başlangıçlarının, ticaret örüntüsünde çoktan küresel hale gelmiş bir dönüşümde (lüks mallardan zorunlu mallara geçişte) yattığını savunur. Dolayısıyla bu gelişmeyi temsil eden doğru imge, “üstüne yeni katmanlar eklenen küçük bir çekirdek değil, içi tedricen yoğun bir şebekeyle dolan ince bir dış çerçeve”dir.[3] Daha yakın tarihlere gelirsek, Janet Abu-Lughod, bu küresel şebekenin daha 13. ve 14. yüzyıllarda, yani Avrupa’nın yükselişinden hayli önce işler vaziyette olduğunu göstermiş; Andre Gunder Frank ise, Avrupa’nın 18. yüzyıl ortalarına, hatta 19. yüzyılın başına kadar Asya-merkezli bir dünya ekonomisinin dışında kaldığını gösteren kanıtlar ortaya koymuştur.[4]

Bu küresel tablolar, Avrupa moderninin oluşumunu Avrupa-merkezlilikten biraz daha uzak bir bakışla açıklama imkânı sunuyor. Şayet modernliğin kökenleri dünyanın etrafını saran mübadele ve üretim şebekeleşmelerinde yatıyorsa, modernlik Batı’nın değil, Batı ile Batı-olmayan arasındaki etkileşimin eseri demektir. Bu etkileşimin yaşandığı alanlar, İngiltere, Hollanda veya Fransa kadar, Doğu Hint Adaları, Osmanlı İmparatorluğu veya Karayipler’de de bulunabilir. Örneğin Sidney Mintz, modern sınai organizasyon yöntemlerinin ilk defa Manchester’da dokuma üretmek için değil, Karayipler’de şeker üretmek için geliştirildiğini öne sürer. 16. ve 17. yüzyıl şeker üretimi, katı bir emek disiplinini; titiz bir zaman planlamasını; işbölümünün yaş, beceri ve cinsiyete göre ayrılan birimler üzerinden düzenlenmesini gerektiriyordu; bunlar henüz Avrupa topraklarına yabancı süreçlerdi.[5] Kapitalizmin Karayipler’deki kökenlerini inceleyen bir başka çalışmaya göre, emeğin denetlenmesine yarayan ve finans sermayesinin artı-değer elde etmesini sağlayan modern bürokratik yöntemler, tam da sömürgeci ticarette söz konusu olan büyük mesafeler sebebiyle, gemilerde ve liman kentlerinde gelişmiştir.[6] Köle amirlerini bırakıp kölelere bakan Paul Gilroy ise, köle gemilerini, “Siyah Atlantik” adını verdiği yeni siyasi başkaldırı ve kültürel üretim tarzlarının ifade bulduğu “canlı araçlar” olarak görmeyi önerir. O gemiye binmek, “modernlik ile onun tarihöncesi arasında varsayılan geleneksel ilişkiyi yeniden tasavvur etme imkânı sağlayacak”tır.[7]

 

Şeker üretimi, Fransız kimyager Pierre Pomet’nin 1694 tarihli İlaçların Tarihi kitabından bir illüstrasyon.

 

Köleliğin, şeker plantasyonunun ve deniz taşımacılığının kurucu rolü bir yana, Hapishanenin Doğuşu’ndan beri Avrupa modernliğinin ortaya çıkışında en az ücretli emek ve fabrika sistemi kadar önemli olduğunu düşündüğümüz başka birçok toplumsal organizasyon ve kültürel üretim biçiminin ilk geliştiği yerler de, Michel Foucault’nun analizlerindeki Kuzey Avrupa’nın hayli ötelerindedir.[8] Jeremy Bentham’ın Panoptikon’unda cisimleşen kendi kendini gözleyen sistem, Bentham’ın kardeşi Samuel Bentham tarafından, Rusya’nın Osmanlı topraklarını sömürgeleştirmesine yardımcı olurken tasarlanmıştır; gözetime dayalı eğitim ise 19. yüzyıl başında Bengal’de icat edilmiştir.[9] Partha Chatterjee’nin yazdığı gibi, yönetimsel iktidarın başat nesnesi olarak “nüfus”un ortaya çıkışı ve bir nüfus grubunun kimliğini somutlaştıran özellikler olarak “kültür”ün icadı, muhtemelen ilk defa, Avrupa dışındaki bölgelerin sömürgeleştirilme sürecinde gerçekleşmiştir.[10] Uday Mehta, 19. yüzyıl Britanya  liberalizminin teorik imgeleminde (ve yazarlarının kariyerlerinde) Hindistan’ın her daim önemli rol oynadığını gösterir.[11] İngiliz edebiyatı olarak bildiğimiz kültürel alan, İngiltere’de arz-ı endam etmeden önce sömürge Hindistan’ında bir karakter oluşumu aracı ve bir müfredat olarak inşa edilmiştir.[12] Cyan Prakash’ın incelediği sömürge tıbbı, beden üzerindeki geniş çaplı devlet kontrolüne önayak olmuştur.[13] Foucault’nun Avrupa modernliğinin oluşumunda elzem olduğunu öne sürdüğü, insanları, kendini tanımlama biçimlerini, mekânı ve hareketi yönetme yöntemleri, Avrupa’ya birçok durumda kendi sınırları ötesindeki karşılaşmalarının sonucunda gelmiştir.

 

Fransız Batı Hint Adaları’nda şeker fabrikası, Denis Diderot’nun Ansiklopedi’sinden, 1762.

 

Modernliği Batı’nın değil de, Batı’nın Batı-olmayanla etkileşiminin ürünü olarak görmekte yine de bir sorun var: Dünyanın kimliklerinin Batı ile Batı dışı gibi net bir Avrupa-merkezli düalizme bölünmesinden çok uzun zaman önce böyle bir ayrımın bulunduğunu varsayıyor. Avrupa ile Avrupa dışı arasındaki ayrımın, Martinik’teki köle fabrikaları, Kırım’daki hapishaneler ve Kalküta’daki okulların inşa edilmesiyle kesinlik kazanıp yerleştiğini öne sürmek daha doğru olabilir. Edward Said’in Oryantalizm kitabı, Avrupa’nın kültürel kimlik bilincinin, denizaşırı ülkeleri sömürgeleştirerek zenginleşme süreçlerinde inşa edildiğini gösteren en etkili çalışmalardan biridir. Ann Stoler, Doğu Hint Adaları’ndaki Hollandalı yerleşimcilerin, kimliklerini hem melezlerden hem de yoksul beyazlardan ayırt etme çabasıyla kendileri için yeni bir “Avrupalı” imgesi geliştirdiklerini öne sürmüştür. Bu kimlik, metropol ülkelerinde ortaya çıkacak burjuva Avrupalı benlik duygusunun öncüsüdür ve Hollanda’ya sömürgelerdeki gelişmelerin etkisiyle ithal edilmiştir.[14] Keza Benedict Anderson'ın, milliyetçilik çalışmalarında kilit yer tutan eserinin asıl önemi, modern kolektif kimliklerin hayal ürünü olduklarını göstermesinden ziyade, bu hayallerin en önemlisi olan toprağa dayalı milliyetçiliğin hep varsayıldığı gibi Avrupa’da değil, Karayipler ve Güney Amerika’nın Kreol topluluklarında gelişmiş olduğunu göstermesinden ileri gelir. Kreoller sömürge topraklarında doğmuş “beyaz”lardır; denizaşırı topraklara taşınmış olmaları, tam olarak Avrupalı sayılamayacakları anlamına gelir, öte yandan yerli, zenci veya melez kimliklerinin kendilerine bulaşacağından endişe ederler. Siyasi kimlikleri modern milliyetçiliğin ırk kategorilerinde sabitleme arzusunun kökenleri, nüfuslar arasındaki bu tür karışımlarda yatar.[15]

“Milliyetçilik” kelimesinin Avrupa’da, en azından İngilizcede dolaşıma girmesi bile, “uluslararası/enternasyonal” teriminin yayılmasından sonra olmuştur ve kelimenin ilk kullanıldığı yer sömürgecilik karşıtı bir harekettir. “Uluslararası” kavramı 1862’de Londra’da, o yıl düzenlenen dünya sergisi Büyük Uluslararası Sergi olarak adlandırıldığında yaygınlık kazanır. Bu yeni kelime, serginin temsil etmeyi hedeflediği küresel emperyalizm düzenini işaret eder. Sergiye gönderilen Parisli işçilerden oluşan bir heyet, Londralı sendika temsilcileriyle buluşur ve yeni kelimeden ilhamla, Karl Marx’ın liderliğinde Uluslararası İşçi Birliği [Enternasyonal] kurulur [1864].[16] “Milliyetçilik” kelimesi ise bundan 20 sene sonra, Britanya sömürgeciliğine karşı mücadele başlatan İrlanda Milliyetçi Partisi tarafından ortaya atılacaktır. Milliyetçilik terimi, Kıta Avrupa’sının sömürgeleştirilmiş bir çevre ülkesinde, bu kez Napoleon Savaşları sırasında Fransız işgaline karşı çıkan İspanyollar tarafından ortaya atılmış olan kardeşi “liberalizm”le aynı güzergâhı izler. Perry Anderson’ın belirttiği gibi, çevre, bu tür konularda “metropoldeki gelişmenin terimlerine öncülük etmiştir”.[17]


Manchester’ın ilk sanayi banliyölerinden Ancoats’ta pamuk fabrikaları, 1820’ler.

 

Modernliğin soybiliminde çevrenin rolüyle ilgili bu tür tartışmalar (ki çevre terimi de artık uygunluğunu kaybediyor), Avrupa moderninin sona erişiyle ilgili düşüncelerimizi şekillendiren eleştirel modernlik yazınının büyük kısmını gözden geçirmemiz gerektiğine işaret ediyor. Jean-Francois Lyotard, Postmodern Durum başlıklı çığır açan çalışmasında, modernliğin tanımlanmasında, dolayısıyla postmodernin ortaya çıkışında Batı dışı coğrafyaya hiç yer vermez. Jean Baudrillard’ın üretim ve çoğaltma çağının yerini simülasyon çağına bıraktığı tarihî geçişe ilişkin açıklamaları da aynı kapsamdadır. David Harvey’nin Postmodernliğin Durumu adlı kitabı, biraz daha geniş çerçevede olmasına, emperyalizme ve krizlerine yer yer değinmesine rağmen, Batı dışındaki dünyayla doğrudan ilgilenmez; Jameson’ın geç kapitalizmin kültürel mantığı üzerine kaleme aldığı etkili metin için de aynısı geçerlidir. Jameson’a göre bu mantık, kapitalizmin küreselleşmiş, yeni bir biçimini temsil etmektedir; artık “kapitalizm öncesine ait organizasyon biçimlerini muhafaza eden tüm kapalı alanlar”, köylülük ve diğer Batı dışı “kalıntılar” da dahil, ortadan kalkmıştır.[18] Bu tür metinlerde Batı dışı coğrafya ancak yok oluş noktasında, yani nihayet “büyük kalkınma saatinde her şey aynı vakti gösterdiğinde” görünürlük kazanır.[19]

Geniş çaplı dünyanın eksikliği, Foucault’nun eserlerinde daha da çarpıcı bir boyut kazanır. Foucault’nun modern bilgi, iktidar ve benlik yöntemlerine dair soybilimlerinde, Fransa’nın ve Kuzey Avrupa’nın nasıl olup da modernliğin ana sahası olarak tanımlandığına dair bir açıklama yoktur. Toplumsal pratiğin mekânlandırılmasının iktidar biçimlerine kaynaklık etme yollarıyla ilgilenmesine rağmen, Foucault’nun yazıları, modernliğin yerinin baştan belli olduğu düşüncesini pekiştirir.

Foucault’daki bu eksiklik, modernliğin sembolü olan burjuva bireyine dair soybiliminde büsbütün aşikârdır. Stoler, Foucault üzerine yayınlanan önemli çalışmasında, Cinselliğin Tarihi’nin, Avrupa’da orta sınıf cinselliğinin ve benliğinin gelişimine koşut olan, hatta çoğu zaman onu önceleyen kolonyal tasarı ve anlayışları tamamen es geçtiğini gösterir.[20] İster Endonezya’daki Hollandalı yerleşimciler olsun, ister Hindistan’daki İngilizler veya Cezayir’deki Fransız veya başka Avrupalı sömürgeciler olsun, sömürge toplumunda yaşam, farklı toplumsal zümrelerin, cinsiyetlerin ve ten renklerinin çoğunlukla tehdit edici bir karışımı olarak tecrübe ediliyordu. Sömürge söylemi, bu yeni düzensizlik biçimlerini yönetmek için, ırk, cinsellik, kültür ve sınıf ayrımlarını tesis etmeye odaklandı. Bunlar daha sonra metropole aktarıldı ve 19. yüzyılda modern burjuva benliğini tanımlayan ırk, kültür, sınıf ve cinsellik kimliklerinin oluşmasına katkıda bulundu.

Perry Anderson’ın dikkat çektiği gibi, bizzat postmodernizm kavramının, tıpkı kendinden önceki modernizm gibi “dönemin kültürel merkezinde değil, uzak bir çevre ülkede” doğmuş olduğunu gördüğümüzde,[21] Foucault’da ve daha sonraki modernlik kuramcılarında tespit ettiğimiz bu tür eksiklikler büsbütün göze batar […]. Modernismo kavramı 1890’da, “Guatemala’da çıkan bir dergide, Peru’daki bir edebi karşılaşma üzerine yazan Nikaragualı bir şair” tarafından ortaya atılmıştır; Latin Amerikalı yazarların İspanyol edebiyatının otoritesinden kültürel bağımsızlıklarını ilan etmektedir. Aynı şekilde, diye devam eder Anderson, “postmodernizm fikri de 1930’ların Hispanik dünyasında, İngiltere veya Amerika’da ortaya çıkışından bir kuşak önce” belirmiştir.[22] Postmodernizm kavramını ABD’de daha yakın tarihte dolaşıma sokan isim, kuzey Mısır’daki bir taşra valisinin (kendisi 1930’da sömürge karşıtı bir isyanı gaddarca bastırmasıyla meşhurdur) oğlu olan Ihab Hassan’dır […].[23] Hassan’ın haricinde, 1940’larla 1950’lerin Arap-Akdeniz sınır bölgelerinin, sömürgeciliğin tarihsel ve kültürel hudutlarında yer alan bölgelerin belirleyici etkisini takip etmek zor değildir: Edward Said ve Enver Abdülmelik’in (kısa süreliğine de Roland Barthes’ın) Kahire’sinden, sürgündeki Auerbach'ın İstanbul’una, Albert Memmi ile Michel Foucault’nun Tunus’undan Lyotard’ın öğretmenlik hayatına başladığı Konstantin’e, Juan Goytisolo ile Abdülkebir Hatibi’nin Fas’ından Jacques Derrida, Frantz Fanon ve daha dolaylı olarak bir Parisli aydın kuşağının Cezayir’ine kadar... Avrupa moderninin eleştirisi de, modernin kendisi gibi, hep Avrupa’nın sınırlarından çıkmış gibidir.

 

Timothy Mitchell’ın “The Stage of Modernity” başlıklı yazısından seçilmiş pasajlar, Questions of Modernity içinde, ed. Timothy Mitchell (University of Minnesota Press, 2000) s. 2-6.

 

 


[1] Karl Marx, Capital: A Critique of Political Economy, 3 cilt (New York: International Publishers, 1967), 1. cilt, s. 703.

[Türkçesi: “Amerika'da altın ve gümüş madenlerinin keşfi, yerli halkın kökü­nün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlerin bunların mezarı haline getirilmesi, Doğu Hint Adalarının fethine ve yağmalanmasına başlanması, Afrika'nın, siyah derililerin ticari amaçlarla avlandığı alana çevril­mesi, kapitalist üretim döneminin şafağının işaretleriydi. Bu masalımsı süreçler ilk birikimin ana uğraklarını oluşturur.”: Kapital, 1. cilt, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan (Yordam, 2010), s. 718.  

[2] Samir Amin, L'Accumulation a I'echelle mondiale (Paris: Anthropos, 1970), İng. çev. Accumulation on a World Scale, 2 cilt (New York: Monthly Review Press, 1974).

[3] Immanuel Wallerstein, Unthinking Social Science: The Limits of Nineteenth-Century Paradigms (Cambridge, Eng.: Polity Press, 1991) s. 75.

[4] Janet Abu-Lughod, Before European Hegemony: The World System, A.D. 1250-1350 (New York: Oxford University Press, 1989); Andre Gunder Frank, ReOrient: Global Economy in the Asian Age (Berkeley: University of California Press, 1998).

[5] Sidney Mintz, Sweetness and Power: The Place of Sugar in Modern History (New York: Viking Penguin, 1985), 46-52, 55-61. Alıntı: s. 48.

[6] Arthur L. Stinchcombe, Sugar Island Slavery in the Age of Enlightenment: The Political Economy of the Caribbean World (Princeton: Princeton University Press, 1995) s. 57-58.

[7] Paul Gilroy, The Black Atlantic: Modernity and Double Consciousness (Cambridge: Harvard University Press, 1993) s. 17.

[8] Michel Foucault, Discipline and Punish: The Birth of the Prison (New York: Pantheon Books, 1977); Ann Laura Stoler, Race and the Education of Desire: Foucault's History of Sexuality and the Colonial Order of Things (Durham: Duke University Press, 1995).

[9] Timothy Mitchell, Colonising Egypt, 2. baskı (Berkeley:Universityof California Press, 1991) s. 185. Samuel Bentham konusunda bkz. Matthew S. Anderson, "Samuel Bentham in Russia", American Slavic and East European Review, 15 (1956): 157-72. Kalküta’da gözetime dayalı okul sistemi için bkz. Henry Binns, A Century of Education, Being the Centenary History of the British and Foreign Schools Society (Londra: J. M. Dent, 1908) s. 110-111.

[10] Partha Chatterjee, “Two Poets and Death: On Civil and Political Society in the Non-Christian World”, Questions of Modernity içinde, ed. Timothy Mitchell.

[11] Uday Singh Mehta, Liberalism and Empire: A Study in Nineteenth-Century Liberal Thought (Chicago: University of Chicago Press, 1999).

[12] Gauri Viswanathan, "Currying Favor: The Beginnings of English LiteraryStudy in British India", Social Text 7, sayı 1-2 (Güz 1988): 85-104, tekrar basım: Dangerous Liaisons: Gender, Nation, and Postcolonial Perspectives, ed. Anne McClintock, Aamir Mufti, and Ella Shohat (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1997) s. 113-29. İngiliz edebiyatının başlangıçları başka bir emperyal bağlamda, 18. yüzyılda İskoçya’nın zaptı bağlamında da incelenmiştir: Robert Crawford, Devolving English Literature (New York: Oxford University Press, 1992); Robert Crawford (ed.) The Scottish Invention of English Literature (Cambridge: Cambridge University Press, 1998).

[13] Cyan Prakash, "Body Politic in Colonial India", Questions of Modernity içinde, ed. Timothy Mitchell.

[14] Ann Laura Stoler, "Rethinking Colonial Categories: European Communities and the Boundaries of Rule", Comparative Studies in Society and History 13, sayı i (1989): 134-161, yeniden basım: Dirks, ed., Colonialism and Culture, 319-352; Stoler, "Sexual Affronts and Racial Frontiers: European Identities and the Cultural Politics of Exclusion in Colonial Southeast Asia", Tensions of Empire: Colonial Cultures in a Bourgeois World içinde, ed. Frederick Cooper ve Ann Laura Stoler (Berkeley: University of California Press, 1997) s. 198-237; Stoler, Race and the Education of Desire, 44-45, 102-23.

[15] Benedict Anderson, Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism, (New York: Verso, 1991) s. 47-65. Ayrıca bkz. Claudio Lomnitz-Adler, Exits from the Labyrinth: Culture and Ideology in the Mexican National Space (Berkeley: University of California Press, 1991).

[16] Karl Marx, Address and Provisional Rules of the Working Men's International Association (Londra, 1864), tekrar basım: Karl Marx, The First International and After: Political Writings, cilt 3, ed. David Fernbach (New York: Vintage, 1974) s. 73-84; ayrıca bkz. “Sunuş”, Fernbach, s. 10-12. Enternasyonal’in açılış toplantısı 28 Eylül 1864’te Londra’da düzenlendi. “International” kelimesinin icadı Jeremy Bentham’a atfedilir (Oxford English Dictionary, "international").

[17] Perry Anderson, The Origins of Postmodernity (New York: Verso, 1998) s. 3, “liberalizm” terimiyle ilgili yorumun kaynağı bu eser.

[18] Fredric Jameson, Postmodernism, or the Cultural Logic of Late Capitalism (Durham: Duke University Press, 1991) s. 36

[19] Fredric Jameson, "Secondary Elaborations", Postmodernism or the Cultural Logic of Late Capitalism (Durham: Duke University Press, 1991) s. 297-418.

[20] Stoler, Race and the Education of Desire.

[21] Anderson, Origins of Postmodernity, s. 3.

[22] A.g.e., s. 3-4.

[23] A.g.e.., s. 17.

 

kolonyalizm