Bilim Üzerine

Vilém Flusser, Eylül 1986’dan itibaren Artforum dergisinin davetiyle, Marie Curie’ye atıfla “Curie’nin Çocukları” ismini verdiği bir köşe yazmaya başladı. O güne dek Avrupa ve Brezilya’daki pek çok gazete ve dergide yazıları yayınlanmış olan Flusser’ın Artforum yazıları İngilizcedeki ilk yayınları oldu. Dergi, o dönem, görsel sanatları disiplinlerarası bir yaklaşımla ele almak amacıyla, Barbara Kruger, Max Kozloff gibi pek çok ismi bünyesinde buluşturmuştu. Bu isimlerin düzenli yazılarıyla, sanattan pop kültüre, televizyon programlarından sosyete simalarına uzanan geniş bir kültür eleştirisi ortamı yaratmayı amaçlıyordu. Vilém Flusser de bu bağlamda derginin davet ettiği kişilerden biriydi. Flusser bu köşeyi 1992’ye dek yazmayı sürdürdü. Artforum yazılarında genel olarak insanmerkezci yaklaşıma ve bu eksende sanat ile bilim arasındaki keskin ayrımlara yöneldi, bu ikisi arasındaki kalın sınırları kışkırtıcı, kimi zaman da farazi sorularla ihlal etti. Aydınlanma, yapay zekâ, Auschwitz, Hiroşima ve Çernobil üzerinden teknolojinin gelişimi, medya teorisi, dijitalleşme, biyoteknoloji ve sanat arasında köprüler kurdu. İnsanlığın yeni bir biliş biçiminin eşiğinde oluşunu vurguladı. Çevirisine yer verdiğimiz “Bilim Üzerine (II)” başlıklı yazısı Artforum’un Aralık 1988 tarihli sayısında yayınlandı. Flusser’in Artforum yazıları 2017’de Martha Schwendener’in editörlüğünde, Metaflux Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. [ES]

 

Köpekler neden hâlâ mavi renkte ve kırmızı noktalı değil ve atlar neden geceleri karanlık çayırlarda fosforlu renkler saçmıyorlar? Esasen ekonomik bir mesele olarak düşünülen hayvancılık neden henüz estetiğin alanına giremedi? Yaşam tarzı bağlamında bir devrim yaratan neolitik çağdan bu yana insanlık ile biyolojik çevre arasındaki ilişkide pek bir şey değişmemiş gibi. Fakat öte yandan, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa çiftlikleri bugün tüketebileceğimizden daha fazlasını üretiyor ve bizler de, tesadüf olmasa gerek, istediğimiz gibi programlayabildiğimiz bitki ve hayvan türleri yaratmayı sağlayan teknikler öğreniyoruz. Yığınlar hâlinde tereyağı ve jambonumuz, nehirlerce süt ve şarabımız olmasıyla da kalmıyor, artık yapay canlılar, canlı sanat yapıtları da yapabiliyoruz. İstersek, bu gelişmeleri aynı çatı altında buluşturabiliriz ve çiftçilik, her hâlükârda yok olmaya yüz tutmuş bir sınıf olan köylülerden, tavşan gibi, hiç bıkmadan üreten sanatçılara geçebilirdi.

Avrupa diyarının binlerce yıllık tarihini bir filme dökecek, fakat bunu izleyiciyi daraltmamak için yarım saate sıkıştıracak olsaydınız, hikâye şöyle gelişirdi: En başta, baharda kuzeye, sonbaharda güneye göç eden, geviş getiren büyükbaşların yaşadığı buz gibi bir step. Ardından av hayvanları ve avcı insanlar. Sonra, artık göçebelikten geçilmiş bir evre, kesif bir ormanın ortasında taştan aletler ve ateşi kullanarak yaşayıp çalışan insanlar. Sonra, gıda için tahılların ekildiği tarlalar ve besi otlakları, aralarda da kâğıt için kullanılan ormanların olduğu çok bildik sahneler. Ve kamerayı bir anda geleceğe çevirebilseniz, göreceğiniz şey makineleşme sebebiyle çalışma süreleri çok kısalmış ve sıkıntıdan ölmemek için umutsuzca kendilerini eğlendirmeye çalışan insanlarla dolu, kıta büyüklüğünde bir Disneyland olurdu. Peki o zaman müstakbel Disney kim olacak? Bir moleküler biyolog olması sanırım çok muhtemel.

Dünya’daki tüm organizmalar renkli. Hepimizin derisinde salgılanan renk pigmentleri var ve bunlar (kamuflaj amaçlı renk değiştirmeler gibi) sadece salgılandığı bedeni değil, türün devamlılığını da (cinsel sinyaller gibi) destekleyici önemli işlevlere sahip. Bu salgılamaların kimyasal ve psikolojik süreçlerini ve onları belirleyen yasaları şimdi anlamaya başlıyoruz. Moleküler biyologlar belki çok da uzak olmayan bir gelecekte deri rengine bir şekilde müdahale edebilirler, tıpkı ressamların yağlıboya ve akrilikle yaptıkları gibi. Sonra hayvan ve sebze biyolojisindeki mevcut renklerin çok önemli yeni bir işlevleri olabilir: Müstakbel Disneyland’i rengârenk hayvan ve bitki örtüleriyle doldurup, böylece sıkıntıdan ölmesin diye insan türüne yardımcı olabilirler.

Lütfen bunun boş bir hayal olduğunu düşünmeyin. Gidin bir tüplü dalış kıyafeti giyin, bir el feneri alın ve tropik bir okyanusa dalın. Derine indikçe kırmızı, mavi ve sarı dokunaçları dalgalar eşliğinde salınan bitki benzeri yaratıkların yaşadığı alan ve ormanları; buralardan geçen ve ebemkuşağını andıran devasa yılanları; onların üzerinden süzülen gümüş, japon ve mor balık kümelerini göreceksiniz. Bildiğimiz yeryüzü günün birinde belki de böyle görünecek. Zira derin deniz renklerinin genetik bilgisini toprağın yüzeyindeki canlılara da aktarmak neredeyse mümkün hale geldi. Bu gelecek manzarasının bir çeşit arazi sanatı, ama bildiğimiz arazi sanatının çok daha karmaşık bir türü olduğunu söyleyebilirsiniz. Taşları kumaşlarla sarmalamak ya da onları buldozerlerle bir yerlere taşımak yerine, karmaşık bir yaşam oyunu kurabilir ve onun bir parçası olabiliriz.

Sadece tek bir tür kelebek aracılığıyla döllenebilen bir patates çeşidi mevcut. Kelebek de beslenmesini sırf bu patates üzerinden sağlıyor. Kelebeğin belki patatesin seks aygıtı olduğu, patatesin de kelebeğin sindirim sistemi olduğu ve ikisinin tek bir organizma oluşturduğu söylenebilir. Bu özel ortakyaşamda (simbiyoz), kelebeğin kanatları patates çiçeğiyle aynı mavi renkte. Kanat rengi, güneş ışığının minicik aynalar aracılığıyla yansıması, çiçeğin rengi ise klorofilin dönüştürücü gücüyle meydana geliyor, ama ikisi bir noktada eşleşiyorlar, bu da karmaşık bir evrimsel geribildirim ve düzen zincirinin sonucu. Müstakbel Disney, istediği zaman böyle etkileri ayarlayabilir durumda olacaktır. Belki de renklerden muazzam bir senfoni yaratacaktır, belki de bu senfoni, her canlı organizmanın renklerinin bir diğerininkini tamamladığı ve onlar tarafından yansıtıldığı sonsuz varyasyonlarla (mutasyonlarla) kendiliğinden oluşacaktır. Henüz hayal edemediğimiz bir bolluk ve güzellikten dev bir sanat canlısının doğması şüphesiz mümkündür.

Bugünün, kendine “yeşil” demekte ısrarcı çevrecileri ve ekolojistleri, Disneyland’e dönmüş bir manzaranın ve böyle bir sanat yapıtının artık “doğal” olmayacağı gibi bir itirazda bulunacaktır. Ama bir düşünün: Tarlalar ektiklerinde de, yapaylığı hızlandırdılar. Geleceğin Disneyland’i de temelde bunu devam ettirecek. Ve her halükârda, sanat kendi bilgisini neden doğaya aktaramaz ki? Bu bağlamda, köpekler neden mavi renkte ve kırmızı noktalı olmasın sorusu, aslında, sadece nükleer santral ve nüfus değil, sıkıntı patlaması gibi bir tehlikeyle de karşı karşıya olan gelecekte sanatın rolüne dair bir sorudur.