Muhafaza/Mimarlık

9/4/2020 / skopbülten / Zuhal Ulusoy

Siyaset yakın geçmişe değer biçer; itibarını önce zedeleyip sonra iade eder. Şehir, iktidarların geçmişle kurdukları ilişkinin değişken sahnesine, miras ise seyirlik manzaraya dönüşür.

Muhafaza/Mimarlık, s. 116

 

Nur Altınyıldız Artun, 9 Nisan 1955 – 9 Nisan 2019

 

Nur Altınyıldız Artun, son yıllardaki çalışmalarında, bir yandan harabe kavrayışının tarihine odaklanırken bir yandan da İstanbul’un mimarlık tarihi ve koruma politikaları arasındaki ilişkileri irdeliyordu. Aynı zamanda, kendi harabe kuramında da izleri sürülebilecek, hafıza ve mimarlık, hafıza ve sanat, hafıza ve tarih okumaları yapıyordu. Nur Altınyıldız Artun’un bu zengin ve çok yönlü, titiz ve yoğun araştırmasından derlenen Muhafaza/Mimarlık, Eylül 2019’da İletişim Yayınları Sanat Hayat dizisinden yayınlandı.

Muhafaza/Mimarlık, korumanın, Türkiye’ye özgü tarihine, politikalarına ve ideolojilerine ışık tutacak, Nur Altınyıldız Artun’un İstanbul’un koruma tarihi yazılarından oluşan bir derleme kitap. Derleyeni ise Bilge Bal. Kitap, derleyen Bilge Bal’ın “Abide-Harabe” başlıklı sunuş yazısıyla açılıyor ve Bal’ın sunuşunu iki bölüm takip ediyor. “İstanbul’un Mimarlık Mirası ve Koruma İdeolojisi” başlıklı ilk bölüm, 2007’de Muqarnas dergisinde yayınlanmış bir İngilizce metnin[1] çevirisi. “Harabe Manzaraları / İhtişam Hatıraları - İmparatorlukla Cumhuriyet Arasındaki Eşikte Siyaset ve Mimarlık” başlıklı ikinci bölüm, “Modern Türkiye’de Siyaset” dizisinin Muhafazakârlık cildi içinde yayınlanan makalenin,[2] yazarı tarafından tekrar gözden geçirilmiş ve genişletilmiş hali. Kitabın en sonunda ise “‘Harabe’ Kavrayışının Tarihi” başlıklı bir de “Ek” bölümü yer alıyor. Ekte, bu iki bölümdeki tartışmaların ana eksenini oluşturan kuramsal ve kavramsal yaklaşımın temelleri, harabe kavramının geçmişiyle birlikte kuruluyor.

Kapsamlı ve derinlikli bir metin olan bu derleme kitabın temel dayanağı, yukarıda denildiği gibi, mimari korumanın teknik bir konu olmanın ötesinde ideolojik ve siyasi açılımlar da barındırdığı. Bu doğrultuda çeşitli uygulamaların, içinde bulundukları siyasi ve ideolojik bağlamla ilişkilendirilmesi kolay olmayan, çelişkiler içeren, ironik ve paradoksal özellikleri vurgulanıyor. Nur Altınyıldız Artun bu temel izlek üzerinden Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden başlayıp Cumhuriyetin kuruluş yıllarında devam ederek 1970’lere uzanan dönemin koruma geçmişini inceliyor ve tartışıyor.


 

Kitabın ilk bölümünde, koruma konusunda çelişkili teamüllerin, gelenekten kopuşun, Osmanlı geçmişinin açıkça reddedildiği İmparatorluğun son yıllarında başladığı, imaretlerin sürekliliği ve bakımını sağlayan vakıf sisteminin dağılmasıyla yaşandığı ifade ediliyor. Bir yapıya ‘eski eser’ olarak bakışın bir yandan itibar atfederken diğer yandan da günü geçmişlik vurgusu yapmasının bu tür bir çelişki içerdiği belirtiliyor. Mali kaynakları kalmayan devletin bir yandan eski yapıların metruk ve işlevsizleşerek yok olmaya mahkûmiyetini kabul etmesi, diğer yandan da vakıfların mülklerini elden çıkartarak gelir yaratma politikası gütmesinin süreci hızlandırdığı anlatılıyor. 1950’lerde girişilen köklü değişiklikler sonucu çağdaş İstanbul ile geleneksel şehrin birbirinden farklılaşması ve seçili anıtlara yapılan göstermelik restorasyonların yıkımları ancak kamufle edebildiği, abidelerin birer manzara olarak ele alınıp çerçevelenmiş birer tabloymuşçasına sergilendiği ifade ediliyor. Tarihi yapılara koruma amacıyla değil esin kaynağı olarak yaklaşılmasının uzantısında koruma girişimlerinin ulusal bir mimarlık dili bulma çabasıyla ilişkilendirildiği örnekleniyor.

İnkılapçı veya muhafazakâr, iktidarların geçmişle şehir üzerinden kurdukları ilişkinin sorunlu ve çelişkili olduğu, ikinci bölümde erken Cumhuriyet dönemi ve 1950 sonrası uygulamalardan yola çıkarak aktarılıyor. Biri geçmişten koparak kendini milatlaştıran, diğeri geçmişle bağları yücelten iki ayrı siyasal duruşun İstanbul’a farklı gözlerle bakmalarının Osmanlı geçmişiyle kurdukları farklı ilişkilerle bağlantılı olduğu ifade ediliyor. İstanbul’un önce terk edildiği sonra geri dönüldüğü bu dönemlerin esas olarak Osmanlı mirasıyla değil görüntüsüyle ilgilendiği, ne tamamen yıkım ne de ciddi onarım yapılmasının geleneğin abideleriyle kurulan ikircikli ve çelişkili ilişkinin tezahürü olduğu iddia ediliyor. Tarihi yarımadanın muhafaza edilen harabiyetinin kayıtsızlık, ilgisizlik, ihmal içeren ve bitaraf olmayan kendine ait simgesellik içerdiği, bunun 18. yüzyıl pitoresk harabelerinden farklı bir biçimde itibar kaybına işaret eden hazin durumlar olduğu anlatılıyor. Bu tutumun bir yandan Osmanlı mirasının kendisine değil temsiline olan ilgiyi, diğer yandan da iktidarların geçmişin görüntüsünü istedikleri biçimde sunarak toplumsal hafızadaki yerini yeniden kurgulamasını gösterdiği savlanıyor. Ancak bunu yaparken izlenen taktiğin yapılmak istenenin tersine çalıştığı da uygulamalar üzerinden aktarılıyor. Geçmişle bağını koparmak isteyen inkılapçı iktidar, geçmişin mirasını kendi haline bırakarak bir anlamda muhafaza ederken; geleneği yücelten muhafazakâr iktidarın Osmanlı mirasını sahiplenme çabasının, onarılan büyük abideler dışında şehirdeki Osmanlı binaları ve sokaklarının tahribi şeklinde tezahür etmesinin, siyasetle koruma ilişkisinin paradoksal yapısını çarpıcı bir şekilde örneklediği ifade ediliyor.

“‘Harabe’ Kavrayışının Tarihi” başlıklı ek bölümünde, ilk iki bölümde anlatılan koruma ve siyaset ilişkisinin harabe kavramı üzerinden tarihsel ve kuramsal açıdan tartışma çerçevesi kuruluyor. Her ne kadar taslak metinler üzerinden toparlanmış bitmemiş bir çalışma olduğu belirtilse de bu bölüm, harabe kavramını ve örnekleri anlamamıza ve anlamlandırmamıza olanak sağlayan sağlam bir çatkı sunmakta. Daha önce yayınlanmamış özgün bir yaklaşım olması nedeniyle harabeyle koruma arasındaki karmaşık ilişkiye işaret eden derinlikli kavrayış üzerinde detaylı durmakta yarar var. Bu bölüm, harabe kavramına farklı bakışları örnekleyen bir alegori olarak harabe (W. Benjamin), bir hafıza sanatı olarak harabe (mnemonics), sembolik iktidar sahnesi, kimlik tarihi, abide... olarak harabe yaklaşımlarına değinerek açılıyor. Harabe tarihiyle karşılaşmanın Roma harabelerinin Batı uygarlığının bir gösterisine (spectacle) dönüşerek kültleşmesiyle başladığı aktarılıyor.

 

 

Andrea Mantegna, Aziz Sebastian, 1480 civarı.  

 

Rönesansla birlikte gündeme gelen harabelerin önce taşların yeniden kullanımı şeklinde ortaya çıktığı, özellikle Rafael’in Roma yıkıntılarından alınan taşlarının yeniden kullanımı konusundaki hassasiyetine dikkat çekilerek bu uygulamaya engel olamasa da Roma kalıntılarının çok kapsamlı bir dökümünü yaptığı vurgulanıyor.

Palladio’nun 16. yüzyıl ortasında yayınlanan ve büyük rağbet gören iki Roma rehberinden ilkinin şehrin antik çağ harabelerinin görünümlerini ve tarihlerini içerdiği, bunu izleyen ve gravürlerinin yer aldığı ‘Roma’nın İhtişamı’ albümünün ise harabelerle bir sonraki karşılaşmayı işaret ettiği belirtiliyor. Roma manzaraları ve haritalarını içeren bu gravürlerin estetik nedenlerle rağbet görmesinin ötesinde yüzyıllar boyunca bilgi ve referans kaynağı olarak kullanılması önemli bir nokta. Roma’ya yapılan gezilerin kutsal mekânları ziyaret dışında harabeleri seyretmeyi amaçlaması, gravür betimlemelerinin adeta şehir rehberlerine dönüşmesi bu durumu destekliyor. Estetiğin bir kategorisi olarak ortaya çıkan harabelerin gravürlerde de aziz ve azizelerin resimlerine fon oluşturduğu aktarılıyor.

İnşa Sanatı Üzerine başlıklı kitabında Alberti’nin sadece yeni yapılara değil yıpranan, eksilen, bozulan yapılara da değinerek bunu zamanın tahrip edici gücüne bağlaması ve harabenin nasıl düzeltileceğini araştırmasına dikkat çekiliyor. Harabe temasına sadece mimari değil edebi eserlerde de yazılı ve desen olarak rastlandığına değiniliyor. 18. yüzyıl sonundan 19. yüzyıl ortasına kadar çeşitli sanat dallarında ifade bulan Romantizmin Aydınlanma Çağının akılcılık idealine karşı bireyin hayal gücü, geçmişi yüceltme ve doğa vurgusu ile tarih biliminin bağımsız bir akademik disiplin olarak ortaya çıkması ilişkilendiriliyor. Eskimenin, yıpranmanın bir olumsuzluk değil de zamanın akışının göstergesi, eskilik izleri olarak değerlendirildiği bu dönemde seçkinler arasında antik çağ harabeleri ve Rönesans dönemi eserlerini inceleme amaçlı Grand Tour seyahatlerinin yaygınlaştığı anlatılıyor.

İnsanın ürettiklerinin yıpranması doğanın insan yapısı üzerindeki hakkı, doğayla bütünleşme olarak yorumlanarak harabelerin bu denli önemsenmesi ile imparatorlukların yükseliş ve çöküş döngüsüne olan ilgi arasında paralellik kuruluyor. Tarih ve arkeolojinin yükselişi ötesinde harabenin bu dönemde Avrupa sanatının, edebiyatının ve mimarlığının odağında konumlanarak yıkıntının melankolisi ve çürümenin pitoreskliğinin bir kült haline geldiği, o kadar ki sarayların malikânelerin bahçelerine sahte harabeler inşa edildiği aktarılıyor.

Harabe sanatının üstadı mimar Piranesi’nin gravürlerinin Rönesans’ın kâğıttan müzeleri sayılarak harabe ikonografisinin bu gravürler sayesinde yayıldığı aktarılıyor. Harabeleri antik uygarlığın alegorileri olarak ele alması Piranesi’nin harabelere farklı bir yaklaşımı örneklediğini gösteriyor.

Roma harabelerinin zamanın geçmişten geleceğe sürekliliği ve sonsuzluğunun temsili olduğunu ifade eden Hubert Robert bir diğer harabe resmi ustası olarak anlatılıyor. Harabelere olan tutkuyu Diderot “her şey sonunda hiçbir şey oluyor, her şey mahvoluyor; her şey gelip geçiyor, geriye yalnız dünya kalı- yor, yalnız zaman değişmiyor” sözleriyle ifade ediyor.

Harabelerde ihtişam ve ebediyet arayışının yakın geçmişteki örnekleri olarak son kısımda Mussolini ve Hitler’in harabeyi ideolojik bir araç haline getirmesi aktarılıyor. Kendini Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak gören Mussolini’nin harabeleri canlandırma amacıyla kalıntıları çevreleyen yoksul mahalleleri yıkıp geniş caddeler, ortalarında anıtların yer aldığı büyük meydanlar açarak Roma’yı dönüştürmesi yıkımla siyasetin kesişiminde ele alınarak yıkımın estetiğinin aynı zamanda Mussolini iktidarının da görsel değerini oluşturduğu anlatılıyor. Roma İmparatorluğu’nun kalıntılarından esinlenen Hitler’in ise her imparatorluk gibi Nazi Almanyası’nın da bir gün düşüşe geçeceğini hesaba katarak ileri bir gelecekte kendi ihtişamına yakışır, iyi eskiyen malzemeden yapılmış harabeler miras bırakmayı hayal ettiği aktarılıyor. Albert Speer ile birlikte Berlin’i Nazi iktidarının başkenti Germania’ya dönüştürmek üzere geniş yollar ve Zafer Takı ve Grosse Halle gibi çok büyük, anıtsal ölçekte yapılar öngörüyorlar, ancak savaşın Berlin’i yıkıntıya çevirmesiyle bu devasa projeler de gerçekleşemeden kalıyor. İronik bir biçimde geleceğin anıtsal harabeleri olmak üzere tasarlanan yapılar daha tamamlanamadan istenilmeyen şekilde birer harabeye dönüşüyorlar.

 

Mussolini, kalıntıları çevreleyen yoksul mahalleleri yıkma çalışmalarını başlatıyor 

 

Bu bölümün son kısmında harabeyle faşizm arasında kurulan ilişki ilk iki bölümde anlatılanları da yeniden düşündürtüyor. İstanbul’da muhafazakâr iktidarın tarihi alanlarda geniş caddeler açmak, büyük meydanlar oluşturmak üzere yaptığı tahribat ile faşizmin şehirle ilişkisinde en temel öğe, ‘faşizmin önde gelen sanatı’ olarak ifade edilen yıkarak, yok ederek yol açmak arasındaki paralellik ortaya çıkıyor.

Muhafaza/Mimarlık’ın metinlerinin içeriği, sayıca yaklaşık 76 kadar fotoğraf, resim, harita, afiş, gravürlerden oluşan nitelikli ve özenle seçilmiş görsel malzemeyle de beraber ele alınıyor. Böylece, geçmişin mimari mirasına yönelik farklı yaklaşımlar, muhafaza ve yıkım örnekleriyle belgelenmiş oluyor. Derleme kitap biterken başka araştırmacılara da yararlı olabilecek temel, açık ve özgün bir kaynakça seçkisi de sunuyor. Muhafaza/Mimarlık’ın kaynakçası, 20. yüzyılın başından günümüze kadar uzanan geniş bir aralıkta yazılmış 166 kaynağı içeriyor. Bu seçkide, dönemin gazete kupürlerinden, resmi komisyon raporlarına ve yıllıklara, edebi metinlerden temel kuramsal metinlere ve mimari yorum yazılarına kadar zengin bir tarama söz konusu.

Arşiv çalışması ve geniş bir yelpazede kaynaklar üzerinden karmaşık konuların akıcı ve izlenebilir bir dille anlatılıp tartışıldığı bu derleme, korumanın ideolojisiyle ilgilenen herkes için sağlam ve zihin açıcı bir referans niteliği taşımakta. Kitabın ana ekseninde, geçmişle kurulan tereddütlü ilişki, geçmişi silmek veya korumak ile geçmişi yeniden kurmak arasındaki salınım ve muğlaklık yer alıyor. Bu muğlaklık ile siyasi ve ideolojik alanda ortaya çıkan çelişkili, muğlak ve paradoksal durum arasında kurulan ilişki, Nur Altınyıldız Artun’un, ele aldığı konulara yaklaşımındaki derinliğin göstergesi. Farklı yerlerde yayınlanmış çalışmalarının ve son dönem notlarının biraraya getirilerek bütünlüklü bir yayına dönüşmesi ise kendisine duyulan derin vefanın bir nişanesi. Yazan, derleyen, sunan, emeği geçenleri takdirle anıyorum.

 

Bu metin Mimarist dergisi Kış 2020 sayısında yayınlanmıştır.  



[1] Nur Altınyıldız, “The Architectural Heritage of Istanbul and the Ideology of Preservation”, Muqarnas XXIII: An Annual on the Visual Culture of the Islamic World (Leiden ve Boston, 2007) s. 281-306.

[2] Nur Altınyıldız Artun, “İmparatorlukla Cumhuriyet Arasındaki Eşikte Siyaset ve Mimarlık, Eskiyi Muhafaza / Yeniyi İnşa”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Muhafazakârlık, cilt 5 (İstanbul: İletişim, 2003) s. 179-186.

 

mimarlık