Çavuşesku’nun Sarayı: Millet Aşkına

Bir Sanat Eseri Olarak Devlet

1970’lerin sonlarına doğru Çavuşesku Bükreş’in merkezini yeniden inşa etme projesine girişti. Amacı, Romanya usulü totaliter komünizmi gereğince yansıtacak büyüklükte bir mimari gerçeklik yaratmaktı. Böylelikle “Balkanların Paris’i” diye bilinen Bükreş bir anda devasa bir şantiyeye dönüştü. Çavuşesku, pitoresk sokakları, eski kiliseleri, manastırları, hastaneleri, okullarıyla eski kent merkezinin neredeyse dörtte birini yıktırdı.[1] Burada yeni yönetim merkezinin inşasına başladı: iki tarafında neo-Barok çeşmeler ve neo-klasik apartman bloklarının dizildiği geniş bulvarın ucunda heybetli bir saray. İnşaat hızla ilerledi. On binlerce işçi, yüzlerce mimar ve mühendis gece gündüz çalıştı. Projeye yapılan büyük harcamalar Romanya halkının katlandığı ekonomik zorlukları hatırı sayılır biçimde artırdı. Çavuşesku’nun rejimi çöktüğünde proje de son aşamasına gelmişti. Peki, bu muazzam mimari yatırım ne olacaktı? Uzun tartışmaların ardından yeni rejim projeyi tamamlayıp sarayı parlamento binası ve uluslararası kongre merkezi olarak kullanmaya karar verdi. Ancak saray, Çavuşesku diktatörlüğünün en travmatik kalıntılarından birisi olarak duruyor. Yüce (sublime) bir niteliğe sahip – aynı zamanda hem güzel hem dehşet verici; hem hayranlık uyandırıyor hem tiksinti. Ama bugün nasıl anlamlandırıldığına değinmeden önce, Çavuşesku’yu böyle bir saray inşa etmeye yönelten neydi, ona bakmak gerek.

 

 

Herkes biliyor ki, bir zamanlar halkın desteğini arkasında bulan Çavuşesku, yönetiminin son yıllarında bir tür psikotik hezeyana, kendi kendisinin büyüklüğüyle ilgili bir saplantıya kapıldı. Kral olduğuna inanan bir krala, bir megalomana dönüştü. Yarattığı mimarlık bu megalomaniyi cisimleştirme girişimiydi. Seyahatlerinde fark etti ki, ne Batı’nın mimarlık üslüpları ne de sosyalist mimarlık hoşuna gidiyor. İdeallerine en uygun olanını Kuzey Kore’de buldu. Kısa zaman içinde iki ülke en prestijli ve heybetli kenti yaratmak için rekabete girdi. Fark şuradaydı: Kore kendi yönetim merkezini boş bir arazide yaratıyordu, Romanya ise eski Bükreş’in önemli bir parçasını feda ediyordu.[2] Niye?

Belli ki sorun boş arsa bulamamak değildi. Eğer istediği o olsa, Çavusesku tabii ki “sanatsal” yaratıları için bir yer, düşlerindeki binaları kurmak için kent merkezi dışında bir alan bulabilirdi. Yıkım, Çavuşesku’nun projesinin vazgeçilmez bir parçası olarak anlaşılmalı. Hatta denilebilir ki var olan binaların yıkımı, tarihsel hafızanın silinmesi, yeni yönetim merkezinin inşasından daha bile önemliydi. Romanya halkının projeyi nitelemesiyle, Çavuşesku’nun “kentin yaşayan bedeninde açtığı yara” özel bir sembolik öneme sahip.

Çavuşesku’nun girişimi creatio ex nihilio, yoktan var etmek olarak anlaşılmalı. Eski sembolik düzeni sadece geçmişin siyasal sistemini yok ederek değil, fiziksel kalıntılarını –mimarisini– ortadan kaldırarak tümüyle silmek olarak yorumlanmalı. Lacan, creatio ex nihilio kavramını ölüm dürtüsünün yıkıcı niteliğiyle ilişkilendirir. Ölüm dürtüsü, toplumsal sembolik mekânın altını oyan yıkıcı bir dürtüdür. Ancak onunla bağlantılı başka bir irade vardır: hiçlik noktasından yeni başlangıç yapma iradesi. Lacan başka bir şeye daha işaret eder: Ölüm dürtüsü “tarihsel alan içinde konumlanır; ancak göstergeler zincirinin fonksiyonu olarak tanımlanabilecek bir düzlemde dile getirilir”.[3] Burada tarih, hatırladıklarımız olarak anlaşılmalı; yani göstergeler zincirinde kayıtlı olan ve sadece bu zincir sayesinde var olan bir şey. Bu noktada Lacan’ın hafıza ve hatırlama (remémoration) arasında yaptığı ayrımı dikkate almak gerek. Sadece ikincisinin “tarih düzeni içinde yeri vardır”; “bilinçsiz öznenin kendisini içinde konumlandırdığı tarih ile onun hafıza’sını birbirine karıştırmamak gerekir”.[4] Tarih sembolik düzene ilişkindir oysa hafıza gerçekliğe, sembolleştirilmeye direnen travmaya değindir.

Çavuşesku’nun niyeti tarihi silmekti denebilir ancak bunu yaparken öyle bir travma yarattı ki, şimdi kaybolan geçmişin hatırasını uyandırıyor. Dolayısıyla bugün halk “mutlu” geçmişi, sosyalizmin sağladığı sosyal güvenliği anımsayarak travmanın hatırasından kaçmaya çalışıyor. Bu travma Çavuşesku’nun zorbalığından ve yıkıcılığından daha fazlasını kapsıyor; imhanın gerçekleşmesine izin veren edilgenliği de içeriyor. Rejime karşı çıkmaya korkan insanların “suçu” ve kendi tepkisizliklerine eşlik eden bilinçdışı suçluluk hissiyle karşılaşıyoruz.

Çavuşesku’nun yaratma sendromu, tümüyle yeni bir sembolik düzen kurmak için eski göstergeler zincirini çözmeye çabaladı. Tarihî anıtları ve kiliseleri yerle bir ederek, onlarla kurgulanan fantezi millet yapısını, Romanya ulusal kimliğini silmeye; yerine kendi kimlik modelini yerleştirmeye çalıştı.

 

 

Şimdiki Romanya rejimi sarayı nasıl algılıyor? Ziyaretçiler için yazılan bir broşürde saray, “diktatörlük rejiminin ‘altın çağı’nda, kafasında ‘makul boyutlar’ olmayan bir adam tarafından inşa edilmiş bir ‘heyula’” olarak tarif ediliyor.[5] Sarayın, (Pentagon’dan sonra) dünyanın ikinci büyük binası olduğu öne sürülüyor; fakat en fazla ihtilafı yarattığı için, gelmiş geçmiş en önemli bina olduğu iddia ediliyor. İhtilaflar neredeyse binanın yok edilmesine neden olacakken, “onun müthiş değerinin farkına varan insanlar Romanya’ya ait bir mirasın imha ve talan edilme tehlikesi karşısında binaya daha az düşmanlık beslemeye başladılar ve ona ‘Halkın Evi’ adını verdiler”. Broşür metninin geri kalanı Çavuşesku’nun tanıtım malzemesi gibi: Sarayın ihtişamını ve tamamlanabilmesi için halkın yaptığı fedakârlıkları sayıp döküyor. Dolayısıyla anlıyoruz ki bu “masallarda anlatılan bir saray değil, Romanya’nın hakiki zenginliklerini ortaya seren gerçek bir saray: Romanya dağlarıyla ormanlarından gelme taş, mermer ve ahşap ... Bugün bu anıtsal bina demokrasinin en değerli sembolünün, Parlamento’nun timsali; hepimizin peşinde koştuğu yüksek ve asil hedefe hizmet ediyor: Romanya halkını eşit ve eksiksiz olarak temsil ediyor”.

Sarayı ulusal bir sembol olarak sunan şimdinin siyaset seçkinleri bu travmatik yapıyı kendi siyasal söylemlerine özellikle katıyorlar. Güya yalnızca Romanya’dan çıkan  malzemeler kullanılarak inşa edilen binanın sembolik gücü, Romanya halkının uğrunda katlandığı zorluklar vurgulanarak pekiştiriliyor. Bu noktada saray için Çavuşesku’nun baştaki niyetinin nihayet gerçekleştiğini teslim etmek gerek. Parlamento olarak, Halkın Evi “Romanya halkının tamamının temsili” diye sunulunca, bu herkesi kapsayan yapı, ideal bir totaliter toplum yaratma amacındaki Çavuşesku’nun vizyonunun ulaştığı son merhaleymiş gibi görülebilir. Yani şimdiki rejim tüm halkı kendisinin temsil ettiğini öne sürünce, Çavuşesku’nun totaliterlik rüyası bir anlamda gerçekleşmiş oluyor.

 

Renata Salecl’in “For the Love of the Nation: Ceauşescu’s Disneyland” başlıklı makalesinin ‘The State as a Work of Art’ bölümünden kısaltılarak çevrilmiştir. (Per)versions of Love and Hate (Londra ve New York: Verso, 1998) s. 89-94.

 



[1] Yıkılan yapılar arasında 26 kilise ve 2 manastır vardı, yaklaşık 40.000 kişi yerinden edildi.

[2] 1977’de Bükreş’i vuran deprem bazı binaları yıkarak Çavuşesku’ya büyük ölçüde “yardım” etti. Söylentilere göre Çavuşesku’nun ölüm korkusu o denli büyüktü ki, Bükreş’in gelecekteki bir depremden en az etkilenecek yerinin araştırılmasını istedi ve binasını oraya yaptı.

[3] Jacques Lacan, The Ethics of Psychoanalysis, çev. Dennis Porter (Londra: Routledge, 1992) s. 212.

[4] Jacques Lacan, Seminar II: The Ego in Freud’s theory and in the Technique of Psychoanalysis, çev. Sylvana Tomaselli (New York: Norton, 1989) s. 185.

[5] Saraya gelen uluslararası ziyaretçiler için broşür: “Uluslararası Konferans Merkezi”, Bükreş: Artmedia Group.

mimarlık, iktidar