Müzayede Sezonu Açılmışken...

30/4/2013 / skopbülten / Nursu Örge

Salman Rushdie’nin Doğu, Batı kitabında yer alan “Yakut Pabuçların Müzayedesinde” başlıklı fantastik öykü, müzayedelerin “güçlü duygular uyandıran”[1] yönlerine dair hem trajikomik tespitler barındıran, hem de dokunaklı hakikatle yüzleştiren bir eser.

Öykü, sihirli oldukları iddia edilen bir çift yakut pabucun devasa bir müzayede salonunda satışa çıktığı gün yaşananları konu alıyor. Bu iddianın insanları nasıl cezbedeceğini çok iyi bilen müzayedecilerin düzenlediği organizasyonun kapıları, dünyanın dört bir yanından akın akın gelen, sahip olma histerisine kapılmış her çeşit insana açıktır. Toplanan kalabalığın yaratacağı tehlikeler için akla gelebilecek her tür önlem alınmıştır: Bir camekân ardında duran, ışıl ışıl parlayan yakut pabuçların ihtişamını görünce kendinden geçenlerin yerlere akan salyalarını, onları rencide etmeden çabucak siliveren temizlik görevlileri; aşırı heyecan nedeniyle aniden doğuran veya yere yığılanlar için sağlık görevlileri; el altında hazır tutulan deli gömlekleri ve rahatsızlıkları ruhlarında olan mutsuz insanlar için belirli noktalara yerleştirilen neogotik tarzdaki günah çıkarma kabinlerinde danışmanlık hizmeti veren psikologlar gibi, her tür ihtiyaç dikkate alınmıştır bu büyük günde.

Kurşun geçirmez bir cam ardında görücüye çıkarılan bu parıltılı pabuçların kudretinin sınırsız olduğuna dair söylentiler, insanları mıknatıs gibi çeker. Büyük mezat salonunun dolduranlar arasında kimler yoktur ki. Canlandırdıkları karakterlerin iyi veya kötü oluşuna göre havaları değişen film yıldızları; coşkulu kalabalık arasında omuz hizasında dolaştırılan kanepe tepsilerini ve ikramlık suşileri avuçlayan evsizler ve berduşlar, efsanenin yakınında olmak, onu görebilmek için hep birlikte itişip kakışırlar. Arada sırada kontrolden çıkan kargaşayı yatıştırmak için hazırda bekleyen SWAT ekipleri, plastik mermi ve coplarla müdahale ettikleri ve uyuşturucu iğnelerle bayılttıkları fakir fukarayı karga tulumba dışarı çıkardıktan sonra, şehrin dışında ıssız bir yere götürüp bir kenara atmak üzere kapıda duran araçlara doldururlar. Müzayede salonunda yakut pabuçların camekânı önünde harıl harıl ne yazdığı anlaşılmayan notlar almakla meşgul, hakiki bir mucizenin varlığına inanmayan davranışbilimci profesörler ile kuantum fizikçileri de yerlerini almıştır.Tüm dünyanın gözü bu pabuçlardadır.

Bu olağanüstü katılım nedeniyle yüzleri gülen ve “Kimsenin parası başkasından iyi değildir,”[2] düsturuyla hareket eden pek liberal müzayedecilerin hoşgörü sınırı o kadar geniştir ki, sırf pabuçların fetişleştirilmesini lanetlemek için onları satın almak isteyen ve sonra da yakmayı planlayan köktendinciler bile, belli bir mesafede durmaları kaydıyla, ama büyük bir özenle ağırlanırlar burada; öfkelerini rahat rahat kusabilsinler diye, kendileri için özel olarak kutsanmış ahşap kürsülere buyur edilirler.

Bir de pabuçların sihri sayesinde ruhlarındaki sancıları dindirebileceklerine inananlar vardır. Ya da onları bir zaman makinesi olarak kullanıp ölen anne babalarına kavuşmayı düşleyen yetimler... Sanki insanlığın tüm arzuları ve özlemleri bu pabuçların kudreti ardında saklıdır.

 

Günümüzün sancıları arasında, ‘yuva’ bizim için dağınık, hasarlı, ayrışık bir kavrama dönüştü. Özlem duyacak o kadar çok şey var ki. Gökkuşakları da bir o kadar ender görülüyor. Bir çift sihirli ayakkabının işe yaramasını ne kadar umut edebiliriz? Bizi yuvamıza götüreceklerine söz verdiler ama yuva eğretilemelerini anlayabilirler mi, soyutlamalara izin verirler mi? Düzanlamları mı tercih ederler   yoksa o kutsal sözcüğü yeniden tanımlamamıza müsaade ederler mi? Çok fazla şey mi istiyoruz, çok fazla şey mi umuyoruz?[3]


Rudolf Beck’in, Close Encounters of the Third Kind: Salman Rushdie’s Short Story Cycle East, West başlıklı makalesinde yaptığı bir yoruma göre de Rushdie bu öyküsüyle, Batılı insanın materyalizme olan bağımlılığını ve maddi şeylere nasıl tanrısal değerler atfettiğini gösterir; oysa insanların içini kemiren sorunlar maddi değil, psikolojiktir. Kendilerini huzurlu hissedebilecekleri, yalnızlık çekmeyecekleri bir “yuva” arayışındadırlar.[4]

Öykünün aynı zamanda anlatıcısı olan kahramanımız da kendi kişisel gerekçeleriyle bu mezattaki yerini almıştır. Uzun yıllar önce ayrı düştüğü ölümsüz aşkına bu pabuçların sihri sayesinde yeniden kavuşabileceğine dair bir umuttur onu bu çılgın kalabalığın içine sürükleyen.

Kahramanımız, kişisel çaresizliğine dair birtakım açıklamalar getirdikten sonra, dünyanın merkezi haline gelen Büyük Mezat Salonu ile ilgili izlenimlerini aktarmaya kaldığı yerden devam eder. Kadınlar, çocuklar, cins kedi ve köpekler, devlet sırları, her şey ama her şey satılıktır müzayedelerde: Tac Mahal, Alpler, Özgürlük Abidesi, vb. Hatta insanların ruhları, cehennem iblisleri bile tek bir çekiç darbesiyle yeni efendilerine kavuşabilir.

 

Buradaki eylemlerimiz bir tür saflık taşıyor, münadinin çekicinin altına girmek üzere lotlar halinde biraraya getirilmiş hayatın engin karmaşıklığıyla, bizim bu hayata karşı tutumumuzun aynı ölçüdeki basitliği arasında estetik açıdan memnun edici bir gerilim yatıyor. Biz fiyat teklif ediyoruz, müzayedeciler o lotu satıyor, mezata devam ediyoruz. Çekiçlerin adaleti karşısında herkes eşittir; kaldırım sanatçısıyla Michelangelo, köle kızla Kraliçe. Bu bir rağbet mahkemesi... Geçmişlerimizin, geleceklerimizin, hayatlarımızın değerini belirlemek için müzayedelere gidiyoruz.[5]


"Yakut pabuçlar" gelişigüzel bir sembol değil; Rushdie’nin bu öyküsüne ilham veren, 1939 yılına ait kült film Oz Büyücüsü’nün baş kahramanı Dorothy’nin ayağındaki sihirli pabuçların ta kendisi. Masal kahramanı Dorothy, topuklarını üç kere vurup “Yuva gibisi yoktur!” dediğinde Kansas’taki “yuvasına” dönmeyi bu pabuçların sihri sayesinde başarıyordu ve Rushdie de bu öyküyü kaleme almadan önce Wizard of Oz adıyla yayımlanan denemesinde bu pabuçların sembolizmini çözümlemişti. Bu denemesinde öne çıkardığı saptama şuydu: “Yakut pabuçların asıl sırrı ‘Yuva gibisi yoktur!’dan öte, artık yuva diyebileceğimiz bir yer olmadığıdır...”[6] Mezat salonunda heyecanla satışın başlama anını bekleyenler arasında, yine Oz Büyücüsü’ndeki masal diyarından karakterlerin de (teneke adamlar, aslanlar, büyücüler vd.) göze çarpması, gerçekliğin ortadan kaybolduğu bir dünyada olduğumuzu ima eder. Rushdie, masalla gerçeğin iç içe geçtiği, ve gittikçe bir kurmaca halini alan dünyanın, özellikle de Batı dünyasının, içindeki derin ruhsal boşluğu doldurmaya çalışırken gerçeklikle olan bağlarını nasıl yitirdiğini de gösterir bize böylelikle.

 

Yakut pabuçlara tapıyoruz; çünkü onların bizi cadılardan koruyabileceklerine inanıyoruz... çünkü dönüşümü tersine çevirebilme güçleriyle artık inanmaktan vazgeçmek üzere olduğumuz, yitip giden bir normallik durumunu olumluyor, o duruma dönebileceğimizi vaat ediyorlar; çünkü tanrıların ayakkabıları gibi parlıyorlar.[7]



 Oz Büyücüsü'nde Judy Garland'ın giydiği çiftlerden biri

 

Müzayedenin kurmacası içinde gerçeklikle olan bağlar öylesine kopar ki, cüzdanların çarpıştığı bu muharebe alanında lot arttıkça, hezeyanın boyutları da tehlikeli bir hale gelmeye başlar. Bu heyecana kapılan ve hırslarıyla güdülen insanlar, sahip olma duygularını tatmin edebilmek veya düşlerini gerçekleştirebilmek için hemen her şeyi yapabilirler. Fakat tüm bu ruhsal kargaşanın, çalkantının arasında, bazen de bir anlamsızlık duygusu peyda oluverir; her şey önemsizleşir. Kahramanımız tüm bu aşırılığın uyarıcı etkisiyle bir anda silkinir ve tüm ağırlıklarından kurtulur: “Kar fırtınasında ölen bir adam gibi, dinlenmek için karların arasına uzanırız,”[8] der.

Öykümüzdeki kıssadan hisseye gelince, en nihayetinde müzayedeciler gönlü bol insanlardır. Hangi sınıftan olursa olsun, onların sayesinde her insan, kanında asalet taşıyan bir soyluya, önemli bir kimseye dönüşebilir; istediği kimliği satın alabilir ya da düşlerini gerçekleştirebilir.

Oz Büyücüsü’nde Dorothy’nin (Judy Garland) giydiği ve kimilerince Hollywood’un “Kutsal Kâse”si olarak adlandırılan hakiki yakut pabuçlara gelince, geçtiğimiz yıl filmde kullanılan dört çiftten biri düzenlenen müzayedede 2 milyon dolara satıldı. Satın alan kişinin özlem duyduğu bir “yuva”ya kavuşup kavuşamadığı ise meçhul.

 



[1] Salman Rushdie, Doğu, Batı, çev. Begüm Kovulmaz, (İstanbul: Can Yayınları, 2011) s. 79

[2] A.g.e., s. 84

[3] A.g.e., s. 84

[4] Rudolf Beck, "Close Encounters of the Third Kind: Salman Rushdie’s Short Story Cycle East, West", Anglia. Journal of English Philology, Vol. 116 (3), Ocak 1998.

[5] Salman Rushdie, Doğu, Batı, çev. Begüm Kovulmaz, (İstanbul: Can yayınları, 2011) s. 89

[6] Salman Rushdie, The Wizard of Oz, (British Film Institute, 1992)

[7] Salman Rushdie, Doğu, Batı, çev. Begüm Kovulmaz, (İstanbul: Can yayınları, 2011) s. 83

[8] A.g.e., s. 91

 

müzayede