İnsanlık Tarihi Yeniden Müzeleştiriliyor

18/10/2015 / skopbülten / Ali Artun

Paris’in altı yıl önce kapatılan antropoloji müzesi Musée de l’Homme (İnsan Müzesi) 17 Ekim’de yeniden açıldı. Müzenin uzun ve tartışmalı bir geçmişi var. Kökleri 16. yüzyıl koleksiyonlarına ve nadire kabinelerine uzanıyor. Ama asıl önceli, 1882’de kurulan ve 1936’ya kadar varlığını sürdüren etnoğrafya müzesi Musée d’Ethnographie du Trocadéro. Bu müzenin kuruluş amacı, “sömürgeleşme sırasında ve toplumların evrimi sırasında yok olmaya yüz tutan” nesneleri toplayıp korumaktı.[1] Trocadéro Etnografya Müzesi 1936'da kapatıldıktan sonra, 1938’de etnolog Paul Rivet’in yönetiminde, Musée de l’Homme adıyla yeniden açıldı. Bu sırada ulusal doğa tarihi müzesine ait antropoloji koleksiyonlarını da devraldı. Rivet’in sözleriyle amaç, "sadece mekânda değil, zamanda da bölünmez bir bütün olan insanlığın ve toplumların evrimini, biyolojik, sosyal ve kültürel yönleriyle sunmaktı”. 2009 yılında Musée de l’Homme kapandı. Zaten koleksiyonlarının önemli bir bölümü 2006 yılında bir Jacques Chirac projesi olan Musée du quai Branly'e taşınmıştı. Ama şimdi, Rivet’in 1938’de belirlediği amaca sadık kalarak yeniden açılıyor.[2] Kökleri kolonyalizme, birtakım yerli halklardan numunelerin canlı canlı avlanıp sergilendiği insanat bahçelerine, sirklere, evrensel sergilere giden Musée de l'Homme, oldukça kötü bir şöhrete sahipti. Onun yerine açılan quai Branly Müzesi bu kötü şöhreti temizleyerek güya modernlik hiyerarşilerini silen, bütün kültürlerin eşit olduğu bir sahne kuruyordu. Acaba yeni açılan, ikinci Musée de l'Homme nasıl bir insanlık tablosu sergiliyor?

 

                           Musée d’Ethnographie du Trocadéro, 1895

 

Musée d’Ethnographie du Trocadéro, 1931

 

Modern Batı, Barbar Öteki

1936 öncesinde Trocadéro’daki müze teşhiri, bilimsel, pedagojik bir görüşe dayanmıyordu; düzensiz bir egzotik nesneler karmaşası sunuyordu. “Garip garip nesneler, fetişler, yerel renkleri, uzak diyarları çağrıştıran dekorların önünde” sergileniyordu. Bir gazetecinin yazdığına göre, “müzeyi ziyaret, düpedüz barbarlığa yolculuktu”.[3]

“Evrensel bir fenomen olarak sanat fikri, 19. yüzyılın antropolojiyle ve etnolojiyle uğraşan teorisyenlerine, kültür tarihçilerine, milliyetçilik ve halkçılık taraftarlarına standart bir ölçü sağlar. Bu ölçü, bireysel zihniyet ve grup zihniyeti, bilişsel kapasite gibi konulara uygulanabildiği kadar, etik, teknolojik, felsefi veya medeni ilerlemeyi de derecelendirir.”[4] Müzeler insanları doğaları ve kültürleri bakımından evrimsel bir hiyerarşi içine sokar. Buna göre, fizyolojik olarak geliştikçe, insan soyunun maddi ve zihnî ürünleri de, yaratıları da gelişir. Uygarlık basamaklarını tırmandıkça, ırkların hayatları ve sanatları üst evrelere doğru yükselir. 19. yüzyılda doğal ve toplumsal bilimlere damgasını vuran ve Darwin’in (1809-1882) evrim kuramından kaynaklanan bu anlatılar uyarınca, yeryüzündeki farklı kültürler ileri/geri, gelişmiş/azgelişmiş, basit/karmaşık, barbar/uygar, primitif/modern gibi sınıflandırmalara sokulurlar. Doğa tarihi, antropoloji, etnografya, endüstri vb. alanlarda uzmanlaşmış bütün müzeler bu sınıflandırmanın farklı görünümlerini gözler önüne sererek birbirlerini doğrularlar. Aynı uygarlık hakikatini bütünlerler. “19. yüzyıl boyunca, evrimci düşüncenin birbirleriyle rekabet eden okulları arasındaki önemli farklılıklar var olmayı sürdürmüştür; ancak, egemen eğilim, jeoloji, biyoloji, antropoloji ve tarihe ait değişik zamanların, evrensel zamanı oluşturmak üzere birbirleriyle birleştirilmesi yolundadır. Böyle bir zamansallık, yeryüzünün oluşumuna, canlıların gelişmesine ve insan hayatının hayvanların hayatından evrilerek ilkel biçimlerinden uygar biçimlerine doğru ilerlemesine ait bütün öyküleri tek bir anlatıya bağlar. Bu anlatıya göre, bütün bu süreçlerin ulaştığı sonuç, hatta bazen telos, modern insandır.”[5]

Musée de l’Homme’daki Biyoloji ve Antropoloji Galerisi'nde sergilenen ve homo sapiens’in yüz bin yıllık evrimini gösteren kafatasları da modern insana ait bu egemen, Avrupa-merkezli anlatıyı cisimleştirir. 19. yüzyılda düzenlenen kafatası sergilerinde gelişimin zirvesini Avrupalı erkek işgal eder. Kadınlar birkaç adım geriden, ‘ilkel’ sömürge halkları ise en arkalardan gelişmeyi izler. Londra ve Paris müzelerindeki antropolojik teşhirlerde erkeği beyni, kadını üreme organı temsil eder. Avrupalı erkek iskeletlerinde beynin ne kadar gelişmiş olduğunu göstermek amacıyla kafatasının biçimi ve ölçüleri vurgulanır. Avrupalı kadın iskeletlerinde ise kalça kemiklerinin büyüklüğü göze çarpar. Çünkü gelişmiş, ‘düşünen’, büyük beyinli bir erkeğin dünyaya gelmesini sağlayan kalça yapısı başka türlü olamaz. Oysa, 1970’lere kadar Musée de l’Homme’da sergilenen ve “Hotanto Venüsü” olarak anılan Saartjie Baartman’ın üreme organı, aksine, Afrikalı Hotanto kabilesinin, kafasının, beyninin, zihninin, düşüncesinin ve kültürünün ne kadar geri olduğunu gösterir.[6]

 

Hayattayken de, öldükten sonra da bir ‘ucube’ olarak sergilenen, 1815’te ölen “Hotanto  Venüsü” Güney Afrikalı Saartjie Baartman’ın 1974’e kadar Musée de l’Homme’da  sergilenen iskeleti ve kalıbı alınmış bedeni. Üreme organlarıyla beyni de burada teşhirdeydi. Kemikleri ancak 2002’de memleketine iade edildi.

 

Musée de l'Homme'un etnografik sergileri kadar,19. yüzyılda düzenlenen sanat sergileri de tabiat müzelerini düzene sokan, ırk ve cinsiyet ayrımcılığı üzerine inşa edilmiş kolonyalist zihniyete dayanır. Sanat izleyicileri, insan zihninin bu en üstün ürünlerinin de, insan bedenini şekle sokan aynı tabii hiyerarşinin ve kronolojinin eseri olduklarını kavrarlar. Bu kavrayışa göre, evrim geçirmediği için uygarlaşamamış ilkellere ait basit araç gereçler ve el sanatları henüz tabii ürünlerden pek farklı sayılmaz. Akıldışı, bilinçdışı, zamandışı, ve daha ziyade hayvansı içgüdülerin eseri gibi derecelendirilirler. Bir ilerleme göstermedikleri, dolayısıyla evrimsel ve tarihsel bir temsilleri olmadığı için modern müzede yerleri yoktur. O nedenle, Afrika sanatının şaheserleri, Picasso, Giacometti, Kirchner gibi büyük modernistlerin estetiğini kışkırtmış olsalar da, kendileri bir türlü ‘güzel sanat’ mertebesine erişememiş ve güzel sanat müzeleri dışındaki kimi özel müzelerde, genellikle de tabiat tarihine ait müzelerde bitki ve hayvan kalıntıları arasında kalakalmışlardır. Harvard Üniversitesi’nin Afrika sanatını takdis etmesi 1996 yılını bulur. Afrika sanatına ait eserler ilk kez bu yıl, üniversitenin arkeoloji ve etnoloji müzesinde değil de sanat müzesinde sergilenmeye layık görülür. Bir üniversiteye ait ilk sanat müzesi olarak kabul edilen Fogg Sanat Müzesi’nde düzenlenen bu sergi, kataloğuna bakılırsa sanki müzeolojide bir devrim başlatıyor gibidir: Bu sergi için “Harvard’da tarihsel olarak Afrika sanatının toplanıp teşhir edildiği Peabody Arkeoloji ve Etnoloji Müzesi yerine Fogg Sanat Müzesi’ni tercih ederek sergi kültürünü değiştiriyoruz. Böylece Fogg, bu eserlerin sanat sayılabileceğini ve önemli olduğunu onaylıyor. Aynı zamanda bu sergi, Müze’nin Afrika’ya ait kültürel nesneleri sanat kabul etmesiyle birlikte Afrika sanatının sanat tarihi kanonundaki yerini meşru kılıyor.”[7]

"Primitif " sayılan kültürlerin modernlik bağlamında nasıl temsil edileceği, zamanımızda küratörlük disiplininin başlıca sorunlarından birini oluşturmaktadır. 1984’te New York Modern Sanat Müzesi’nde düzenlenen 20. Yüzyıl Sanatında Primitivizm sergisi ve 1989’da Paris’te Centre Pompidou’da düzenlenen Dünya Büyücüleri (Magiciens de la Terre) sergisi gibi, 19. yüzyıl ayrımcılığına alternatif oluşturma iddiasındaki gösteriler, sonuçta Avrupa-merkezci yaklaşımın çağdaş yorumlarından öteye geçmeyi başaramamıştır.[8]

Kolonyalist kültürün müzeleştirilmesini yöneten Paris, şimdilerde kolonyalizmin modern müzecilik üzerindeki vahim etkilerini aklama konusunda ön plandadır. 20 Haziran 2006’da açılan ve Paris’in Pompidou Merkezi’nden sonraki en görkemli kültür merkezi olan Musée du quai Branly bu anlamdaki en iddialı küresel hamle sayılır. Asya, Afrika, Okyanusya ve Amerika kıtalarından, aralarında masklar, takılar, çalgılar, fetişler, kostüm ve kılıçların da bulunduğu 300.000 parçalık bir koleksiyonu yönetecek bu müze/akademinin kuruluşu 1996 yılında ilan edilmişti. Aslında koleksiyondaki eserlerin 250.000 kadarı Musée de l’Homme’dan, kalanı da büyük ölçüde Musée des Arts d’Afrique et d’Oceanie’dan geliyordu. Zaten proje başta bir “ilkel sanatlar” (arts primitifs) müzesi olarak tanımlanıyordu. Sonra birden “ilkel sanatlar”, “ilksel sanatlar”a (arts premiers) çevrildi. Ancak bunun da 19. yüzyıl müzeografisinin ayıplarını çağrıştırabileceği düşünülerek sonunda müzeye, inşa edildiği Branly rıhtımının adı verildi. Her cumhurbaşkanının bir müzeye imza atmasının gelenek haline geldiği Fransa’da Quai Branly’ye sahip çıkan Chirac, açılış töreninde bu girişimleriyle “Batı’nın, insanlığın kaderinin yalnızca kendi ellerinde olduğuna ilişkin mantıksız ve kabul edilemez iddiasını” reddettiklerini açıkladı. “Bu müzenin, dünya kültürlerinin eşitliği inancı üzerine kurulduğunu” söyleyerek, “halklar arasında bir hiyerarşi olmadığı gibi sanatlar arasında da bir hiyerarşi olamayacağını” belirtti.[9] Yani artık bir Gabon maskıyla Semendirek’in Kanatlı Zaferi (Semendirek Nikesi) arasında veya Raffello ile bir barbar büyücü arasında, kısacası modern ile primitif arasında önceki gibi bir fark kalmıyordu. Chirac’ın sözleri, Louvre’un arkasındaki zihniyete ve kültürel politikalara açık açık meydan okuyordu. Nitekim daha önce de, küratörlerinin aşırı muhalefetine rağmen Louvre’a yüz kadar “yerli sanat” eserinin kabul edilmesini dayatarak tavrını açıklamıştı. Bu arada, 1974 yılına kadar Musée de l’Homme’da teşhirde kalan Saartjie Baartman’ın iskeleti, beyni ve üreme organı 2002 yılında vatanına iade edilmiş, böylece Fransız müzeciliği bu utançtan da kurtarılmıştı.[10]

 

İnsanın evrimi … yenilenen Musée de l’Homme’un bir galerisinde 19. yüzyıldan kalma büstler

 

Neredeyse bir asır sonra, ikinci kez açılacak olan Musée de l’Homme’u da Fransa'nın şimdiki cumhurbaşkanı François Hollande tanıtıyor, onun “insanlığın birliğine adanmış bir ilahi” olduğunu söylüyor. Aynı nesnelerle durmadan farklı farklı insanlık masalları anlatılıyor, farklı farklı iktidarlar kuruluyor. Müzeler bize bir kez daha kim olduğumuzu öğretiyor.

 



[3] James Clifford, The Predicament of Culture, Twentieth-Century Ethnography, Literature and Art (Cambridge & London: Harvard University Press, 2002) s. 135.

[4] Donald Preziosi, “Museology”, Encyclopedia of Aesthetics, 3. cilt (New York: Oxford University Press, 1998) s. 306.

[5] Tony Bennett, The Birth of the Museum: History, Theory, Politics (Londra: Routledge, 1995), s. 39.

[6] A.g.e., s. 189-203.

[7] The Art of Identity: African Sculpture from the Teel Collection (Fogg Art Museum, 1996).

[8] Bu iki sergiyle ilgili eleştiriler için bakınız: Thomas McEvilley, “Exhibition Strategies in the Postcolonial Era”, Contemporary Art in Asia içinde (New York: Asia Societies Galleries, 1996); Thomas McEvilley, Art and Otherness - Crisis in Cultural Identity (New York: McPherson, 1992) ve Hal Foster, “The ‘Primitive’ Unconscious of Modern Art or White Skin Black Masks”, Recodings, Art, Spectacle, Cultural Politics içinde (Seattle: Bay Press, 1985) s. 181-208.

[9] Cumhuriyet (26 Haziran 2006); Hürriyet (21 Haziran 2006); The New York Times (21 Haziran 2006), The Economist (15 Haziran 2006); Businessday (Johannesburg, 12 Haziran 2006).

[10] Bu yazının kaynağı: Ali Artun, Müze ve Modernlik, Tarih Sahneleri-Sanat Müzeleri 1 (İstanbul: İletişim, 2006) s. 200-205.

müze, kültüralizm