Düşmanı Buldum: Meğer Benmişim

 

New York Times’ın Pazar Eki’nde yer alan tam sayfa bir ilanda, upuzun boyunlarla resmedilmiş şık giyimli, kültürlü üç beyaz genç, bir şişe şarap eşliğinde sohbet ediyorlar. 1930’ların Art Deco stilinde hazırlanmış çizimin altında “Times Meydanı’nda Bir Vaha” yazılı. Sene 1999: Hong Leong Grubu, retro bir gösterişle, New York’taki amiral gemisi Millennium Premier Oteli’ni açıyor. Yeni bir sürece girdiğimizi, onlarca yıldır kentin “sınıf atlatılmasında” kullanılan taktiklerde bir değişim yaşandığını daha o zamandan sezmiştim. Otelin yakın geçmişinde, önsezilerimi daha da güçlü hale getiren rahatsız edici olaylar yaşandığını da biliyordum.

20 sene kadar önce Lower East Side semtindeki soylulaştırma karşıtı gösterilere katılmış kıdemli bir eylem insanı olarak, şehrin çeperlerindeki çetin koşullara göğüs gerecek “öncü kuvvetler” arandığını ayan beyan söyleyen acemi taktikler hâlâ hatırımda. Fakat 1990’ların sonuna gelindiğinde, hamlenin göstere göstere yapıldığı bu oyun –en azından Manhattan’da– hedefine büyük ölçüde ulaşmıştı. Adanın büyük kısmında soylulaştırma tam gaz ilerliyordu, yoksul ve işçi sınıfı mahallelerinden geriye kim kaldıysa, onlar da ya zorla ya da 1980’lerde başlayan tersine beyaz göçünün ardından artan kiralar yüzünden başka yerlere dağılmıştı. Gelgelelim, 1990’lar sonundaki yeni soylulaştırma dalgasının, patlak borularla bir alıp veremediği veya sokak köşelerindeki kokainmanları kovalamak gibi bir derdi yoktu – ve hiçbir güç ona tulum giydiremezdi. Ama otel için çizilen retro desende, 1990’ların kriz öncesi mesut günlerine ait o çılgın, teknoloji-delisi havadan da özenle kaçınılmıştı. Meçhul sanatçı, 60 yıl öncesinin makine çağından kalma modernist gösterişi yâd etmişti. Sanki Philip K. Dick romanlarından fırlamış gizli bir komployla, bildiğim kentin çehresi kurşundan altına çevriliyordu. Baktıkça daha fazlasını görüyordum: Kahve içmeye gittiğiniz dükkânların yerini antika kafeler alıyor, gıda işleme ve hafif sanayi tesislerini fütüristik barlar ve sanat galerileri ele geçiriyor, her yeri yapay bir kozmopolitlik sarıyordu. Millennium Oteli, geçmişin fiziksel izlerini silmekle yetinmeyen, o geçmişin hatırasını da yok eden bu büyük çaplı girişimin bir parçasıydı. Onlardan kalan boşluğu, içinde kimse yaşamamış da olsa tuhaf bir şekilde tanıdık gelen bir şehrin sanat tornasından geçmiş  kopyaları doldurdu. Geriye dönüp bakınca görmek daha kolay ama Millennium seferberliği serbest piyasa kentsel dönüşümün yönetilmesinde yepyeni bir çağın başlangıcı olmuştu. Daha soyut, daha canlı, daha yaratıcı... O zaman da bugün de cevabını bulmayı en çok istediğim soru şu: Otel zincirini pazarlayanlar kimlerin kafalarını –tabiricaizse– soylulaştırmak istiyor, hangi hayaletleri uzaklaştırmayı amaçlıyorlardı?

Bu sırrı çözecek anahtarı, REPOhistory adıyla bilinen sanatçı kolektifinde buldum; ama çözümün, Poe’nun çalınan mektup hikâyesinde olduğu gibi, başından beri gözümün önünde olduğunu anlayacaktım.

 

Hells Kitchen’da Yıkım: William Menking/REPOhistory

44. Batı Caddesi üzerinde bulunan Millennium Premier Oteli, eskiden Hell’s Kitchen [Cehennem Mutfağı] diye bilinen ve çoğunlukla işçi sınıfından İrlandalıların oturduğu semtte yer alıyor; 1980’lerde emlak vurguncuları burayı, kulağa daha münasip gelen bir isimle “Clinton” diye anmaya başladılar. Otelin bir “vaha” olarak lanse edildiği ilanlarda stresinden kaçılacağı ima edilen Times Meydanı, artık 1970’lerin mali kriz dönemindeki porno cenneti değildi – çoktan ıslah edilmişti: aileler için, iş dünyası için güvenli bir yere dönüşmüş, evsizlerden ve istenmeyen başka davetsiz misafirlerden güzelce temizlenmişti. Gelgelelim, Mayıs 1998’de, Millennium Oteli’nin biraz ötesinde madeni bir tabela belirdi. Bir elektrik direğine asılmış tabela, otelin göz alıcı siyah mermer cephesinden birkaç metre uzaklıktaydı. Yoldan geçenlerin rahatlıkla okuyabileceği bir yüksekliğe asılmıştı ve üzerindeki metin şu uğursuz cümlelerle başlıyordu:

 

Bugünkü Millennium Broadway Oteli’nin bulunduğu yerde, eskiden, yoksul New Yorkluların karşılamakta büyük sıkıntı çektiği konut ihtiyacını gideren bir hostel de dahil olmak üzere, dört bina bulunuyordu...

Sanatçı ve mimar William Menking, tabelayı, kalabalık bir küpur montajı gibi tasarlamıştı. Otelin hiç de iç açıcı olmayan geçmişini anlatan cümleler kalın puntolarla yazılmıştı:

 

1984’te New York şehir yönetimi, yoksulların kaldığı hostellerin dönüştürülmesini askıya alma kararını kabul etti. Kararın yürürlüğe girmesinden birkaç saat önce, müteahhit Harry Macklowe, yıkım ruhsatı almadan, hatta binaların su ve gaz şebekelerini bile kapattırmadan arazideki dört binayı yıktırdı. Belediye yetkilileri yıkım sırasında “gaz patlaması yaşanmaması[nın] tamamen şans” olduğunu söyleyeceklerdi. Macklowe’un bu yaptıklarının hesabını hukuk önünde vermesini sağlama girişimleri başarısız oldu. Buraya lüks bir otel inşa etti, fakat sonradan otel bugünkü sahiplerinin eline geçti. 1970’ler ve 1980’ler boyunca, yoksulların kaldığı hostellerin yıkılması şehirdeki evsiz nüfusunun daha da artmasına sebep oldu. “Yeni” Times Meydanı’nın sokakları görünürde altınla kaplanmıştı ama pek çokları için bu sokaklar bilfiil eve dönüştü.

 

Millennium/Macklowe tabelası, Dickens romanlarından fırlamış hayaletler gibi New York şehrinin belli yerlerine kondurulmuş 20 tarihî işaretten bir tanesiydi; bu geçici işaretler, Civil Disturbances: Battles for Justice in New York City/Toplumsal Kargaşa: New York Kentinde Adalet Savaşları başlıklı kamusal sanat çalışmasını oluşturuyordu; çalışma New York Halkın Hukukçuları Birliği (NYLPI) tarafından desteklenmiş, sanat ve eylem kolektifi REPOhistory tarafından hayata geçirilmişti. Amaç, yurttaşlık haklarının haklardan mahrum bırakılmış insanları da kapsayacak şekilde genişletildiği hukuk mücadelelerini kentin çeşitli yerlerinde kamusal olarak simgeleştirmekti. [...] Başta kent yönetimi bu tabelaların asılmasını engellemeye çalışmıştı. Ancak birkaç hafta süren mahkeme süreci sonunda 1998 baharından 1999 kışına kadar tabelalar asılı kaldı. Yine de ilk günden itibaren bazı tabelalar asılır asılmaz kayboluyordu. Menking tabelası da bunlardan biriydi.

 

REPOhistory, Lower Manhattan Tabela Çalışması, Jim Costanzo, “Serbest Piyasa Ekonomisinin Faydaları”. Wall Street’teki NY Borsa binası önü, 1992

 

Millennium yönetimi, soruşturma üzerine, otel çalışanlarının yasal izne sahip sanat eserine el koyduğunu pişkinlikle kabul etti. Hatta eseri üreticilerine iade etti. Ancak, iade edilen tabelayla birlikte, yeniden yerleştirmeye kalkıldığı takdirde kanuni işlem başlatılacağını belirten bir tehdit mektubu da verilmişti. Hangi gerekçeyle mi? REPOhistory’nin, otelin ticari faaliyetlerine zarar verdiği gerekçesiyle. REPOhistory içinde sanatçılığın mı eylemciliğin mi öne çıkarılacağı konusunda bölünmelere yol açan uzun bir tartışmanın ardından, Menking’in tabelası yeniden asıldı, ama bu sefer otelden biraz daha uzağa. Otel yöneticilerinden gelen tehditlere rağmen, çalışmanın yasal izin süresi dolana kadar tabela olduğu yerde kaldı ve taraflardan hiçbiri hukuki işlem başlatmadı.

Olayın üzerinden beş sene geçti. Bu metni ve birkaç yerde satır arasında yapılan göndermeleri saymazsak, Macklow’un “geceyarısı yıkımı” da, gaddarca yerinden yurdundan ettiği insanlar da unutuldu. Eski Hell’s Kitchen’daki sakin vahada şık müşteriler hâlâ şaraplarını yudumlayıp sanat hakkında tartışıyor, ve bilgi ekonomisinin çarklarını işleten içeriği sağlamaya devam ediyor.

 

Galipler ve Mağluplar

Bütün bunlar artık herkesin malumu. 1990’ların, 1920’lere ve Buhran öncesi 1930’lara düşkünlüğü, avangard estetik ile lüks moda ve post-Fordist yönetim teorisi arasında yarattığı o tuhaf karışımı neo-modernist bir ilerleme sevdasıyla allayıp pullaması... Yaratıcı sınıf bugün birçok yerde geleneksel emekçi sınıfın yerini aldıysa, bunun sebebi, sermayeyi düşman görüp reddetmek yerine potansiyel eşiti olarak ona kucak açmasıydı. Galipler her zaman takdir edilir. Mağluplarsa hakikaten zelildirler [abject], sömürücü saflarına katılmalarını sağlayacak yeteneklerden yoksundurlar. Kolektif bir dağınıklığı, ebedi bir tarihdışılığı, ve emek/yönetim antagonizmalarını aştıkları inancını sahiplenen yaratıcı işçiler, uzun vadede sömürülmekten bile kurtulabileceklerine inanıyorlar – koşullarını tümden değiştirecek o büyük atılımı gerçekleştirmelerinin an meselesi olduğunu; nicedir kurdukları, Millennium kulesinin fiyakalı odalarından birinde yer ayırtma hayallerinin her an gerçek olabileceğini düşünüyorlar.

Sene 2004, milyarderlerin sayısı artıyor. Forbes’un son anketine göre 587 gibi rekor bir sayıya ulaştılar. Bu durumun, kuralsızlaşan piyasaları, gözü dönmüş özelleştirmeleri, yok olan işçi   güvenceleri ve zengin ile yoksul arasında açılan uçurumuyla yeni ekonomiye sıkı sıkıya bağlı olduğunu görmemek imkânsız. Ayrıca, süper zenginlerin hepsi de petrol arıtıcısı veya silah üreticisi değil, aralarından pek çoğu “yaratıcı sınıf” denen kesime mensup. On haneli gelir grubunun üyeleri arasında, vaktiyle işsizlik maaşıyla geçinen JK Rowling (Harry Potter serisinin yazarı); Google’ın yaratıcıları Sergey Brin ile Larry Page; ve Gap markasının tasarımcısı Michael Ying bulunuyor. Eskiden geçmeye korktuğunuz sokakların şimdi lüks tüketim cennetlerine dönüşmesi beni neden bu kadar şaşırtıyor ki? Tasarım butikleri, şık restoranlar, genç kalabalıklarla dolu barlar, şöhretleri taşıyan taksiler... Her sokak, sanki ucu bucağı olmayan bir kokteyl partisinin cadde boyunca dizi dizi şenlik lambalarıyla aydınlatılmış bir parçası gibi. Bu şenlikli duraklar arasında, çoğu 40’lı ve 50’li yaşlardaki başka kadınlar ve erkekler, hayaletler gibi gölgeler içinde, umumi çöp kutularından şişe ve madeni atık topluyor. Mağlupların kimseye bir zararı dokunmaz. Peki ya hayaletlerin?

“X” barına giriyorum. Ortam muhtemelen Millennium New York, Millennium Şanghay veya Millennium Londra’nın barındakinden çok da farklı değil. Aklıma REPOhistory geliyor, altı yıl önce mağlupları hatırlama amacıyla yapılan o ruh çağırma eylemi. “Düşman kazanırsa, ölüler bile güvende olmayacak” demişti Walter Benjamin. Kime karşı güvende? Belki gürültünün ve alkolün etkisiyle, bir anda kafamda şaşırtıcı bir denlik kuruldu. REPOhistory de yaratıcı sınıfın parçasıydı. Hedefleri farklı olsa da, REPOhistory de tıpkı RTmark, Yes Men ve benzeri sanatçı-ajitatörler gibi, halihazırdaki teknolojilerden ve retorik formlarından yararlanarak, şu an oturduğum şık barda bulunanlarla aynı kültürlü tüketici-yurttaşlara ulaşmaya çalışıyordu. Millennium baştan beri doğru yoldaydı: kazanması gereken kitle bizdik. REPOhistory de, o doğrucu çatışmacılığını birazcık törpülese, bu yeni gayri maddi ekonominin web tasarımcıları, moda tasarımcıları, MTV yapımcıları ve başka içerik sağlayıcıları arasına girebilirdi. Düşünsenize, grup, dağılmasından kısa bir süre önce, yerel tarihin yok olmuş ilgi çekici detaylarını sembolleştirmek üzere kâh o şehirden kâh bu şehirden davetler almaya başlamıştı: yerel berber dükkânı, eski meyhane, genelev semti, tören alanı... Sonunda düşmanın kim olduğunu bulmuştum: ben.

 

REPOhistory grubundan Tom Klem, Gregory Sholette'in JP Morgan’la ilgili tabelalarını asıyor

 

 

 

Tıpkı yarı karanlık bir arşivde unutulmuş mektuplar gibi, üretim araçlarındaki köklü değişime ayak uyduramayanlar gözden de gönülden de ırak kalıyor; yıkımlardan, işten çıkarmalardan kaçıyor, bazen de çöplerde teneke arıyorlar. Bu karanlık maddenin bulunduğu bölge tabii ki her zaman mevcuttu ve Millennium’daki kitle gibi önü açık meslek sahiplerinin etrafını sarıyordu. Ama bu muazzam gerçekleşmemiş potansiyel alanı, bugün, iyice gelişen bilinç endüstrisinin devreye soktuğu ifade araçlarının çoğuna –küresel kapitalizmin idamesi için şart olan o her yerde hazır ve nazır gösteriye– erişebiliyor, yeni olan bu. Tam da aynı sebeple, “içerden” olanlar, koşullar elverdiğinde, mağluplar ve hayaletlerle saf tutmayı tercih edebiliyorlar. REPOhistory vb. bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Çünkü 80 saat mesai yapıp aynı anda birkaç işte çalışan yeni yaratıcı sınıfın bile, belki yarım yamalak hatırladığı, ama manen veya maddeten dara düştüğünde muhakkak gün yüzüne çıkan, biraz çılgınca bir hayali var, o da şu: Garsonlar ve bar çalışanları, temizlik görevlileri ve aşçılar, komiler ve oda hizmetçileri önlüklerini ve ispatulalarını bir kenara atıp isyan şenliğinde sanatçılara, web tasarımcılarına ve müzisyenlere katılacaklar. Hep birlikte şarap mahzenini yağmalayacak, oteldeki 33 adet lüks konferans salonunu ele geçirecek, lobide ücretsiz klinik kuracak, oteli özerk bir yayın kulesine dönüştürecek ve yaratıcı bir karanlık madde dünyasında sonsuza kadar şenlik yapacaklar.

İçkimi bitirip bardan çıkıyor, Mute kolektifindeki yaratıcı dostlarıma söz verdiğim makaleyi bitirmek üzere evimin yolunu tutuyorum.

 

REPOhistory grubunun eski üyelerinden sanatçı Gregory Sholette’in Mute dergisinin “Prekarite” konulu 29. sayısında yayınlanan Mysteries of the Creative Class, or, I have Seen the Enemy and They is Us  başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.

kentsel dönüşüm, yaratıcı endüstriler, kültürel aktivizm