Thomas Sims, Alfred Russel Wallace Portresi, 1860’ların ortaları
Google Arts & Culture platformunda (eski Google Cultural Institute) bugün itibarıyla (2017) 5.020.205 içerik bulunuyor. Bu içerikler üzerinden, kullanıcıları sergilere, müzelere ve “kullanıcı galerilerine” yönlendiren ek bağlantılar da mevcut. 5.020.205 içeriğin sadece 164’ü (yüzde 0,000032’si) Endonezya’ya ilişkin. “Endonezya” terimini içeren 96 sergi ve 41 kullanıcı galerisi bulunuyor. Yaklaşık 101 eserden oluşan “Endonezya Ulusal Müzesi” (Museum Nasional di Indonesia) başlıklı bir koleksiyon da mevcut.
Düzenlemek için öncelikle bir birikimin oluşması gerekir. Kolonyalist dürtü, ekonomik ve bilimsel arzunun birleşimidir. İngiliz kâşif ve koleksiyoncu Alfred Russel Wallace (1823-1913)[1] nasıl bu dürtüyle geleceği şekillendirmeyi arzuladıysa, Google Kültür Enstitüsü de (Google Cultural Institute) aynısını geçmişe yapıyor. Her ikisi de bilgi ve kazanç elde etmek için var olanı korumaya yönelik muhafazacı zihniyete yaslanıyor, oysa canlılar ve veriler çeşitlenmeye ve türlere ayrılmaya devam ediyor.
Bilgiyi düzenlemek hiçbir zaman masum bir eylem değildir.
Wallace’ın 1869 yılında yayınlanan Malay Takımadaları kitabı.
Kolonyalist Zihniyet ve Arşiv İlişkisi
Tanıtım videosunda enstitü, “sanat projelerini, tarihsel anları ve dünya harikalarını keşfedebileceğimiz, sanatı ve dünyamızı biçimlendiren fikirleri oturduğumuz yerden deneyimleyebileceğimiz” bir yer olarak tanımlanıyor.[2] Dünyamızı hangi fikirler biçimlendiriyor? Sizinkiler mi? Peki ya benimkiler? Ama sadece bir tane kolonyalizm var. Ben de bu kolonyalizmin bir yan ürünüyüm. Amerika’da, yani modern sömürgeleştirme yarışlarının dizginlenemediği kıtada doğdum. İspanya tarafından sömürgeleştirilmiş bir ülkeden, Meksika’dan geliyorum. Aynı zamanda melez bir kadınım –ki bu da sömürgeci anlayışın yarattığı bir kategori– ve yakın zamanda Avrupa vatandaşı olup durumumu daha da karmaşık bir hâle soktum.
Sömürgeleştirme karmaşık bir kavram, çünkü içinde sömürünün çok çeşitli türlerini barındırıyor, konuyla ilgili gelmiş geçmiş tüm ihtilaflar da bu çeşitlilikten ileri geliyor. Sömürgeleştirme aynı zamanda bilgiyi, ticareti, aşırı şiddeti ve arşivleri de kapsayan bir kavram. Sadece benim dünyamı değil sizinkini de biçimlendiren bir buluş var: internet, yani arşivlerin arşivi. Enstitü sayfasında arama kutusuna “internet” yazıyorum ve önüme 268 sonuç çıkıyor. Bunların arasında Google’ın Yönetim Kurulu Başkanı Eric Schmidt’in bir konuşma metni ile Paul Otlet’in Mundaneum’una[3] da atıfta bulunan, “İnternet Sonrası Sanat”tan “İnternetin Avrupa’daki Kökenleri”ne uzanan elli sekiz sergi yer alıyor. “Dünyamızı” ve internette nasıl yol alacağımızı şekillendiren bir başka buluş daha var: Google. Ne olduğunu anlamak için enstitü sayfasında “Hakkında” sekmesine tıklıyorum, site “Google Arts & Culture” ismini alarak güncellenmiş. Sloganına da ince bir ayar çekilmiş: “Google Kültür Enstitüsü tarafından yaratılan Google Arts & Culture ile tüm dünyadan koleksiyonları keşfedin.” Enstitünün bünyesinde bir bölüm olan “The Lab” ile ilgili de bir video mevcut. Mühendis ve sanatçılardan oluşan bir ekibin, Paris’teki ofislerinde, “fikir, sanat ve teknolojinin kesişiminde” çalıştığı “The Lab”. Bu bölümün, kültür kurumlarına ilişkin amaçları, sağladıkları dijitalleştirme hizmetleri ve yeni izleyici potansiyellerine değiniliyor. Ayrıca, kâr amacı gütmediği belirtilen enstitünün gelişimi de bir zaman çizelgesiyle özetleniyor, ancak dünyaya sunduğu engin veri deposunda bulunmayan, bu çizelgede değinilmeyen ama can alıcı öneme sahip bir tarih var: Google Kültür Enstitüsü’nün doğuşu.
2011 tarihli bir basın bülteninde, Google Art Project’in Başkanı Amit Sood, enstitünün, herkesin çevrimiçi olarak sanata erişebilmesi konusunda heyecan duyan bir grup Google çalışanı tarafından bir “%20 projesi”[4] olarak başlatıldığını söylüyor. “Tüm dünyadan bizimle işbirliği yapan müzelerle birlikte yarattığımız bu platformun sanatseverler, öğrenciler ve müze ziyaretçileri için büyüleyici bir deneyim olacağını ve onlara günün birinde söz konusu müzelerin gerçeğini gezmek konusunda ilham vereceğini umuyoruz.[5]
24 Kasım 2009 tarihli Wall Street Journal’dan bir alıntı da Google’ın, kültürel miras konusuna yönelik ilgisinin ilk nüvelerini gösteriyor: “Google’ın baş yöneticisi Eric Schmidt bu hafta gerçekleştirdiği Bağdat ziyaretinde, Irak’ın istikrarının ülkede iş olanaklarının yolunu açabileceğini kaydetti. ‘Yeni bir Irak devletinin yaratılması son kertede global şirketler için iş fırsatları anlamına geliyor.’ Araştırma devi, Salı günü gelecek yılın başında Irak Ulusal Müzesi’ne ilişkin binlerce fotoğrafın internette erişime açılacağını söyledi. Bağdat'taki müze, kapsamlı bir Mezopotamya sanatı koleksiyonuna sahip, ancak güvenlik gerekçesiyle sıklıkla kapalı tutuluyor. Reuters’a göre, Google çalışanları tarafından eserlere ait 14 binden fazla fotoğraf çekildi ve Bay Schmidt bir basın toplantısında şunları dile getirdi: ‘Zamanımızı ve kaynaklarımızı, uygarlığınızın tarihin en başından bugüne gelen sürecine ilişkin görselleri ve fikirleri tüm dünyanın erişimine açmaktan daha iyi bir iş için kullanabileceğimizi düşünmüyorum.’”[6]
Irak Ulusal Müzesi, 2003, © AFP
Aydınlanma; eşitlik ve aklın gücüyle ilgilidir. Bizim ve bizden önce de başkalarının kolonyalizmi, köleliği ve zulmü eleştirmesini sağlamıştır, ama “barbarları kendi yararları için eğitmek” fikrinin de temelini oluşturur. İmparatorlukların kendilerinden zayıf ülkeleri istila ve tarumar ettikleri bilinmeyen bir şey değil, ama sömürgeleştirmenin bir uygarlaştırma çabası olarak sunulması eşsiz bir durum. Bunun, Aydınlanma ve ona dayalı arşivci dürtüler olmaksızın gerçekleşebilmesi mümkün değildi.
Arşiv olmaksızın sömürgeleştirme salt askerî bir konudur, barbarca bir teşebbüstür. Google, “kültürü tüm dünyanın erişebilmesi amacıyla çevrimiçi ortamda koruma ve yayma”yı misyon edinmiş bir “kültür enstitüsü” olmaksızın nasıl görünürdü? Sadece birikim ve kârdan ibaret olurdu. Nitekim, Donna Haraway’in ortaya koyduğu Kapitalosen de, evrensel ölçekte birikimi amaçlayan bir aklı, “her şeyden önce kâr” ve “kolonyalizm ve kölelikten elde edilen artı değerin rasyonel büyümesi” anlayışını tarif eden bir terimdir.[7]
Google dünyanın bilgisini arşivlemeye başlamadan çok önce, Derrida mesihsiz mesihliği tanımlamıştı;[8] arşiv fikrinin arkasındaki humma: “Hiçbir şey arşivden daha rahatsız edici değildir,” diye yazmıştı.[9] Bu arşiv humması, Google’ın kültür girişimini de sarmıştır. Bu girişim, tamamen yeni bir ölçekte, evrensel çaptadır ama bundan kasıt fiziksel ya da coğrafi bir yayılım değil. Google’ın arşiv dürtüsü, olağanüstü bir kültür ve ideoloji üretimi olarak vuku buluyor.
Irak Ulusal Müzesi, 2003, © AFP
“Serbest Erişim” Ne Anlama Gelir?
Google Arts & Culture’da “Tarihin Önemli Anlarının Ardındaki İnanılmaz Hikâyeler” başlığına tıklıyorum. Arama kutusu, sayfanın altında verilen genel bilgiye göre, “Google Kültür Enstitüsü ile işbirliği yapmış 1000’i aşkın önemli müze ve kurumu” keşfetme imkânını sunuyor. Ama sağ tıklama komutu çalışmıyor, bu yüzden görselleri bilgisayarımın hafızasına kaydedemiyorum. Ben erişimi sınırlı, sıradan bir kullanıcıyım. Burada erişimi temsil eden şey ise arama kutusu. Ama geziniyor olmanız, araştırabileceğiniz anlamına gelmiyor. Şayet arama kutusunu kullanmıyorsam, ana sayfada hâlihazırda bekleyen seçenekler de var: “Günlük Özet”, “Günün Hikâyeleri”, “Özellikli İçerik”, “YAKINDAN KEŞFET”, “Zaman ve Renge Göre Keşfet”… Hiçbir şey aramaksızın da Google Arts & Culture’da gezinebiliyorum. Her yerde, her zaman kültürün tadını çıkarın!
Google’ın ansiklopedik bakışı pek de ileri görüşlü sayılmaz. Bilginin kâr amaçlı kullanımı, Wallace’ın da yaptığı bir şeydi. Keşfetmek, bulgulamak, biriktirmek ve belli türdeki bilgilere ayrıcalıklı erişimden faydalanmak, gelmiş geçmiş tüm kolonyalist koleksiyonların motivasyonuydu. Google, Anna-Sophie Springer’ın tabiriyle, tıpkı Wallace gibi bir “profesyonel ölçümcü”[10], ama ikisinin ticari çıkarları arasında bir fark var: Google, evrensel oranlamalar yapan kâr amaçlı bir şirket, ele geçirip düzenlediği şeyleri daha da etkinleştirmek için sürekli olarak veriye ve standartlaştırmaya ihtiyacı var. Her şeyi dijitalleştirme ve bilgiye dönüştürme işi, toplumu ucuz ve ölçümlenebilir bir düzene koymak için kılıf görevini görüyor: Her şeyi veriye çevir ve kolayca yönet!
“Bugünün sonsuz interneti sadece iki işlevi olan evrensel bir arayüze sahip: arama ve feed (besleme). Şayet siz neyi aradığınızı biliyorsanız arama kutunuz hizmetinizde. Bilmiyorsanız da, feed’iniz her zaman size öneriler sunabilir.”[11] Hem arama kutusu hem de feed, bir ağın standart özellikleridir, günümüzün bilgi arayışlarına cevap vermek için yaratılmıştır.
Arama kutusu az ya da çok aktiflik, feed ise pasiflikle ilgilidir. Sanal gerçeklik gözlüğü Google Cardboard’u ele alalım. Bu, kullanıcıların akıllı telefonları aracılığıyla “sanal gerçekliği kolay, eğlenceli ve makul fiyatlarla deneyimlemesini” sağlıyor. Gözlük kartondan yapılma, bunu hazır satın alabilir ya da alıp montajını kendiniz yapabilirsiniz. Versay Sarayı şu an şatosunun Google Cardboard aracılığıyla gezilebileceği sanal turlar düzenliyor: “Versay Sarayı’nı keşfetmek uygulamayı açmak kadar kolay.”[12] Müzeleri sanal gerçekliğiyle gezebilmek için Google Store’dan bir uygulama indirmeniz gerekiyor. Cep telefonu böylelikle müzelerin enstitü aracılığıyla sağlanan içeriğin aktif kullanımında köprü görevi görüyor. Bu aynı zamanda özel ile kamusal arasında da bir köprü anlamına geliyor.
Google Arts & Culture’da Temsiliyet
Sayfalarda gezinmekten yorgunum. Daha fazla bilgiye erişmek için kutucukları tıklamaktan da. Bazı görsellere yakınlaşabiliyorum. Gezinmeye devam ediyorum. Google Arts & Culture’da bedenim parmaklarıma sıkışıyor. Oturduğum yerden Endonezya Ulusal Müzesi’nde geziniyorum. Görselleri kaydırıyorum, onları birbiriyle kıyaslıyorum. Bu görseller arasında hiçbir hiyerarşi yok; sadece koleksiyon, müzeler, markalar ve onların temsilleri arasında var. Koleksiyonları ve onların detaylarını sunan tüm görseller şu an yukarıdan aşağıya doğru ilerleyen bir ‘stil şablon’un içinden akıyor. Görsel bir veri tabanında dolaşıyorum. Peki sunucu (server) bu veri tabanını nerede tutuyor? Peki, ya veri merkezi bu sunucuyu nerede tutuyor? Bedenim parmaklarıma sıkışmış, müze ise bir yerlerdeki bir sunucuya. Bedenimin gerçek bir müzede gezinirken hissettiği hiyerarşi burada da mevcut. Karşımdaki arayüz, parmaklarımın bu koleksiyondaki bilgiyi nasıl dolaşması gerektiğini tanımlıyor. Arayüz, hiçbir zaman karmaşık değildir, çünkü amacı bilginin keşfini kolaylaştırmaktır. Ama bir arayüz, sunduğu bilginin bağlamını, bir başka deyişle tarihini iletmek söz konusu olduğunda her zaman yetersizdir. Arayüzün sadeliği, kolonyalizmin anıtsallığının yeni biçimidir. Arayüzün ardında yatan şey veri tabanıdır.
Müze bir veri tabanı mıdır?[13] Hayır. Google Arts & Culture bir veri tabanı mıdır? Evet. Veri tabanını yönlendiren dürtü, arşiv dürtüsüdür. Veri tabanı, arşivin ya da koleksiyonun yerini tutmaz; sanat kuramcısı André Malraux’dan alıntılayacak olursak, onu sadece ima eder. Enstitünün 2011’deki resmî açılışı için Amerikan şirketi on yedi sanat müzesini dijitalleştirdi. Bu müzeler arasında Berlin’deki Alte Nationalgalerie, Gemäldegalerie; Washington’daki Freer Sanat Galerisi ve Smithsonian Institution; New York City’deki Frick Koleksiyonu, Metropolitan Müzesi, MoMA; Madrid’deki Reina Sofia ve Thyssen-Bornemisza Müzeleri; Prag’daki Kampa Müzesi; Londra’daki Ulusal Müze ve Tate Modern; Versay’daki Versay Müzesi; Amsterdam’daki Rijksmuseum ve Van Gogh Müzesi; St. Petersburg’daki Ermitaj Müzesi ve Floransa’daki Uffizi Müzesi gibi yerler bulunuyor.[14]
Enstitü tarafından dijital ortama aktarılan koleksiyonlar o günden bugüne artsa ve çeşitlense de Batı kurumlarının koleksiyonları ile Avro-Amerikan müzelerin temsil düzeyi, Küresel Güney[15] ile ilişkilerine bağlı olarak değişiyor. Bu durum ilginç bir içebakış olarak da düşünülebilir; kolonyalizmin kültürel mirasını istemeden vurgulayan bir içebakış.
Şunu vurgulamak önemli: Dijital ortama aktarım, belli bir kültürün fiziksel unsurlarını ortadan kaldırmıyor, sadece kopyalarını üretiyor. Bu kopyalar da, koleksiyonlardaki ve müzelerdeki bağlamlarından koparılıp yeniden çerçevelenebiliyor ya da Google Kültür Enstitüsü örneğinde olduğu gibi bazı kurumların ihtiyaç duyduğu kültürel otoriteyi güçlendirmek için kullanılabiliyor. British Museum örneğine bakalım. Sömürgeci müzelerin pîri olan müze, enstitü ile işbirliğini duyuran bültende “her dünya yurttaşının koleksiyonu” ve “insanlığın maddi kültür varlıklarına değin en kapsamlı araştırma” olarak tanımlanıyor.
British Museum, Google Arts & Culture’dan görünüm.
Yüksek Kültür İçin Yüksek Çözünürlük
Google Arts & Culture’da “gigapiksel” sözcüğünü aratıyorum. Gigapiksel kalitesinde 1,282 sonuç mevcut. Sonra kutuya “gigapiksel, Endonezya” yazıp aratıyorum. Karşıma Endonezya’yla ilgili yedi sonuç çıkıyor ama hepsi bir yerlerdeki işbirlikçi kurumların koleksiyonlarından. Gezinmeye devam ediyorum ve Manet’nin Konservatuarda’sına (1879) tıklıyorum. Sonuna dek zoom’luyorum. Bir resmin ultra yüksek çözünürlükteki görselinde, bir müzedeki orijinalinden daha fazla şey keşfedebilmem mümkün. Resimdeki çatlaklar çok net, ancak adamın yüzünde, gözün çevresinde pikseller çoğalmaya başlıyor. Firefox’umdan kaynaklı olabileceğini düşünüp Google Crome’a geçiyorum. Gigapiksel kaliteye sahip görsellerin çoğu “kanon” denilenlerden. Yüksek kültür için yüksek çözünürlük; bu başyapıtlara, cevherlere ve ulusal hazinelere gigapikselli görseller aracılığıyla bakabiliyorsunuz.
Enstitünün görsellerinde her pikselin bir anlamı var. Ama müzeler de hep bunu yapmıyor mu? Her nesneyi belli bağlamda belli bir anlamla yüklü bir objeye dönüştürmüyor mu? Çözünürlüğünün nasıl olduğunun bir önemi yok; bilgi, temsil ettiği şeyin farklı bir versiyonu. Müzelerdeki objeler dijital kopyalarından farklılar ama nesnesinden soyutlanmış sanat nesnesi, Hito Steyerl’ın dediği gibi “sermayenin göstergesine dönüşmüş ve kavramsal kapitalizmin bir parçası olmuştur.”[16]
“Dijitallik, bir enerji rejimidir: insan enerjisi ve teknolojinin gereksindiği enerji.”[17] Kodlama –dijitalleştirme ve arşiv– aslında çok uzağımızda değil. Derrida’nın bir zamanlar söylediği gibi[18] “kaydettiği kadar üretiyor” ise bu, mevcut ve süreğen bir iş, somut ve mükerrer emektir ve kültüre ilişkin muhafazacı düşüncelerle de ilgisi yoktur. Ve Google var oldukça “dünyanın bilgisini” düzene koyma ve arşivleme misyonu da devam edecektir.
Müze Kültürü Artık Google’laşmıştır
Bilgiye serbest erişim doğru bir ilke, ama “serbest erişim”in gerçekleşeceği çağdaş koşulların, anlamların, bağlamların ve elbette sınırların her zaman farkında olmamız gerekir. Bugün Google Arts & Culture hâlâ 19. yüzyıl müzelerini inşa eden Avrupa merkezci mantıkla ilerlemektedir. “Serbest erişim”, Google Kültür Enstitüsü’nü geniş anlamda bir eleştirel kamusal kurum mu yapıyor? Belki şunu sormak daha yerinde olur: Ziyaretçilerine, Google Kültür Enstitüsü’nün sağladığı “serbest erişimi” sağlayan kamu kaynaklı bir kuruluş daha eleştirel olabilir mi?”[19] Benzer şekilde, İspanyol düşünür ve küratör, Paul B. Preciado da, bir müzenin “sömürgeci bir teknoloji olarak değil ama arşiv yönetiminde başka yolları, başka temsil biçimlerini, başka dünya kurgularını öneren bir eleştiri ve sorgulama aygıtı olarak”[20] nasıl var olabileceğini irdeler. Kurumsal müze kültürü kolonyalist zihniyetten kurtulmamıştır; sadece küreselleşmiş ve artık Google’laşmıştır.
André Malraux, 1950, Foto: Maurice Jarnoux/Paris Match
Malraux’nun Hayalî Müze’sinden Bugüne
Kültürün içinde her zaman hiyerarşi vardır. Google Arts & Culture’da, müzeler farklı hiyerarşiler içinde “ortak”tır. Google Arts & Culture ekibine ne kadar erişim tanırsanız, müzenin veri tabanında o kadar veri olacak ve müze de o kadar “görünür” olacaktır: “Güç iletişimi talep eder. […] İletişimsel kapitalizmde, görseller ve işaretler görülür olduğunda değer ve/veya güç kazanır.”[21] Google Arts & Culture, çok defa André Malraux’nun Hayalî Müze’si ile karşılaştırılmıştır. Hayalî Müze, sanat anlayışımızı belirleyen görselliğin, görüntü üretim imkânları tarafından biçimlendirildiği gerçeğine dayanır.[22] Arşiv pratikleriyle birlikte ilerleyen sömürgeci dürtü, Malraux’nun Hayalî Müze’sinde de mevcuttur. Malraux’nun Hayalî Müze’si eserlerin fotoğraflarının, o eserleri, müzedeki bağlamlarından bağımsız olarak birbirleriyle ilişkilendirmeye imkân sağlayacak bir dizilime dayanır. Malraux bunu yaparken tıpkı Google gibi, fotoğrafın yanı sıra belirli eleme ve post-prodüksiyon tekniklerine başvurur. Çünkü Malraux’nun zihninde “büyük sanat eseri tarihe aittir, ama sadece tarihe ait değildir.”[23]
Bugünden bakıldığında, Hayalî Müze 19. yüzyıl sömürgeci müzesiyle yirmi birinci yüzyılın tekno-determinist Google Arts & Culture’ı arasında bir gri bölge gibi de düşünülebilir. Kurumsal bir koleksiyon değil ama bir veritabanı da değil; kopyalar var ama dijital değiller. Oysa Malraux’nun “sınırsız müze”si hayalîydi, mimari bir yapının içinde değildi, telif hakları yoktu, bir arayüzü yoktu, pazarlamadan ve markadan azadeydi.
Bırakın bilgiler Silikon Vadisi’ndeki şirketlere ait veri merkezlerinde saklansın.
Arşivler ile ağlar, çevreler ile merkezler, kültür ile veri, Google Arts & Culture ile Endonezya Ulusal Müzesi, Alfred Russel Wallace ile Google, bilgi ile teknoloji, Avrosen ile Teknosen, ve nihayet siz ile ben arasında küçük bir gri bölge buldum.
Ben sıradan bir kullanıcıyım ve bu benim hayalî koleksiyonum, tekno-kolonyalist arşivi kendi aleyhine çevirmek için belirlediğim strateji.
Sömürgelerarası Teknogalaksi.
Bilgi düzenlemek hiçbir zaman masum değildir.
Geraldine Juárez’in “Intercolonial Technogalactic” başlıklı yazısından seçilmiş bölümlerin çevirisidir, Reverse Hallucinations in the Archipelago içinde, ed. Anna-Sophie Springer ve Etienne Turpin (K. Verlag|Press & Haus der Kulturen der Welt, 2017).
[1] İngiliz doğa bilimci ve kâşif Alfred Russel Wallace, Kraliyet Coğrafya Topluluğu’nun desteği ile 1854-1862 yıllarında Endonezya ve Malezya’da araştırma yaptı, örnekler topladı, binden fazla yeni bitki ve hayvan türü keşfetti ve bunları Malay Takımaları (1869) adlı eserinde topladı. Darwin ile birlikte doğal seleksiyon ve evrim teorisi üzerine çalıştı – ç.n.
[3] İnternet teknolojisiyle büyük ve kapsamlı bir veritabanı kurma girişimlerinin ilk ayağı. Mundaneum 1910 yılında Belçika’da, iki avukat Paul Otlet ve Henri La Fontaine tarafından kuruldu. Dünyanın bilgisini toplamayı amaçlayan, Wikipedia’nın öncüsü sayılabilecek platform – ç.n.
[4] “% 20 projesi” Google’ın, çalışanlarına şirketteki görev tanımlarının dışında bir iş için zamanlarının yüzde yirmisini ayırmalarına müsaade ettiği projeler. GMail, yenilikçi fikirlerin ortaya çıkması ve şirket potansiyelinin artmasını amaçlayan bu uygulama sonucunda hayatımıza giren şeylerden biri. 1950’li yıllarda 3M de benzer şekilde bir “% 15 projesi”ni hayata geçirmişti. Bunun sonucunda hayatımızda olan şeylerden biri post-it’ler – ç.n.
[7] Donna Haraway, “Tentacular Thinking: Anthropocene, Capitalocene, Chthulucene”, e-flux Journal 75, 2016.
[8] Bkz. Jacques Derrida, Archive Fever: A Freudian Impression, çev. Eric PRenowitz (Chicago: University of Chicago Press, 1996), s. 36.
[9] A.g.e., s. 90. Ayrıca bkz. Jacques Derrida, “Arşiv Humması”, çev. Murat Erşen, Pathos, 2, Bahar-Yaz 2019, s.172 – ç.n.
[11] Rasmus Fleischer, “Some Thoughts About the Idea of Internet Freedom in Times of Counter-Revolution”, copyriot.se/2014/02/03/some-thoughts-about-the-idea-of-internet-freedom-in-times-of-counter-revolution/
[13] Mike Pepi, “Is a Museum a Database?: Institutional Conditions in Net Utopia”, e-flux Journal, Aralık 2014. Türkçesi için bkz: “Müze Bir Veri Tabanı Mıdır? İnternet Ütopyasında Kurumsal Şartlar”, çev. Elif Çiğdem Artan, Gençsanat, Şubat 2015 – ç.n.
[15] Küresel Kuzey ve Küresel Güney dünyada sosyal, politik ve ekonomik anlamda bir bölünmeyi ifade eder. Buna göre Küresel Kuzey, Kuzey Amerika ve Avrupa gibi gelişmiş ülkeleri, Küresel Güney ise Afrika, Latin Amerika, Orta Doğu ve Asya’nın gelişmekte olan ülkelerini ifade eder – ç.n.
[16] Hito Steyerl, a.g.e., s. 42.
[17] Jussi Parikka, A Geology of Media (University of Minnesota Press, 2015), s. 106.
[18] Derrida, a.g.e., s.17.
[19] Rasmus Fleischer, “Autumn Talk Part 4: The Methodof Kopimi”, 30 Ekim 2008, Copyriot Blog.
[21] Irmgard Emmelheinz, “Images Do Not Show: The Desire to See in the Anthropocene”, Art in the Anthropocene, ed. Heather Davis ve Etienne Turpin (Londra: Open Humanities Press, 2015), s. 136.
[22] “Malraux'nun fotoğraflardan kurduğu hayalî müzenin "duvarları yoktur". Mevcut müzelerin bütün bu kısıtlarını ortadan kaldırarak estetik mukayeseye dayalı entelektüel etkinlikleri sonsuzlaştırır. Çünkü fotoğrafın, görüntüyü çevresinden yalıtarak iki boyutlu zeminde çoğaltabilmesi, büyültüp küçültebilmesi, ayrıntılara odaklanabilmesi gibi teknik olanakları sayesinde, önceden hiç kaydedilmemiş olan mekanlara ve zamanlara odaklanılabilir. Sadece resim ve heykel sanatlarına değil, farklı farklı bütün sanat dallarına özgü formlar arasındaki bağlantılar keşfedilebilir.” Bkz. Ali Artun, Mümkün Olmayan Müze – Müzeler Ne Gösteriyor? (İstanbul: İletişim Yayınları, 2017) s. 151-162.
[23] Derek Allan, Art and the Human Adventure: Andre Malraux’s Theory of Art, (Amsterdam: Rodopi, 2009), s. 209.