"Kayıpların Peşinde": Hito Steyerl ile Söyleşi

Yazılarınızda, işlerinizde ve konuşmalarınızda sanki hep kayıp olanı arıyorsunuz: bir görünürlük umudunun peşindesiniz; bilginin görünmezliğini, o kayıp noktaları bulmanın ve onları beklenmedik bir bakışla birbirine bağlamanın, gerçeğin yokluğunun, varolmayış olasılığının peşinde gibisiniz. Önce izleri görebiliyorsunuz fakat birileri bir şekilde onları siliyor. Düşük çözünürlüklü, net olmayan görüntülerdeki kayıp nitelik, aynı zamanda görüntüye sahicilik de kazandırıyor... How Not To Be Seen. A Fucking Didactic Educational .MOV File (2013); Rabih Mroué ile birlikte yaptığınız Zero Probability (2012); Lovely Andrea (2007) ve November (2004) gibi işlerinizde de hep kayıp olanın arayışı var. Neden? Sizi kaybolana çeken şey ne?

Tüm bu işlerimde, örtük ya da açık bir biçimde, aynı örnekten yola çıkıyorum: 1998 yılında Van dolaylarında kaybolan, PKK üyesi arkadaşım Andrea Wolf’tan. Onun hâlâ bulunmamış olması, başına gelenleri ortaya çıkarmak için devlet görevlilerinin hiçbir çaba sarf etmemesi ve daha binlerce kayıp vakasının bulunması, sıfır olasılık denen durumun ne kadar yaygın olduğunu ve bu gerçeğin yaşadığımız dönem içinde ne kadar yadsındığını gösteriyor. Sıfır olasılık durumunda, olasılıkdışı her tür şey olur –tıpkı insanların bir anda yeryüzünden yok olması gibi– ve kimse de oturup bunları sorgulamaz. Sıfır olasılık durumu potansiyel olarak her yerde olabilir: bir çatışma alanında, bir müzenin sanal mağazasında, nokta bulutu olarak ya da data crop[1] döngüsü içinde... Bu ancak, birileri çıkıp “bu gerçekten oluyor mu?” diye sorarsa tartışmaya açılır.

 

                                    Hito Steyerl, How Not To Be Seen. A Fucking Didactic Educational .MOV File (2013)

 

Bu durum, dijital görüntülerin sürekli çoğalıp bir çığ gibi büyümesiyle kendini gösterir; bu arada gerçek insanlar kaybolur veya ezici bir gözetim mimarisi tarafından sabitlenir, taranır ve aşırı görüntülenir. .. Peki her şeyin aşırı görünür olduğu bir çağda insanlar nasıl olup da ortadan kaybolabiliyorlar? Her şey tüm açıklığıyla gözümüzün önündeyken bile bunların konuşulmasını engellemek ve konuşulamaz hale getirmek için gereken muazzam hukuki ve kurumsal gayret nereden geliyor? İnsanlar bu kadar çok görüntü arasında görünmez hale geliyor olabilirler mi? Diğer görüntülerin arasına mı saklanıyorlar; yoksa birer görüntüye mi dönüşüyorlar?

Sizce son dönemdeki protestolar ve gösteriler, yaşam biçimlerimizi, dolayısıyla da karşılaşmalarımızı veya görüntüleri algılayışımızı değiştirdi mi? Görüntü dönüştürme [image transform] tekniklerinden  yararlanmanın yeni yolları sizce ne olabilir? Yoksa bu da istenmeyen görüntülerden biri midir?  

Bu yeni hareketler son kırk yıl içinde liberallerin ve neo-muhafazakârların gerçekleştirdiği son derece radikal değişimlerin bir sonucu. Bu değişimler pek çok insanın dünyaya bakışını dönüştürdü – teknolojik, ideolojik, görsel ve pek çok farklı düzlemde. Hızla çoğalan görüntüler de bu durumun bir parçası – bu, hem yıkıcı hem de paradoksal sonuçlar doğurdu. Bir görüntü, artık her şeyden çok hızı, çekimi veya niceliksel değerleriyle tanımlanır oldu; “içeriği”, enderliği veya biricikliğiyle değil. Görüntü, uzaktan seyredilerek değil de, paylaşılarak ve iştirak edilerek anlamlı hale geliyor.

Öte yandan geçenlerde şunu da düşündüm: son dönemde yapılan protestolardaki bazı göstericiler, muhtemelen üçboyutlu protestoya katılmak için ekranı aşıp geçen dijital görüntülerdi. Sanal âlemdeki görüntüler sürekli filtrelenir, bloke edilir ve sansürlenir. Bazıları paylaşılır ve öne çıkar, ama hiç görünmeden kalanlar da vardır. İşte bunların pek çoğu muhtemelen artık yeter diyerek, protestolara katılmak üzere ekranı terk edenlerdi.

Fakat genel olarak düşünürsek, günümüzdeki göstericilerin büyük bir kısmı artık o eski çevrimiçi-çevrimdışı ayrımını yaşamıyor. Onlar artık bütünüyle dijital varlıklar, fakat aynı zamanda üç boyutlu çevrimdışı alanı da kullanmaya devam ediyorlar. Ya da, geçenlerde Brezilyalı göstericilerin dediği gibi: “Sosyal ağ biziz”.

“İşgal/Meşgale Olarak Sanat: Hayatın Özerkliğine Dair Önermeler”[2] adlı makalenizde sanatın hayatı işgal ettiğini, bunun da soylulaştırma ve benzeri sorunlara yol açtığını söylüyorsunuz. Artık herkesin bir sanat projesine sahip olduğu kitlesel bir sanat üretimi çağında olduğumuz gerçeğini dile getiriyorsunuz. Uzun vadede bunun sonuçları neler olabilir? Nasıl bir dönüşüm bekliyor bizi?

Hiçbir fikrim yok. Ancak ilginç bir gelişme bu. Bifo [Franco Berardi], Almanya’da gençlerin % 25’inin sanatçı olmak istediğini söylemişti. Bu çok ciddi bir sorun: sanatsal üretime dayalı bir ekonomi ne kadar sürdürülebilir? Bu, süper zengin oligarklardan oluşan % 1’in rejimi anlamına mı gelir? Yoksa, sanatın paradoksal biçimde güvenli bir yatırım gibi görünmesine sebep olacak kadar istikrarsızlaşmış bir balon ekonominin kısa vadedeki bir etkisi midir? Bunlar hep kısa vadeli etkiler olabilir. Aynı zamanda yeni bir emek paradigmasının doğuşu anlamına da gelebilir: nasıl ki uzmanlar veya mühendisler 20. yüzyılın önemli paradigmalarındandı, sanatçılar da günümüzün olay-temelli [event-based] ilgi ekonomilerinin uzmanları haline gelebilirler. Fakat sanatçıların yıllar sürecek bir borç batağına sürüklenmeleri daha gerçekçi bir olasılık: arzuları metalaştırılırken, yetenekleri finansal bir ürün olarak tahrif edildikten sonra kutulandı. Ve belki de ancak tamamen mülksüzleştikleri,“Tuvalin Lanetlileri” [3] haline geldikleri zaman durumlarını gözden geçirmek zorunda kalabilirler.

Mauerpark’taki bir karaoke etkinliğinde şarkı söylemeye çıkan genç bir adama ne iş yaptığı sorulmuştu. O da stajyer olduğunu söylemişti. Etkinlikten sorumlu kişi de ona dürüst olabileceğini, maaşsız çalışan biri olmanın kötü bir şey olmadığını söylemiş ve Berlin’de  aynı durumda, yani stajyer olarak ücretsiz çalışan çok sayıda insan olduğunu söylemişti. Stajyerlerin geleceğini siz nasıl görüyorsunuz? Sizce stajyerler günümüzün “kahramanları” olabilir mi?

Ben kahramanlara inanmam. Belki yalnızca kadın kahramanlara. Ne de olsa anneler, eşler ve (ev içinde) ücretsiz çalışan diğer emekçiler de bir nevi stajyerdir [intern][4]. Bence Hannah Arendt’in kamusal alan ile özel alan arasında yaptığı ayrım halen ilginç bazı çelişkileri barındırıyor. Özel alan –yani oikos (eski Yunancada ev, hane veya aile gibi anlamları var, ç.n.) alanı– evin içine kapatılma [internment] veya Japon ev kadınlarında olduğu gibi evin arka tarafında tutulma anlamına gelir. Burası ücretsiz çalışanların, yani kölelerin, yabancıların, enterne edilenlerin ve ev eksenli çalışanların alanıdır.

Geçenlerde bir sanatçı arkadaşım artık hiçbir yere başvurmak istemediğini, başvuru süreçlerinin onu boğduğunu söyledi. Siz de bu soruna “I Dreamed a Dream: Politics in the Age of Mass Art Production”[5] başlıklı konuşmanızda Sefiller müzikali örneğini vererek değinmiştiniz. Rol kapmak, seçmelere katılmak, sanatçının bir grup jüri önüne çıkıp kendini göstermesi, sunması; aynı anda hem özne hem de nesne olup başkalarının onu seçmesi için uğraşması ve külfetli başvuru süreçleri... Sizin deyişinizle "eğitimli yoksul kesimin" bu durumla uzlaşması mümkün mü, ya da nasıl evrilebilir?

Hiçbir fikrim yok. Fakat bu kesimin genişlediğini görüyorum. Ve ileride güçlü bir toplumsal aktöre de dönüşebilir; çünkü en nihayetinde insanların sürdürülebilir bir geçim kaynağına ihtiyaçları var. Nüfusun bir bölümü bedavaya çalışıyor. Belki ben biraz iyimser bakıyorumdur ama bu durumun çok uzun süre devam edeceğini sanmıyorum. Ya da belki de son hızla, kurumsallaştırılmış bir serflik ve gönüllü bir kölelik çağına doğru ilerliyoruzdur; öyle bir çağ ki, insanlar en temel ihtiyaçlarını karşılamak için piyasada mücadele etmektense bu ihtiyaçları garanti altına alan birilerine ait olmayı daha güvenli bulacak.

Artık şundan eminim, neoliberalizmin en başarılı hamlelerinden biri borç esaretini ticari bir fırsata dönüştürmek olmuştur. Yani insanların eğitim/barınma imkânlarına kavuşmak ya da yalnızca hayatta kalabilmek için borçlanmak zorunda kalmaları bir tarafa, bu borç kendi içinde kârlı bir piyasaya dönüşmüş durumda. Ekonomi, insanların çalışma yoluyla geçindikleri bir sistem olmaktan çıktı, yoksulluk bir kâr fırsatına dönüştü. Bunu en iyi Deutsche Bank bilir: ABD Kongresi’nce, “finansal kriz” diye anılan durumun, yani servetin dünya çapında kamudan özel sektöre yeniden dağıtılmasıyla sonuçlanan borçlanma dalgasının baş müsebbibi ilan edilmiştir bu banka.

Berlin’deki Deutsche Bank Kuntshalle yakın dönemde kamuya açık bir çağrı yaptı ve insanların getirdikleri sanat eserlerini kurum binası içinde bir günlüğüne sergileyeceklerini duyurdu. Ellerinde tuvallerle saatlerce kapıda bekleyen insanlar harika bir halkla ilişkiler fırsatı sunmuştu onlara. İşte kastettiğim tam olarak bu: borç ve işsizlik ciddi ticari fırsatlara kapı açıyor. Tüm bu sanatçılar, ne idüğü belirsiz bir Deutsche Bank sergisinde “keşfedilmek” gibi imkânsız bir umut uğruna bedava çalışmak için saatlerce kuyrukta beklemişti. Tıpkı pop star yarışmalarında şarkı söylemek gibi!

Sanatçılardan oluşan bu uzun kuyruk bana 1930’larda Berlin’deki iş bulma kurumlarının önünde dizilmiş işsizleri hatırlatmıştı. Tabii onlar geleneksel işçiler veya çalışanlardı. Bugün de onların yerinde tuvallerine sımsıkı sarılmış sanatçılar var. Ve geriye bakıp 1930’larda kuyruklarda bekleyenlerin daha sonraki akıbetlerini düşünmek insanı bir anlamda kendine getiriyor. Muhtemelen pek çoğu birkaç yıl sonra birer faşist olup çıkmıştı. Nitekim şu an pek çok Avrupa ülkesinde bunun emarelerini görüyoruz; örneğin Macaristan’da çok yaygın bir gelişme, ama Yunanistan’da da yaşanıyor. Umarım böyle bir şey gerçekleşmez, ancak toplumsal ayrımlar artmaya devam ettikçe de gerçekçi bir olasılık olduğunu söylemeliyim.

İnsanların gerçek insan hakları ihlallerine, baskıya veya savaşlara değil de bu konuları işleyen ve beyaz küp içinde ya da bienallerde sergilenen videolara daha fazla ilgi göstermeleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Ya da şöyle diyeyim, Beyrut’taki mezhepçilik meselesinin kendisiyle değil de, bunu işleyen bir sanat eseriyle ilgilenmeleri... Sizce de böyle bir durum var mı?

Bu meselenin birkaç farklı yönü var. Öncelikle böyle bir durum varsa, bunun bir nedeni de olmalı. Bir tanesi –ki sanat dünyasının yarattığı bıkkınlık ve kinizm de diğer nedenlerden biri– “gerçek” olaylarla ilgili umumi bilginin genelde zaten ideolojik ve ticari olması ve kavramsal kategorileri aracılığıyla çatışmanın çerçevesini yeniden üreten bir tarzda sunulması.

Buna karşılık bazı sanat eserleri –özellikle de Beyrut Okulu’na ait olanlar– olayları beklenmedik bir biçimde sergiliyor. En önemlisi de, yalnızca bu hikâyeleri farklı bir şekilde anlatma imkânını değil, her şeyden önce olayların da daha farklı şekilde cereyan etme imkânını barındırıyorlar. Bunu da tahmin yoluyla, varsayımla, kurgusallaştırmayla, aşırı bürokratikleştirmeyle vs. yapıyorlar. “Gerçek” olaylarla ilgili sanat eserlerinin haber bültenlerinden daha ilgi çekici olmasının çok geçerli bir nedeni var. İnsanlar artık bu yavan ve anlamsız haber jargonuna daha fazla katlanamıyor.

Bir diğer unsur ise bana göre çok daha ilginç: Çatışma bölgelerine dair eserlere yer vermek dışında, sanat mekânlarının çatışma alanlarıyla nasıl bir ilişkisi var? Yalnızca askeri şiddeti konu alan eserlerin sergilenme olasılığı değil bu ilişkiyi kuran, bu mekânların askeri şiddetle çok daha yapısal bir bağları da var. Guards (2012) adlı bir video işimde, artık müze görevlisi olarak çalışan eski polis memurları ve ABD ordusundan ayrılmış askerlerle röportaj yapmıştım. Bu insanların kolluk gücü olarak edindikleri tecrübeler artık sanatsal altyapının bir parçası haline gelmiş durumda; düşük ücretli, ırk ayrımcılığına dayalı ve çoğu zaman yadsınan bu parça, müzelerin ulusal güvenlik altyapısına dahil edilişindeki en can alıcı bileşenlerden biri.

 

                                           Hito Steyerl, Guards (2012)

 

Öte yandan, ordu-sanayi kompleksi, sanat mekânlarının finanse edilmesine ve desteklenmesine o kadar müdahil olmaya başladı ki,  müzeler çatışma alanlarının dolaysız birer parçasına dönüşüyor. Acaba sanat mekânı savaşlardan elde edilen gelirlerle mi finanse ediliyor? Ya da belki tam tersi söz konusudur? Aradaki bu bağlantıyı incelediğiniz takdirde, Türkiye dahil hemen hemen tüm ülkelerde bu tip sponsorluk örneklerine rastlayabilirsiniz.

Askeri işgallerin veya iç savaşların yaşandığı yerlerde, bu olaylar ile birkaç yıl sonra sanat piyasalarının canlanması arasında istatiksel bir çakışma mevcut mu? İç savaş sonrasında, yerinden edilmiş insanların sağladığı ucuz işgücünün dolaylı olarak tetiklediği sanat piyasasındaki canlanma hakkında ne düşünmeliyiz? Türkiye de buna bir örnek mi?

Gelgelelim müzeler ile çatışma alanları arasında çok daha doğrudan bağlantılar var. Örneğin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in “vandalizm müzesi” kurma planını bir düşünün. Bu etkileyici müzede sergilenmesi olası eserler listesinde, muhtemelen son gösterilerde tahrip edilen “26 halk otobüsü, 48 otobüs durağı, 64 trafik işareti, 74 reklam panosu, bir sanat galerisi, Kızılay’daki belediye binası, kameralar, sokak lambaları, kaldırımlar ve Kızılay Meydanı’ndaki saat” yer alıyor.

Fakat bu tarz müzelerde sergilenebilecek çok daha uç çatışma alanları da geliyor aklıma; Güneydoğunun her yerinde var bunlar. Füze kapsülleri ve garip kimyasalların yanında, silah ve cephane artıkları, kimliği belirsiz kayıp insanların parçalanmış kemikleri var buralarda. Ülkede, bu tür çatışma alanlarından yana bir eksiklik yok.

Şayet amaç çatışma alanlarını sanat mekânlarına taşımaksa, bu çok daha doğrudan bir biçimde yapılabilir. Belki Koç, Zorlu ya da Nurol gibi silah üretimi yapan yerli holdingler, sponsor oldukları sanat müzelerinde sahip oldukları askeri ve paramiliter teçhizatları kullanarak savaşların yerini değiştirebilirler. Ordan burdan dolanmaya hiç gerek yok! Hatta askeri şiddeti, soylulaştırma projeleri için bir fırsata bile dönüştürebilirler.

Rabih Mroué, birlikte yaptığımız bir konuşmada, Beyrut’taki en lüks gece kulüplerinden olan BO 18’in bir toplu mezar üzerine inşa edilmiş olduğunu söylemişti. Ya Siirt’te, katledilen Ermenilerin ve kayıp Kürtlerin kalıntılarıyla dolu ve belki de ülkedeki en büyük toplu mezarın bulunduğu Nevala Kasaba/Kasaplar Deresi’ne ne demeli? Mesela burası derhal üzerine bir AVM dikilmesi için gayet uygun değil mi? Böylelikle, İnsan Hakları örgütlerinin ısrarla talep ettiği fakat hiçbir cevap alamadığı, kayıpların kalıntılarını ortaya çıkarmak gibi zahmetli bir işle kimse uğraşmak zorunda kalmazdı. “Nevala Kasaba”da bırakın ormanı doğru dürüst bir ağaç bile yokken, bu bölgenin ormanlık alan ve piknik yeri olarak yeniden düzenlenmesi beni bugün bile dehşete düşürmeye devam ediyor. Bu alana durmaksızın inşaat molozları ve döküntülerinin yığılması, kentsel dönüşüm sürecinin ilk evresi olabilir mi? Yoksa burası aslında son “kamusal park” mı olacak?

Bu söyleşi Eylül 2013'te gerçekleştirilmiştir.

 

 



[1] Birebir olarak "veri kesme"; burada özellikle görüntülerin kesilip biçilmesi (ç.n.).

[2] Bu makale, e-skop derginin bir sonraki sayısı “sanat ve direniş” dosyasında yayınlanacaktır.

[3] Hito Steyerl’in Frantz Fanon’un klasik kitabı Wretched of the Earth’e (Yeryüzünün Lanetlileri) gönderme yaptığı The Wretched of the Screen (Ekranın Lanetlileri) başlıklı makalelerinden derlenmiş bir kitabı var (ç.n.): Hito Steyerl, e-flux journal: The Wretched of the Screen, (Sternberg Press, 2013).

[4] İngilizce’de intern kelimesi hem stajyer hem de “enterne edilmiş kişi” anlamına gelir (ç.n.).

[5] “I Dreamt a Dream” Sefiller müzikalinden bir şarkının adı (ç.n.).