Mimarın Yok Oluşu

Aşağıdaki metin, GULF Labor üyelerinden Andrew Ross’un Building (in) the Future: Recasting Labor in Architecture başlıklı derlemeye yazdığı Önsöz’den kısaltılarak çevrilmiştir, (ed.) Peggy Deamer ve Phillip G. Bernstein (New Haven ve New York: Yale School of Architecture, New Haven Princeton Architectural Press, 2010) s. 9-13.


John Turner ve Richard Fichter 1970’lerin başında mimarlık alanında derledikleri ve büyük etki uyandıran Freedom to Build/İnşa Etme Özgürlüğü başlıklı kitabı yayınladıklarında, dünya nüfusunun üçte biri kendi evini kendisi yapıyordu – hükümetin ve profesyonellerin desteği olmadığı için, veya onlara meydan okuyarak. Yazarların verdiği bilgiye göre ABD’de her yıl tam 160 bin aile kendi evini kendisi inşa ediyordu. Bu durum kısmen, insanların pratik becerilerinden yararlanarak inşaat masraflarını azaltma arzusundan kaynaklanıyordu; ama Turner, sıradan insanlar için inşa etmenin güç kazanmak anlamına geldiğini de düşünüyordu. Ona göre, mimarlar, buyurgan tutumlarını bir yana bırakıp insanlara daha fazla kulak vermeli, bir binanın nihai kullanıcılarının onlara öğretebileceklerine açık olmalıydılar. İdeal durumda mimar, kendi rolünü, insanlara kendilerini barındırmaları konusunda yardımcı olmakla sınırlandırmalıydı.

 

Bernard Rudofsky’nin 1964’te MoMA’da sergisi de açılan, Architecture without Architects/Mimarsız Mimari kitabından, İsfahan civarındaki güvercin evleri. Rudofsky’nin kitabı için bkz. Architecture without Architects.pdf

 

Kırk sene sonra, mimarların inşa etme sürecindeki rolleri gerçekten de azaldı, ama kendi evini kendi inşa eden insanların sayısı arttığı için değil. Artık inşaat sektörüne, mimarlardan ziyade hukukçular tarafından çizilmiş olmaları muhtemel, basmakalıp projeler kullanan müteahhitler hâkim. Bu yüzden ABD’deki inşaat projelerinin çok büyük kısmında (%90-95 arası) mimarların yokluğu göze çarpıyor; mimarlar artık sadece dar bir pazar oluşturan lüks konut alanında çalışıyor, veya kent simgesi olmak üzere tasarlanan kamu binaları ile, marka kimliği yarışına giren şirket kulelerinin projelerini üstleniyorlar. İşin ilginci, mimarların yapılı çevre üzerindeki etkisi azalırken, bir avuç seçkin tasarımcı olağanüstü kültürel iktidara kavuştu. Şimdilerde kent yöneticileri, büyük rağbet gören “yaratıcı sınıfı” çekme amacı taşıyan ve civarındaki tüm yerleşimlerin arsa değerini yükselten kültür semtlerini Viñoly, Gehry, Nouvel, Rogers, Piano, Foster, Hadid, Calatrava veya Koolhaas gibi isimlerin imzasını taşıyan özgün binalarla donatmak için birbirleriyle yarışıyor. Gelişmekte olan ülkeler de, geriden gelen ekonomilerinin küresel yarışa katılmaya hazır olduğunu kanıtlamak üzere bu isimlere proje sipariş etmek için çırpınıyor. Bu arada, mesleklerini icra ederek geçinme şansı bulabilen eğitimli mimarların sayısı gün geçtikçe daha da azalıyor.

 

2010 İstanbul Uluslararası Sanat ve Kültür Festivali’nin (IST. Festival) konuğu olarak İstanbul’a gelen Zaha Hadid’in festival programındaki profil sayfası, ekran resmi www.istanbul74.com

 

Ortada paradoksal bir durum yok. Tepedekilerin biz geri kalanlardan apayrı bir dünyada yaşamaları, neoliberal çağın bildik bir sonucu. Kuralsızlaşma güçleri, sipariş veren devlet kurumları ile mimarlar arasındaki eski ilişkiyi kopardı; böylece meydan, ihale ve sözleşmeler üzerinde doğrudan etkide bulunan spekülatörlerle girişimcilere kaldı. Keza müteahhitlik şirketlerinin taşeronluk sistemi, inşaat sektöründeki güçlü çıkar odaklarının lehine işleyen kanun maddeleri ve bölgeleme esasları aracılığıyla tam anlamıyla korumaya alınmış durumda. Liberalleşme ayrıca, fikrî mülkiyeti yeni hizmet ekonomisinin merkezine yerleştiren markalaştırma ve benzeri değer-katma yöntemlerinin yükselişini de beraberinde getirdi. Mimarlar açısından bakıldığında, çok az sayıdaki mimarın rekabete girebildiği ve kazananın her şeyi aldığı bir sistem oluştu. Taşeronlaşmanın dünya çapında yerleşmesi, teknik çizim, sunum, modelleme gibi rutin tasarım işlemlerinin ucuz emeğin bulunduğu yerlere havale edilmesine yol açtı. Yapılı çevredeki fiilî emeğin büyük kısmı ise kâğıtsız göçmenler tarafından yerine getiriliyor – bu insanların kendi konut ihtiyaçları ve yaşam beklentileri, kamuoyu kadar, mimarlık mesleğindekiler açısından da görünmez kalıyor.

 

 

Mimarlığın emek ekonomisine dair kapsamlı bir analizde, ideal olarak, kendi evini inşa edenlerin, alaylı ustaların ve vasıfsız inşaat işçilerinin katılımı da dikkate alınmalıdır. Çünkü çalışmanın üretim alanından tüketiciye aktarılma sürecindeki muazzam emek, tüketici kapitalizminin can damarını oluşturmasına rağmen gizli kalan bir emektir. Bütün bu meçhul aktörlerin emeği hikâyenin önemli parçalarından birini oluşturuyor, ama mimarlık tartışmalarında çoğunlukla göz ardı ediliyor. Akademide öğretildiği ve temsil edildiği biçimiyle mimarlık, büyük ölçüde kendi içine kapalı bir meslek olmaya devam ediyor.

Mimarlık mesleği –belki 1960’lar hariç– dışardan insanların veya meslekten olmayanların, uzmanlık tekeline yönelik meydan okumalarına tıp, hukuk veya din kadar maruz kalmadı. Bunun temel sebeplerinden biri, mimarlığın, fiilî üretim sürecindeki emeğe, ve tabii ki nihai kullanıcının fiilî etkinliğine uzak olduğu kabulüydü. Mimarların, fiilî üretim işiyle ellerini kirletmediklerini varsayan bu asalet ideali –ki mimarların kendileri hakkındaki fikirlerinin ayrılmaz bir parçasıdır– her koşulda hayatta kalmayı başardı: 20. yüzyılın başında Le Corbusier ve Bauhaus Okulu’nun avangard bir ilke olarak savunduğu ve yüzyıl ortalarında büyük tasarım şirketlerinin örgütlenmesinde yaygın olarak benimsenen fabrika modelinden sağ çıktı. Sanayi-sonrası dönemin esnek uzmanlaşma anlayışını savunanların elinde yeni bir çehre kazandı. Ama hepsinden önemlisi, bu ideal, mimarın elinde kalan tek tük tasarım işlevlerinin özerkliğini bile tehdit eden gelişmiş tasarım teknolojilerine rağmen dayanmayı başardı.

Bilgisayar destekli tasarım (CAD) ve bilgisayarlı sayısal denetime (CNC) dayalı üretim parametrik kullanımında o kadar gelişti ki, bir binanın tasarlanması da uygulanması da artık  bilgisayımsal programlamanın ürünü. Peki bu durum mimarların rolünü, ve bir projeyi hayata geçirme sürecine dahil olan diğer uzmanlaşmış profesyonellerle –mühendisler, teknisyenler, proje müdürleri vs.– ilişkilerini nasıl etkiledi? Bu profesyoneller arasındaki yeni emek örgütlenmesi nasıl bir görünüm  arz ediyor?

Bütün teknolojilerde olduğu gibi, bilgi-işleme aygıtları da zanaat aleti olarak veya sanayileşmenin verimlilik araçları olarak kullanılabilir. Alet olarak kullanıldıklarında, icatların önünü açtıkları için olumlu karşılanırlar, ama endüstriyel teknoloji olarak devreye sokulmaları endişe uyandırır çünkü bağımsız zanaatkârın geçim kaynağı olan becerilerin değerini düşürüp rutin hale getirdikleri düşünülür. Bu iki tutum, mimarlar arasında CAD üzerine dönen tartışmalarda yaygın olarak ifade edilmektedir. Yeni teknolojiler, bir yandan tasarımcının teknik sorunları çözme kabiliyetini artırma, daha isabetli projeler üretme ve akla gelebilecek her açıyı dikkate alma olanakları nedeniyle övülüyor. Öte yandan, Ruskin’den mülhem el sanatı geleneğinin savunucuları, projelerin çizilmektense hasaplandığı bir ortamda mimarlık mesleğinin yok oluşunun emarelerini görüyor. Cesur yeni tasarım dünyasının taraftarları, alanın modernleşmesinden ve tasarımcının şimdiye dek kullanıma sokamadığı bilişsel yetilerinin tam anlamıyla hayata geçirilmesinden dem vuruyor. Mimarlığın ölümüne kehanet edenlerse, otomasyonu bir beceriden arındırma süreci olarak görüyor ve bürokratik, ölçüm temelli teknolojilerin başka alanlarda –örneğin bilgisayarla yönetilen sağlık hizmetlerinde görüldüğü üzere tıpta– yarattığı tahribata dikkat çekiyorlar. Fakat iki taraftan da, tasarım ve inşaat alanlarında emeğin yeniden örgütlenme biçimleri konusunda hiç ses çıkmıyor.

Building (in) the Future: Recasting Labor in Architecture derlemesi, bu konuyu ele almayı hedefleyen ilk kitap; Harry Braverman’ın, sanayicilerin gelişmiş teknolojileri işyerinde verimlilik ve denetimi artırmak üzere nasıl devreye soktuklarını incelediği klasikleşmiş eseri Emek ve Tekelci Sermaye (1974) başlıklı kitabıyla önü açılan literatüre yeni bir katkı sağlıyor. Fakat kitabın en önemli katkısı, tasarım ile üretim arasındaki sınırın artık –muhtemelen hiçbir zaman– uygulanabilir olmadığını göstermesi. İnşa etmenin tamamen işbirliğine dayalı, bileşenleri birbirine bağımlı bir süreç olduğunu gözler önüne seriyor. Sadece altyapı teknolojilerindeki karmaşıklığın artması bile, artık işin teknik kısmında yer alan yüklenicilerin ve diğer sorumluların tasarımla ilgili kararlar almalarını gerektiriyor. Tasarım işlevleri giderek bölünüyor, ve pek çoğu mimarlık şirketinin dışında yer alan, kimileri de zanaat yapısının derinlerine kök salmış uzmanlaşmış alanlara tahsis ediliyor. Bu da, mimarlık stajyerlerinin bir şirket içinde sekretarya işlerinden profesyonel işlere terfi etme olanaklarının vahim biçimde azaldığı anlamına geliyor.

California Üniversitesi eski rektörü Clark Kerr’in vaktiyle dediği gibi, akademisyenler artık kendilerini bağlı oldukları kurumların sahibi değil kiracısı gibi görüyorlar. Hekim ve avukatların büyük kısmı gibi onlar da yönetilen birer çalışan konumunda, kendi işyerlerinin kontrolünü kaybediyor ve belirli hizmetlerin tedarikçisi gibi muamele görüyorlar. Bu mesleklerin, en azından ilk ortaya çıktıkları çerçevelerle kıyaslandığında ciddi bir bozulmaya maruz kaldıklarına, ve bilgi alanları ile piyasaları üzerinde tekel oluşturmaya doğru yönlendirildiklerine tanıklık ediyoruz. Haleti ruhiyemize damgasını vuran kuşatılmışlık hissi, metalaştırma güçlerinin bugüne dek korunaklı olduğunu düşündüğümüz alanları da yutmaya başladığını düşündürüyor bize. Bu anlaşılır bir yanılsama olabilir, ama meslek sahipleri ve kurumları, zaten baştan beri sermaye sahiplerinin çıkarlarına hizmet etmişlerdir. Günümüzdeki tek fark, bahsettiğimiz mesleki hizmetlerin artık yeni gelişen bilgi endüstrilerine hammadde –fikir, imge, sembol– sağlıyor olması.

prekarite, yaratıcı endüstriler, Zaha Hadid, mimarlık