Neoliberalizmin Mimarlığı ya da Birinci Dijital Dönümde Yıldız Mimarlığın Yakın Geçmişine Dair Beklenen Bir Hesaplaşma

      “Genel olarak İktidar’dan, Devlet’ten, Sermaye’den veya Küreselleşme’den bahsetmeyi bıraksak iyi olur.” Alejandro Zaera-Polo, FOA Kurucu Ortağı

 

Dünya genelinde beşeri bir etkinlik olarak eleştirinin ve eleştirel düşüncenin gittikçe gözden düştüğü bir dönem içindeyiz. Doğal olarak, eleştirel düşüncenin gerekliliğini vurgulayan mimarlık yayınlarına rastlamak da gittikçe zorlaşıyor. Ama her zaman “akıntıya karşı yüzen” istisnai kişiler çıkıyor. Okuyacağınız metin de o kişilerden biri olan Douglas Spencer’ın 2016 yılında yayınlanan, 2018 yılında Türkçeye çevrilen Neoliberalizmin Mimarlığı: Çağdaş Mimarlığın Denetim ve İtaat Aracına Dönüşüm Süreci adlı, son yılların en çok dikkate değer mimarlık yayınlarından birine dair değerlendirme yazısıdır. Dikkat çekiciliğinin sebebi ise 1990’lardan 2010’ların ortasına kadar süren dijital mimarlığın ilk evresine bilgisayar destekli teknik olanakların denendiği naif bir dönem gibi bakmak yerine, “yıldız mimarlar”ın teorileri, eleştirileri ve praksisleri üzerinden yola çıkarak hazırlanmış, eksikliği çok hissedilen eleştirel bir tarih yazımı olmasıdır. Dolayısıyla kitabı değerlendirmeye de önce 1090’lara dönerek başlamak uygun olacaktır.

 

 

1990’lar

20. yüzyılın bitimine on kala, dünya genelinde yüzyılın sonuna yakışan şekilde ardı ardına radikal dönüşümler yaşanmaya başlamıştır: Bilişim ve iletişim alanındaki dijital gelişmeler, Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyetler Birliği’nin dağılması, kapitalizm ve komünizm arasındaki mücadelenin kapitalizm lehine sonuçlanması ve çift kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçişin önündeki engellerin kalkması ile hem teknolojik hem ekonomik hem siyasi açıdan küreselleşme, kendisini bir olgu olarak her alanda yoğun biçimde gösterir. Buna paralel olarak mimarlık alanında da teoriden pratiğe, özneden nesneye birçok katmanda kırılmalar olur.

 

Eleştirinin Düşüşü ve Yükselen Deleuzecülük

Bu dönemde kültürel alanda eleştirel düşünce faydasız bir entelektüel etkinlik olarak konumlandırılmaya başlar. Hal Foster, bu dönemi sanat ve mimarlık alanında olumlayıcı kiplerin kabul görüp eleştirel kiplerin dışlandığı “eleştirel-sonrası durum (post-critical condition)” olarak adlandırır.[1] Bu bağlamda belli düşünürler dışarıda bırakılırken belli düşünürler de gündeme daha sık gelir:

 

Bana göre, ‘eleştirel’ paradigma 20. yüzyılın başlarında devreye giren düşünsel modellerin bir parçasıdır ve başarılı, yaratıcı olabilmemiz için, yeni olanaklar yaratabilmemiz için gerçekliğe bir nevi ‘negatif’ gözle bakmamız gerektiğini söyler. Bana kalırsa, 20. yüzyılın büyük bölümünde düşünsel doğruculuğunu karakterize eden eleştirel bireysel pratik, artık insanın idrakini aşan bir ölçek ve karmaşıklık arz eden dönüşüm süreçleriyle belirlenmiş bir kültürü ele almaya hiç de uygun değildir (…) Öznelliğin kuruluşu bakımından konuşacak olursak, eleştirel olan, Freud ve Lacan’a aittir, üretken dediğim şey ise Deleuze’e.[2]

 

Benzer şekilde mimarlık söyleminde de “eleştirel düşünce” ve Jacques Derrida gözden düşerken Gilles Deleuze en popüler filozoflardan biri olmaya başlar.[3] Özellikle 1980’lerde “postmodernizm” ile “dekonstrüktivizm” olarak kabaca etiketlenen mimari tavırlar arasında kalan mimarlık söylemi, 1990’larda Greg Lynn, Jeffrey Kipnes ve Peter Eisenman gibi hem teorik hem pratik alanda üretim yapan mimarların girişimleri ile söz konusu dikotomiden çıkış yolu olarak AD’nin (Architectural Design) 1993 yılında yayınlanmış, çığır açan “Mimarlıkta Kıvrım” (Folding in Architecture) adlı özel sayısında sunulur.[4] Derginin sayısına ismini vermiş olan “kıvrım” ise sonraki zamanlarda Deleuze ve Guattari külliyatından devşirilecek kavramlardan ilkidir:[5] 

 

Hem kıvrılabilirlik hem de pürüzsüzlük, mimarlığın ya farklılığın baskısı altında yıkılıp geçecek ya da sabit kalmasına neden olacak iki kamptan da kurtarır. Kıvrılabilirlik, mimarlığın esneklik sayesinde karmaşıklıkla ilişki kurmasına imkân verir. Nitekim karmaşık farklılık ilişkilerini sabit kararlarla baskılamak ya da çelişkilere maruz bırakmak yerine, esnek, öngörülmemiş ve yerel bağlantılarla idame ettirmek mümkün olur.

 

Deleuze’le kurulan bu bağlantı 2010’lara kadar aktif bir düşünsel güzergâh olarak hem felsefeciler hem de mimarlar tarafından kullanılacak ve neoliberal retorikle genişletilecektir. Ama Spencer’a göre bu eklemlenmenin bedeli ve Deleuze’ün mimarlığa tahvil edilmesi Marksist ve Lacancı eleştirel boyutunun dışarda bırakılması, “filtrelenmesi”dir:

 

Böylece mimarlık bir yanda dilsel paradigmalardan ya da eleştirel perspektiflerden topyekûn kurtulup özerklik kazanacak, öte yanda kendi biçimsel ve maddi pratiklerinin yaratıcı kapasitesiyle ilişki kurarak ilerici bir hal alacaktı.[6]

 

Spencer Deleuze’ün düşüncelerinin bu şekilde yassıltılmasını “Deleuzecülük” olarak nitelendirir ve 2011’de yayınladığı “Deleuzecü Mimarlık: Neoliberal Mekân, Kontrol ve Üniver-site” adlı makalesinde geliştirir ki o makale de aslında incelemeye konu olan kitabın çıkış noktasını oluşturur:

 

(…) kimi mimar ve mimarlık kuramcılarının, kendilerini mimarlığa yeni ve özgürleştirici bir yön kazandıran birer öncü gibi göstermek amacıyla Deleuze ve Guattari’ye ait kavramsal söz dağarcığını benimsemesini sorgulamıştım.  (...) söz konusu ‘mimari’ Deleuzecülük’ün hem yazılı söylemini yakın bir okumaya tabi tutmuş, hem de inşa edilmiş projelerini analiz ederek aslında bunların, özgürleştirici olmak bir yana, neoliberal özneleştirme gündemine alet olduğunu ortaya sermiştim.[7]

 

Deleuze’ün bu neoliberalist yorumu mimarlar tarafından şekillendirildiği gibi Bruno Latour, Manuel De Landa ve Niklas Luhmann gibi sosyolog ve filozofların katkısıyla da şekillenir.[8] Dolayısıyla Spencer’ın “Deleuzecü mimarlık” ile başlayan eleştirel tarihyazımı güncel felsefe ve sosyolojinin apolitik Deleuze yorumlarını da eleştirecek şekilde 2015’lere kadar uzanır. Söz konusu dönemi mimarlık tarihçisi ve eleştirmen Mario Carpo, AD’nin “Mimarlıkta Dijital Dönüm: 1992-2012” (Digital Turn in Architecture: 1992-2012) adlı sayısının giriş yazısında “dijital dönüm” (digital turn) olarak adlandırmıştır.[9] Fakat dönemin “dijital dönüm” olarak anılmasında tek sebep mimari Deleuzecülük değildir. Bu noktada terimin hakkını veren gerçek anlamda dijitalleşen bir mimarlık pratiği ve “Bilbao Etkisi”dir.

 

Bilbao Etkisi ve Dijital Dönüm

1990’lar aynı zamanda “bilgisayar destekli tasarım” (Computer-Aided Design) ve “bilgisayar destekli üretim”in (Computure-Aided Manufacturing) de piyasada uygulama şansı bulmaya başladığı zamanlardır. Bu yeni teknolojileri kullanarak tasarlanmış ve inşa edilmiş, başta “Bilbao Etkisi” olarak anılan olguya ismini veren Bilbao Guggenheim Müzesi olmak üzere, bilgisayarla tasarlanan ve üretilen standart olmayan yapıların imgeleri, Guy Debord tarafından “gösteri” olarak tarif edilen imgesel etkileşim teknikleriyle küresel ağ içinde dolaşıma girerek kentlerin rekabet gücünü arttıracak ve küresel sahnede öne çıkmasını sağlayacak kaldıraçlar hâline gelir.[10] Artık mimarlar bu “küresel gösteri”nin diğer “yıldız”ı olarak yapıyla beraber pazarlamanın ayrılmaz bir parçasıdır.[11]

2000’lerin ortasından itibaren bu pazarlama eğilimi o kadar yaygınlaşmıştır ki bir dönem yaşadığımız coğrafyada bile denenir. Özellikle de İstanbul’un küresel kent ağında merkez (hub) statüsü kazanabilmesi için birçok “yıldız mimar”a iş imkânı sunulmuştur:[12] Zaha Hadid’e Kartal, Ken Yeang’a Küçükçekmece, Frank Gehry’ye Tepebaşı ve FOA’ya da Ümraniye’deki Meydan AVM tasarlatılmıştır. Ancak İstanbul’un küresel merkezlerden biri olmayışının tarihsel sebepleri neler ise, aynı sebeplerden sipariş edilen yapıların hiçbiri uygulanamamıştır. Tek istisna ise, Spencer’ın kitabında da incelediği, FOA (Foreign Office Architects) tarafından tasarlanan ve 2007’de kapılarını açan Ümraniye’deki “Meydan Alışveriş Merkezi”dir. Tabii ki Spencer’ın FOA’yı ve işlerini incelemesi rastlantı değildir.

Spencer kitapta bu örnekle yetinmeyerek FOA ile beraber birçok “yıldız mimar”ın hem müellifi olduğu yapılara hem de söylemlerine kapsamlı şekilde yer ayırır, ama alışılagelenin dışında bahsi geçen “yıldız mimarlar”ı “failler” olarak niteler. “Fail” kelimesi ise hukuki bir terim olup “suçu işleyen kişi” anlamına gelir (TDK). Bu da aslında Spencer’ın söz konusu mimarları bir “suç” ile itham ettiğini gösterir. Spencer’a göre mimarların suçları ise “zincirleme”dir; suçları sadece neoliberal değerleri normlaştıran, empoze eden yapılar tasarlamak değil aynı zamanda neoliberal söyleme angaje olup kasten sözcülüğünü de yapmaktır:

 

Elimizdeki kitapta sunulan önemli projelere - Zaha Hadid Architects, Foreign Office Architects, Rem Koolhaas/OMA, gibi çeşitli mimarlık bürolarına dair analizlerimde Siegfried Kraucer, Jean Baudrillard ve Frederic Jameson gibi düşünürlerin kullandığı yöntemlerden yararlandım. Ayrıca belli mimarları ve kuramcıları, metinlerinde savunup yaygınlaştırdıkları argümanlar bakımından, neo-liberal gündemin kasıtlı veya fiili aracıları olarak görüyorum. (…) kitapta onların kimi metinlerine dair sunulan kapsamlı analizler de, argümanların ve görüşlerin eleştirisi olarak algılanmamalı, bunların müelliflerinin eleştirisi olarak görülmemelidir.[13]

 

Yöntem ve Kaynaklar

Bu noktada Spencer’ın suçladığı failleri deşifre etmek için seçtiği yöntem, ekonomi politiğin, estetiğin, hakikatin, kültürün, kurumların ve öznenin, neoliberal kapitalist sistemle hemhal olması için maruz bırakıldığı kapsayıcı düzeneklerin (dispozitiflerin) mimari boyutunu hem teoride hem pratikte görünür kılmaktır. Spencer kitapta, önceki paragrafta ismi geçen düşünürlere ek olarak Theodor Adorno, Michel Foucault, Jean-François Lyotard ve David Harvey gibi eleştirel düşünürlere de açıkça referans verir. Söz konusu bu isimler ise, pek sık başvurulan isimler olmaktan çıkmıştır. Çünkü son 40 yıl içinde sosyal bilimlerdeki “kültürel çalışmalar” gibi ekollerin hâkim olmasıyla okumalarına ekonomik sistemleri dahil eden eleştirel yaklaşımlar neredeyse “komplo teorisi” gibi görülüp marjinalleştirilmiştir:

 

‘Eleştirel düşünce’deki temel sorun, gizli olduğunu iddia ettiği bir şeyi açığa çıkardığını ya da dünyadan çekip atmak istediği bir şeyi çürüttüğünü öne sürmesidir. Şayet eleştiriyle meşgulseniz çoğaltmaya pek zaman ayırmıyorsunuz demektir.[14]

 

Burada neoliberal ahlak için en büyük günahlardan biri olan “faydasızlık” ile suçlanan “eleştirel düşünce” ifadesinde kastedilen ekonomiyi belirleyici bir altyapı olarak görüp kültürel üstyapıyı şekillendirdiğini iddia eden determinist Marksizme indirgenmiş bir muhalif düşünce pratiğidir. Ama “eleştirel düşünce” sadece klasik Marksizmden ibaret değildir. Spencer da Marksizmin bu açmazların farkında olarak kültürel üretimin ve estetik deneyimin politik ekonomik boyutlarını tartışan Frankfurt Okulu’nun eleştirel geleneğiyle beraber Marksist jargonun dışına çıkarak “özne-iktidar-bilgi”nin tahakküm ve denetim mekanizmaları bağlamında kurulmasını sorunsallaştıran Foucault’ya yönelir. Çünkü neoliberalizm yeni işletme stratejilerine dayanan kapitalist varoluş kipini önce tatlı dille endoktrine eden, tatlı dil işe yaramadığında fiziksel güç kullanarak kendini dayatan felsefi bir düşünce ve siyasi ideoloji olarak çok-katmanlıdır:

 

‘Denetim, altına alınmayanı denetim altına almak’ sonsuz sayıda çözüme sahip bir durum değildir: Aslında bu durumun yegane çözümü, insanların kendi kendilerini denetim altına alması, kurum dışı mekanizmalara ait kısımları kendi içsel yatkınlarına aktarması ve hayata geçirdikleri denetleyici güçlerin şirketin genel tasarısıyla bağdaşır olmasıdır.[15]

 

Neoliberalizm ve Duygulanım Dönümü

1930’larda teorik olarak gündeme gelen, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra IMF, BM gibi küresel ölçekte hareket eden sivil toplum örgütleriyle, 1970’lerdeki Petrol Krizi’nden sonra da ekonomik ve siyasi program olarak Anglosakson kültüründe Margaret Thatcher ve Ronald Reagan yönetimi altında bütün dünyaya pazarlanan neoliberalizmi en etkin şekilde eleştiren ve arkeolojisine soyunan Foucault, 1970’lerden başlayarak hayatını 19. yüzyılın başından itibaren modern kapitalizmin iktidar, bilgi ve öznel deneyimin kurulma biçimleri üzerinden değişen tahakküm mekanizmalarını deşifre etmeye adamış entelektüellerden biri olarak öne çıkar:

 

19. yüzyıldaki anlayışa göre, (bireysel özgürlük hedefine) ulaşmanın yolu ‘bırakınız yapsınlar’ düşüncesinden geçiyordu. Oysa neoliberalizm bu yolun rekabetten geçtiğini öne sürer. (…) Devlet sistemi gözetleyecek, rekabete uygun koşulları tesis edecek, tekelleşmenin önüne geçecek, istikrarlı bir para sistemi sağlayacak ve büyük yoksulluğa, sefalete mâni olacaktır. Yurttaşlar sadece devlete karşı korunacaktır, zira serbest bir özel piyasa mevcut olduğundan, rekabet zaten yurttaşları birbirlerinden korumaktadır.[16]

 

Bu açıdan bakılınca neoliberalizm rekabetçi ahlak anlayışını etik bir kod gibi göstererek öznenin sansürü içselleştirmesini (otosansürü) ve böylece disipline edilmeden otokontrol ile kendisini yönetmesini hedefler. O yüzden Spencer’ın alet çantasındaki “öznellik”, “iktidar”, neoliberal “yönetimsellik”, “hakikat oyunları”, “insan sermayesi”, “girişimci kendilik” gibi kavramların büyük kısmını Foucault’dan ödünç almış olması da rastlantı değildir. Diğer taraftan Spencer, Foucault dışında Marksist estetik teori ve eleştiri geleneğinden de beslendiğini dile getirir; estetikle ilgili tartışmaları ise Deleuze ve Guattari’nin Felsefe Nedir? adlı kitabında tekrar gündeme getirdiği temsilden azade, kendiliğinden uyumlu bir etkileşim biçimi olan “duygulanım” (affect) ekseninde konumlandırır:

 

Bizler duyumsamaları resme, heykele ve kâğıda dökeriz. Algı olarak duyumsamalar, bir nesneye göndermede bulunan algılamalar değildir: (…) tuvalin üzerindeki gülümseme sadece renklerle, çizgilerle, gölgeyle yapılmıştır. (…) Duyumsama sadece kendi maddesine göndermede bulunur.[17]

 

“Duygulanım”, özellikle ilk kez Patricia Cough tarafından “Duygulanımsal Dönüm” olarak da dönemselleştirilen, 1990’ların ortasında sosyal bilimler ve kültürel çalışmalar alanında post-yapısalcı paradigmanın dil merkezli temsili gerçeklik kurgusuna karşı beden ve duyguların merkeze alındığı, temsili olmayan bütüncül bir temas ve deneyim türüdür.[18] “Deleuzecü Mimarlar” tarafından da sıkça başvurulmuş bu kavramsallaştırma, Spencer için, dilsel/temsilî katmanı yok sayarak saf kendiliğindenliği ile manipülasyona kapalı ve mutlak olduğu iddiası taşıyan bu yüzden de “deneyimi apolitize ederek” onu tartışmaya kapatan politik bir ajandaya sahiptir: “Çağdaş mimari ifadenin asli dağarcığı, duygulanımlarla, yani siyasi retoriğin önermeye dayalı mantığını aşan kodlanmamış dil-öncesi bir kimlik biçimine yönelmiştir artık.”[19]

“Duygulanım” üzerine yapılan doğallık vurgusu, eleştirel düşünce geleneğinde 20. yüzyıl boyunca “Kraucer’in kitle sürüsü, Barthes’ın mitolojileri, Baudrillard’ın simülasyonları ve Jameson’un bilişsel haritası” ile ifşa edilmiş kapitalist retoriğin hâlâ vazgeçmediği “kültürel” bir mefhumun “doğal” gibi gösterilmesi motifidir: “Doğallaştırılmış olgularda, fetişleştirilmiş metalarda ve estetikleştirilmiş siyasette gizlenen soyut güçleri ve anlamları ortaya sermeyi amaçlayan bu pratikler söz konusu güçleri ve anlamları eleştirel düşünceye tabi kılmaya çalışır.”[20]

 

Mimari Söylemlerin ve Yapıların Eleştirisi

Bu noktada Spencer estetik ile ekonomi politik arasındaki neoliberalist bağlantılara teorik düzlemde değinmekle kalmaz, uzun zamandır akademik camiada itibar edilmeyen başka bir entelektüel etkinliğe daha girişerek gözünü estetik deneyimin nesnesi olan mimari yapılara çevirir ve “star mimarlar”ın yapılarını kapsamlı şekilde çözümlemeye çalışır. Bu bağlamda yapıları hem plastik hem tektonik hem programatik tercihleri bağlamında hem de vaat ettiği estetik deneyim ve o estetik deneyimin politik ajandası bağlamında ele alır. Bu yönüyle Spencer’ın eleştirisi, mimari eleştiri geleneği içinde nitelikli eleştirileriyle başat figürlerden biri olan Alan Colquhoun’un anlayışına da eklemlenir. Colquhoun’a göre “[…] eleştiri yapıtın göze görünen özgünlüğünün ötesine geçmeli ve onu bir totolojiye dönüştürmeden, ideolojik çerçevesini sergilemelidir”.[21] Spencer da yapıtı totolojik ve “nötr” şekilde betimlemekten çok ideolojik çerçevesini, yani neoliberal ideolojiyle angajmanını görünür kılmayı dener.

Bu bağlamda Spencer kitap içinde birçok yapı incelese de özellikle Zaha Hadid Mimarlık tarafından tasarlanan Leipzig’deki BMW Fabrikası üzerine yaptığı değerlendirme her yönüyle doyurucu bir şekilde okuru tekrar tekrar yapı üzerine düşünmeye itecek güçtedir: Spencer, tasarım aşamasına geçmeden önce uzun uzun işverene yapılan ucuz arazi tahsisini, bölgesel ve yerel ölçekte alınan sübvansiyonları, emeğin sömürülmesini kolaylaştıran olağandışı ekonomik koşullarda mevzuatın seferber edilmesini ve emekçilere rıza ürettirilmesini kapsayan süreci önümüze sererek mimarlığın sermayeyi kollayan neo-liberal sisteme nasıl entegre olduğunu da başından itibaren kapsamlı bir şekilde sıralar; yapıyı sadece “bir imalat girişimi” değil aynı zamanda “neoliberal öznellik üretimine hasredilmiş bir proje” olarak nitelendirir.[22] Ama kitap boyunca Spencer’ın en riskli hamlesi de bu mimari yapı okumalarıdır. Çünkü Spencer bu noktada müellifler (Hadid ve Schumacher) ile işverenin (BMW) iddia ettiği gibi mimari söylem ile yapının biçimlendirilmesi arasında sızdırmaz bir çeviri/tahvil olabileceğini varsayar. Bu da pek ikna edici olmaz çünkü mekânsal bir düzenleme ile kullanım performansının üst düzeye çıkması ya da politik ajandası olan formal tercihlerin estetik üzerinden endoktrinasyon araçlarına dönüşmesi tahayyülü, söylemin eylem tarafından mutlak şekilde belirlenebilir olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Dolayısıyla aslında Spencer’ın yapı eleştirilerinde kıymetli olan teorik ve pratik arasında açığa çıkartılan birebir belirlenimci bağlantılar değil, neoliberalist söylem ile “yıldız mimarların” söylemleri arasında kurduğu paralellikler, tasarımlara yön veren ya da pazarlanmasını güçlendirmek için kullanılan ortak kavram ve motivasyonların teker teker arkeolojisinin yapılması, yani mimari alanda neoliberal retoriğin ve rıza mekanizmalarının mimarlar tarafından benimsenerek yeniden mimarlıkta kurulma biçimlerini ifşa etme çabasıdır.

Örneklere de değindikten sonra değerlendirmemi bitirirken kitaba tekrar baktığımda bana bıraktığı birçok farkındalık olsa da onların arasında en önemlisi “eleştiriye karşı beslenen antipatinin, sadece bu coğrafyada olduğu” ve “sebebinin de Türkiye’ye özgü suskunluğu savunan gelenekçi ahlaktan kaynaklandığı” yönündeki ezberi bozarak “eleştirinin Dünya’da da sistemli bir itibarsızlaştırmayla dışarda bırakılmak istenen düşünsel bir etkinlik olduğunu” göstermesiydi. Şu an iliklerimize kadar kendini hissettiren eleştirel kuraklık ve konformist iklimde, kimsenin kolay kolay suya sabuna dokunmadığı akademik dünyada, son zamanlardaki en umut ve ilham verici eleştirel metinlerden biriyle karşı karşıya olduğumuzu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.

 

Bu metin daha önce Ege Mimarlık dergisi Ocak 2021 sayısında yayınlanmıştır.



[1] Hal Foster, “Post-critical”, October, 139, (Kış 2012): s. 4.

[2] Zaera-polo’dan aktaran Spencer, Neoliberalizmin Mimarlığı, s.114.

[3]  Kipnis’ten aktaran Spencer, “Architectural Deleuzism: Neoliberal space, control and the ‘univer-city’”, Radical Philosophy 168, (2011), (erişim 30.12.2020), https://www.radicalphilosophy.com/article/architectural-deleuzism

[4] Spencer, Neoliberalizmin Mimarlığı, s. 106.

[5] Lynn’den aktaran Spencer, a.g.e., s. 106.

[6] A.g.e., s. 114.

[7] A.g.e., s. 11.

[8] A.g.e., s. 127-129.

[9] Mario Carpo, “Twenty Years of Digital Design” Introduction. The Digital Turn in Architecture 1992-2012, (ed.) Mario Carpo (Wiley, 2013) .s. 8.

[10] Kenneth Frampton, Modern Architecture: A Critical History. Londra: Thames & Hudson, 2020) s. 617-618.

[11] Sinan Omacan, “Neoliberalizmin Mimarlığı: Çağdaş Mimarlığın Denetim ve İtaat Aracına Dönüşme Süreci”, Mimarist 64, (Kış 2019), . s. 9.

[13] Neoliberalizmin Mimarlığı, s. 12-13.

[14] Masummi’den aktaran Spencer, Neoliberalizmin Mimarlığı, s. 253.

[15] Boltanski ve Chipello’dan aktaran Spencer, a.g.e., s. 148.

[16] Foucault’dan aktaran Spencer, a.g.e., s. 37.

[17] Deleuze ve Guattari’den aktaran Spencer, a.g.e., s. 275.

[18] Cough, “The Affective Turn: Political Economy, Biomedia and Bodies”, Theory, Culture & Society 25, (Ocak 2008): https://doi.org/10.1177/0263276407085156. s. 1.

[19] Zaera-Polo’dan aktaran Spencer, Neoliberalizmin Mimarlığı, s. 247.

[20] Neoliberalizmin Mimarlığı, s. 260.

[21] Alan Colquhoun, “Bricolage'dan Söylenceye, ya da Kırık Yumurtayı Nasıl Eski Haline Getirmeli”, Mimari Eleştiri Yazıları, ed. Alan Colquhoun, çev. Ali Cengizkan (İstanbul: Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları, 1990) s.165.

[22] Neoliberalizmin Mimarlığı, s. 160.

mimarlık ve suç