ODTÜ'de 1968 ve Sanat

18/12/2016 / skopbülten / Ali Artun

 

Bizim dönemin en önemli hadisesi, 1968’de bütün dünyada eşzamanlı olarak, özellikle üniversitelerde ortaya çıkan devrimci hareketlerdir. Bence 1968’in tarihsel mahiyeti daha yeni yeni keşfediliyor. Bu bağlamdaki tartışmalar giderek dineceğine, artıyor. Tek tek olayları da, örneğin ODTÜ’de 1968 civarında ortaya çıkan işgal, boykot gibi devrimci eylemleri de bu tartışmalar içinde düşünmek önemli geliyor bana. Yani yeniden düşünmek, retrospektif olarak incelemek aydınlatıcı. Yoksa bunları birer anı gibi, ya da o döneme ve o üniversiteye özgü, onun sınırları içinde birtakım eylemler gibi ele almak bence konuyu basitleştiriyor.

 

1968, Felsefe, Marksizm

1968 tartışmalarının ne ölçüde radikalleştiğine ilişkin birkaç ipucu vermek istiyorum: Deleuze diyor ki: “ '68 tarihe bir baskındı”. Etraflıca düşündüğümüzde çok önemli bir tespit. Zaman geçtikçe 1968’in sembolik olarak modernliğin sonunu belirleyen bir tarih olduğu üzerinde duruluyor. Demek ki bir çağ değişimi yaşanıyor. Rönesans’la başlamış olan, Aydınlanma’yla rasyonelleşen, Fransız Devrimi’yle örgütlenen modernlik, 1968’de son buluyor. Birçok tarihçi ve filozof bu düşünceyi paylaşıyor. Sonra tabii bu dönüşümle birlikte eleştirel felsefede, eleştirel düşüncede çok büyük bir değişim yaşadık. Bu değişimi yaratan filozofların hepsi de Paris’teki 1968 eylemlerine katılan filozoflardı. Başta Foucault, Deleuze, Guattari. Guattari’nin İtalya’daki silahlı direnişlerle de ilişkisi var. Baudrillard, Lyotard, Badiou,... Bunların hepsi 1968 Paris Devrimi’nde önemli figürlerdir. 1968 büyük bir zafer oluyor. Paris’i devrimci öğrenciler ve işçiler işgal ediyor. Paris barikatlar kenti. 1848’den beri sokak savaşları veriliyor ve komünler örgütleniyor ama bir türlü bir zafer elde edilemiyor. 1968’de bir zafer elde ediliyor ama çok kısa sürüyor, bir ay kadar sürüyor. Bu egemenleri o kadar korkutuyor ki, koca Mareşal De Gaulle ülkeden ayrılıyor; kaçtığı söyleniyor. Ama sonunda Paris’in işgaliyle başlayan bu komün, bu ütopya 16 Haziran’da bastırılıyor. Ve bu yenilgiden sonra, hemen hemen hepsi Marksist olan direnişin filozofları oturuyorlar ve Marksizm’i bir eleştirel süzgeçten geçiriyorlar. Yaşadıklarını sorguluyorlar. Bir örnek vermek gerekirse –benim açımdan da çok kritik olan çok temel bir örnek– Foucault’nun iktidar meselesini siyasal iktidardan çıkarıp her türlü ilişkinin içine sokması, hatta bilginin içine sokması sonsuz bir ufuk açıyordu. Bilgi-iktidar ilişkisi olarak tanımladığı “söylem” kavramının içine sokması; ve her söylemin bir iktidar barındırdığını iddia etmesi çok köklü bir dönüşümdü.

 

1968, Sanat-Siyaset

1968 başkaldırısı, geriye doğru düşünüldüğünde, sanatla siyaset ilişkisinde de önemli bir durak. Çünkü 1968’in örgütlenmesinde son derece etkin olan sitüasyonist hareket; yani sürrealizmden, Dada’dan, 20. yüzyıl avangardının mirasından yükselen, Guy Debord’un lideri olduğu sitüasyonist hareket, sanatla devrimci eylemi özdeşleştiriyordu. Bu da tabii çok radikal bir düşünce. Ve bunun etkileri hâlâ sürüyor. Gezi’nin bir sanatsal hareket olarak, bir "performans" olarak görülmesi, buralardan geliyor. İleride belki tek tek eylemlerden örnekler vererek değinebilirim, ODTÜ’de yaşanan hadiseler de bu çerçevede gelişti. Türkiye tabii o zaman 1968 isyanına bir merkez ülkesi gibi tepki vermedi, bir Üçüncü Dünya ülkesi gibi tepki verdi. Ama yine de, o dönemde sanatın yükselmesi, bütün kentleri ve sokakları afişlerin istila etmesi, herkesin bir anlamda sanat yapmaya başlaması, başka direniş merkezlerindeki benzer eylemlerle bağlantılıydı. Tabii o zaman bu işe sitüasyonist bir yorum getiremiyorduk. Ama şimdi geri dönüp baktığımda, kenti sloganlarla ve afişlerle donatma eylemlerinin situasyonist espriyi gayet ciddi olarak, etkili olarak paylaştığını düşünüyorum. Tabii 1968’in yenilgisi birtakım silahlı hareketler doğurdu. İtalya’da, Almanya’da olduğu kadar, Türkiye’de de. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ve Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi gibi iki büyük hareket 1968 öğrenci eylemlerinin içinden çıktı. Gerek ODTÜ’deki, gerek Türkiye’deki 1968 hareketlerinin ortaya attığı talepler ve sloganlar anti-emperyalistti. Çünkü dönem ulusal kurtuluş hareketleri dönemiydi, anti-kolonyal mücadele dönemiydi ve bu çerçevede örgütlenen gerilla savaşlarının dönemiydi. Che’nin dönemiydi, Küba’nın dönemiydi. Gerçi Küba Devrimi 1959’da gerçekleşmişti ama hâlâ çok etkiliydi ve büyük tehdit altındaydı. Türkiye’deki 1968’in öğrenci eylemleri de bu anti-emperyalist bağımsızlık mücadelesine bağlandı; sonraki silahlı hareketler de aynı mücadeleyi sürdürdü. Bunları niçin vurguluyorum, çünkü bunlar unutuluyor. Zamanımızda emperyalizm anakronik bir hadiseymiş gibi anılıyor. Hatta, sonradan AKP’yi destekleyen, ‘68’lerin kimi Marksistleri arasında emperyalizmin Lenin’in icadı olduğunu söyleyenler dahi çıktı. Ve 1968 o zamanki tözünden yalıtılmaya başladı. Bütün Üçüncü Dünya’da 1968 hareketleri oldu ve bunların çoğu anti-emperyalist hareketlerdi. Merkezlerdeki; Paris’teki, Roma’daki, Amsterdam’daki hareketler de bu anti-emperyalist söylemden uzakta değildi. Almanya’daki Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF) liderlerinden Ulrike Meinhof o zamanlarda şunları yazıyor:

 

RAF, İtalya’daki Kızıl Tugay, ABD’deki Birleşik Halkların Kurtuluşu gibi şehir gerillası hareketlerinin önemi, onların Üçüncü Dünya halklarının kurtuluş mücadeleleriyle aynı safta emperyalizme arkadan saldırabilmeleridir. Üçüncü Dünya halklarını ezmek ve sömürmek için birliklerini, silahlarını, teknolojilerini, iletişim sistemlerini, kültürel faşizmlerini ihraç ettikleri yerlerden saldırabilmeleridir. Şehir gerillasının stratejisi budur: gerillayı, silahlı anti-emperyalist mücadeleyi, halk savaşlarını öne çıkarmak.

 

Biz de ODTÜ’de, üçüncü dünyadaki halk kurtuluş savaşlarına dikkat çekmek için bildiriler yayınlıyorduk, afişler basıyorduk, forumlar düzenliyorduk. Bir ara Mimarlık Fakültesi stüdyolarının bütün o dev camlarına serigrafiyle büyük Ho Şi Min portreleri bastık. Ayrıca, Sosyalist Fikir Kulübü’nden birkaç arkadaşla birlikte dünyadaki bütün anti-emperyalist hareketlerin işlendiği dev bir pano, dev bir harita yapıyorduk ve bunu sürekli güncelleyerek yemekhanenin girişinde sergiliyorduk. Devamlı yabancı dergileri izliyorduk ve buralardan kestiğimiz resimlerle, metinlerle bütün dünyadaki anti-emperyalist mücadele hakkında öğrencileri bilgilendirmeye gayret ediyorduk.

Tabii ki aynı zamanda 1968, Türkiye entelijansiyasının, Marksizm öğrenmeye başladığı bir dönem oldu. Gerçi Marksist literatür 1960’dan sonra epey bir ortaya çıkmıştı ama Marksizme ilgi 1968 ile birlikte iyice kabardı. Ve Türkiye’de iyi-kötü Marksist bir hareketin, sosyalist bir hareketin başlamasının yolunu açtı bu öğrenci hareketleri.

 

 

 

 

Mimarlık Fakültesi’nde 1968 Atmosferi

Şimdi ben kısaca o dönemde, bizim Mimarlık Fakültesi’nde yaşanan havaya değinmek istiyorum. Bu önemli, çünkü yıllarca her gün bu mekâna geldik; burada yaşadık, yattık kalktık; burada hem mimar olduk hem devrimci olduk; kâh ders yaptık, kâh kestik dersleri; hocalarımızla kaynaştık. Bugünden geriye doğru baktığımda fark ediyorum ki, hayatımdaki en etkili, en istisnai deneyimleri o havada yaşadım. Bir kere, hakikaten çok müthiş hocalarımız vardı. Çok çalışkandılar, çok gayretliydiler, yaptıkları işe çok bağlıydılar. İşleri kadar bizi de çok seviyorlardı. Ve bize karşı gayet eşitçe davranıyorlardı. Davalarımızı büyük bir ilgiyle izliyorlar ve büyük ölçüde paylaşıyorlardı. Biz zaten her konuyu sorguluyor ve siyasileştiriyorduk. Her konuyu, her dersi bir tartışma vesilesi haline dönüştürüyorduk. Sanki sürekli bir forumda yaşıyorduk. Bu durumu hocalar benimsiyorlardı, paylaşıyorlardı. Bütün eylemlerimizde –birkaç istisna hariç– hepsi yanımızda oldular, bizi desteklediler. Ve biz mimarlık fakültesinde hakikaten neredeyse bir ütopya yaşadık.

Üniversite'nin işgal edildiği dönemi hatırlıyorum... Düşünsenize, iktidar sizde. O zaman yanılmıyorsam 8-10 bin kişilik üniversiteyi yönetiyorsunuz. Her gün yemeği çıkacak, temizliği yapılacak, bakımı yapılacak, etkinlikler düzenlenecek filan. Oysa işgal ilkin biraz oyun gibi başlıyor. Bir ara garajlardaki arabalara dadandık mesela. Rektörün makam arabası siyah bir Ford'du, yandan vitesli. Ben araba sürmeyi bilmiyordum ama ille de bu Ford'u sürecektim. Olmuyordu tabii, bir yerde kalıveriyordum. Hadi bu sefer gidip traktörü deniyorsun. Yani işin oyun tarafı da vardı ve ânında ortaya çıkan yaratıcı olayları bu besliyordu bence. Oyun işi özellikle bizim fakültede öndeydi. İşgalde malum bütün fakülte açık, bütün hocaların odaları, her şey bizim elimizin altında. Dolayısıyla atölyeler de açık. Çok iyi ahşap ve metal atölyeleri vardı. Bu atölyelerden inanılmaz işler çıkıyordu: heykellerin yanı sıra, sanatkârane coplar... Ve Türkiye’nin her yerine durmadan afiş basıyorduk. Bu afiş işi hiçbir zaman bir görev gibi yürümüyordu. Afişleri basmak, dev kantine yaymak, bağrışmak filan hem önemli bir eylem, hem de zevkli bir oyundu. Ayrıca kimse bu işi yönetmiyor, örgütlemiyordu. Birkaç afiş tezgâhı vardı ve her nasılsa devamlı bu tezgâhlar çalışıyordu. Bu dediğim gece gündüz yani. Kars’a da basılıyordu –"Süt Ağalığına Son"–, Antep’e de basılıyordu –"Fıstık Bizim Canımız Feda Olsun Kanımız"– her direnişe afiş yetiştiriyorduk. Şimdi bu işgal dönemini canlandırınca, insanların veya toplumların kendi kendilerini ne kadar güzel örgütleyebileceğini, yönetebileceğini görüyorum. Bu Gezi’de de ortaya çıktı öyle değil mi? Gezi'de iktidarın geçit vermediği meydan günlerce işgal edildi. Sonuçları ne olursa olsun, Gezi bir zaferdir bu bakımdan. Ve direnişçiler ne yaptılar? Kendilerine başka bir hayat kurdular; kütüphanesinden tiyatrosuna, konserlerine kadar gayet ütopik bir hayat kurdular. Farklı bir toplumun olabileceğini, insanların kendi kendini yönetebileceğini gördük orada. Yönetilmeye ve denetlenmeye o kadar koşullanmışız ki her anlamda, her yerde, her dakikada, attığımız her adımda. Bunun aksi olamayacak gibi düşünüyoruz. Ama böyle devrimci bir olay yaşandığında bunun ne kadar kolay olabildiğini gördük. İnsanların kendiliğinden ne kadar kolayca örgütlenebileceğini ve bir oyun gibi ne kadar yaratıcı, eşit ve özgürlükçü bir şekilde örgütlenebileceğini yaşadık.

Hem üniversitedeki hem de bizim fakültedeki yaşam –kamusal cephesi son derece zengindi– son derece özgürdü, katılımcıydı, eleştireldi, demokrattı. Adeta bir kamusallık laboratuvarıydı. Mimarlık Fakültesi'nde biraz da bizim mesleğin sanatsal niteliğinden dolayı pek çok aykırı deneyim yaşanabiliyordu. Yani “Protest” bir yerdi. Biz gece gündüz orada yaşardık. Bu serbestti, hatta teşvik edilirdi. Büyük çizim masalarımız vardı, uyku tulumlarımızla onların üstünde yatıp uyuyabilirdik. Çalışırdık, konuşurduk, tartışırdık, içerdik, partiler düzenlerdik. Mesela bir mimarlık balosu yapılırdı her yıl. Bu bayağı kent ölçeğinde bir eğlenceydi. Kıyafet balosuydu, buraya kıyafetle gelmek zorundaydınız. Biletleri filan da çok özeldi, serigrafiyle kösele üzerine, ahşap üzerine filan basardık. Ve oldukça da pahalıydı. Bu baloda, iki büyük mekânda, ayrı ayrı iki orkestra çalar ve millet sabalara kadar dans eder eğlenirdi. Orkestralar çok müthiş rock ve blues orkestralarıydı. Balonun geliri de derneğe kalırdı. Daha sonra, gerek ODTÜ'de, gerekse başka üniversitelerde böyle deneyimler devrimci hareketlerle ne kadar kaynayabildi bilmiyorum. Bu tür eğlenceler, daha doğrusu oyunlar veya festivaller diyeyim, aslında muhalif hayatın bir parçasıydı. Nitekim biliyoruz, 1968 hareketinin cinsel özgürlük konusunda çok önemli birtakım sonuçları oldu. Bunların izlerini biz kısmen ODTÜ’de yaşayabilmiştik. Tasarlayarak olmamıştı, hareketin ruhu içinde ortaya çıktılar. Cinsel eşitliğin ve özgürlüğün yaşandığı her yere sağ basın, İslami ve faşist basın fena halde saldırıyordu. Örneğin baloda öpüşen bir çiftin fotoğrafını basarak, "bunlar komünist, aileye karşı" diye kampanya yürütüyorlardı. Ama buna rağmen hep sürdü bu hareketler. Dediğim gibi kolektif hayat –yani özellikle mimarlık fakültesinde– arkadaşlık, dayanışma çok ideal anlamda yaşandı. Ve ben öyle hatırlıyorum. Onun için hayatımın en önemli dönemi bunlar.

Yine mimarlık fakültesi kantininde bir kafe açtık. Bu kafe de sadece Üniversite'de değil bütün Ankara'da gözde bir kafe oldu. Kalkıp gelirdi şehirden insanlar bu kafeye yani. Kim işletiyordu burayı? Bilfiil işletenler ben ve Yusuf Aslan’dık. Bilfiil derken aklınıza ne geliyorsa: gidip sabahın köründe sandviç almak, sosis almak, sosisleri haşlamak, bulaşıkları yıkamak, ve saire, ve saire... Garsonluğu da, bizim fakültedeki çok güzel birkaç kız arkadaşımız yapıyordu. Seve seve yapıyordu. Doğrusu müşterileri bizim sandviçlerden ziyade onlar çekiyordu. Ve buradan da iyi bir gelir sağlanıyordu tabii ki.

Ben bu tür girişimleri bir yandan da bir tür özerkliğin, özyönetimin ifadesi olarak görüyorum. Kamusal hayatın etkinliğinin sonuçları olarak görüyorum. ODTÜ’deki kantinlerin yönetimini Öğrenci Birliği’ne vermek üzereydi rektörken Erdal İnönü. Aslında yurtların yönetimini tamamen Öğrenci Birliği’ne bırakma taraftarıydı. Ortak toplantılarımızda bunu savunuyordu. Ama bu gerçekleşemeden 5 Mart oldu, ardından da 12 Mart darbesi geldi. Ben bir dönem, 1971’de, bizim 5 Mart eylemlerinden önce, Sosyalist Fikir Kulübü başkanlığı yaptım. Erdal Bey birçok konuda Öğrenci Birliği başkanıyla beni çağırır ve uzun uzun bizi dinlerdi.

Mimarlık Fakültesi'nde de "yönetime katılma" işini biz çok ilerilere götürmüştük. Dekanlıktan ve fakülte kurulundan birçok talebimiz oldu. Mimarlık eğitiminde de radikal dönüşümler hayal ediyorduk. Bu konuda bayağı ayrıntılı çalışmalar yapıyor, ve bunları raporlar halinde yayınlayarak bütün fakülteye ve bu arada tabii fakülte kuruluna iletiyorduk. Ama başta fakülte yönetimine katılmak istiyorduk. Nitekim sonunda bize fakülte yönetim kurulu toplantılarına katılma hakkı verildi. Her isteyen öğrenci fakülte kurullarına katılarak söz alabiliyordu. Ama bu oy hakkı değildi tabii. Oysa biz oy hakkında da diretiyorduk. Daha sonra birkaç temsilciye oy hakkı verilmesini de kabul ettiler. Ama biz eşit temsil istiyorduk. Yani yönetimde öğrenciler ve öğretim üyeleri sayılarına oranlı olarak temsil edilmeliydi. Öğrenciler çoğunlukta olmalıydı. Bu da tartışılmıştı gerçekten, ciddiye alınmıştı. Şimdi gülüyoruz ama hakikaten ciddiye alınmıştı. Sanıyorum iş bizim hocalara kalsa sonunda talebimizi kabul edebilirlerdi. Nitekim bütün okul işgal edildiğinde biz de dekanlığı işgal ettik. O zaman dekan olan Ekmel Bey (Ekmel Derya) bize makamını büyük bir sempatiyle devretti. Adeta bu canlılık, bu eylemlilik onların da hoşuna gidiyordu. Proje konularını da yavaş yavaş biz belirlemeye başladık. Yani neredeyse ders vermeye bile başlayacağız! 1968'de Danimarka'daki bir mimarlık fakültesinde bu gerçekleşti aslında. Kolay değil tabii eğitimle ilgili öneriler geliştirmek. Sonunda hiç olmadığı kadar çalışıyorduk, araştırıyorduk. Öğrencilik çok daha kolaydı!

Bugünün üniversitelerinde hayal edilebilir mi bunlar? Ben şimdi İTÜ’de Mimarlık Fakültesi'nde ders veriyorum, orada da akademik kadro gayet aydın insanlar, muhalif düşünceli insanlar. Öğrencilerle olan ilişkileri büyük ölçüde otoriter değil izleyebildiğim kadarıyla. Ama 1968 başkaydı, ODTÜ Mimarlık bambaşkaydı. Yanlış anlaşılmasın, o zaman öğrencilerin akademiyi yönetme konusundaki talepleri, eğitimin başıboş olmasından kaynaklanmıyordu. Tam aksine, gayet ciddi ve samimi bir ortamda gelişiyordu bu talepler. Örneğin, hatırlıyorum, bizim son yıl proje dersinde –ki bu çok önemli, "mimar olacak mısın olmayacak mısın" ona karar veriliyor– biz bütün dünyadaki mimarlık eğitimini araştırdık. Buna Çin de dahil, Küba da dahil. Dünyanın kitabını okuduk eğitim üzerine. Eğitimle ilgili bütün Marksist teori elden geçti. Bu çok yoğun bir mesai gerektiriyordu ve çok tartışıyorduk aramızda. O zamanki hocalarımız çalışmalarımızı çok takdir ettiler ve bunları seminerler halinde bütün fakülteye sunmamızı önerdiler. Biz de sunduk. Sonunda bu kolektif çalışma, gayet güzel grafiklere dökülerek bizim mezuniyet projemiz oldu. Hepimize tek bir not verildi ve hepimiz birden mezun olduk! Bu arada, aramıza aldığımız ve yıllardır "mimar olamaz" diye mezun edilmeyen birkaç arkadaş da yırttı tabii. Ben de, jüri değerlendirmesi sırasında tutuklu olmama rağmen notumu aldım. Çünkü değerlendirilen tek tek öğrenciler değil, onların hep birlikte yaptıkları çalışmaydı. Ve bütün bunlara karar verenler de onlardı, kendileriydi. Şimdi geriye doğru düşününce, bir yapı projesi yerine, topluca yürütülmüş Marksist bir eğitim araştırmasının mezuniyet sınavı olarak sunulması hakikaten bir ütopya gibi geliyor. Bu da bana ODTÜ’den, mimarlık fakültesinden, 1968 günlerinden geri kalan en büyük miras gibi görünüyor.

 

Sanat Olarak Devrim

Benim aşağı yukarı söylemek istediklerim bunlar. Şimdi başa dönersek, vurgulamak istediğim şu: 1968 hareketini Paris’te Daniel Cohn-Bendit’in, Berlin’de Rudi Dutschke’nin, Londra’da Tarık Ali’nin başını çektiği birtakım direniş hareketleri gibi görmemek lazım. Hakikaten, o zaman, bütün toplumları, bütün kültürleri kuşatan bir devrimci hareket olarak görüp düşünmek lazım. "Tarihin gidişine bir darbe" gibi incelemek lazım. Neydi bu topyekûn ayaklanmanın dinamikleri? Nasıl bulaştı bütün dünyaya? Ne kurdu bunu? Şimdi de aynı soruları sormuyor muyuz? Gezi’yle eşzamanlı olarak, Kahire’den New York’a birçok merkezde devrimci eylemler doğdu. Ortak bir ruh oluştu. '68'de de bu ortak ruh önemliydi. Bir de tabii hatırlamak gerekir ki, '68 anti-emperyalist savaşlar çağıydı. Solun bütün tarihinde zirvede olduğu bir çağdı. '68 eylemleri, kurtuluş savaşları, kitlesel işçi hareketleri ve Marksizm’in yükselişi iç içeydi. Tabii ki bu isyan Türkiye'ye de yansıdı. Ve bu isyana katılan üniversiteler arasında ODTÜ, eylemlerin niteliği ve sürekliliği açısından en önde gelen üniversiteydi belki de. Unutmayalım ki, büyük ölçüde kendiliğinden yükseliyordu bu eylemler. Yani, 19. yüzyıldaki gibi büyük anlatıların (ütopyaların), disiplinli-resmî örgütlerin, şimdiki gibi iletişim makinelerinin işi değildi. Dolayısıyla insanın doğasında böyle bir özgürlük arzusunun var olduğuna inanmak gerekir. Gene Deleuze’e döneceğim: Bu arzu dediğimiz gücün, siyasal anlamda da ne kadar yaratıcı, ne kadar devrimci olabileceğini hatırlatıyor ODTÜ’de yaşananlar bana. Dolayısıyla 1968’in devrimci eylemlerinin üniversite direnişleri ötesinde düşünülmesi çok önemlidir. Çünkü dünyada bütün bu hareketler üniversitenin dışına taştı. Tütün tarlalarına taştı, fabrikalara taştı. Ve daha da ileri giderek Türkiye’de ilk devrimci silahlı propaganda hareketlerinin, ilk gerilla hareketlerinin kurulmasına yol açtı. Bir anlamda denebilir ki THKP-C Mülkiye’den, THKO da ODTÜ’den türemiştir.

1968 direnişlerini üniversitelerin sınırları içinde düşündüğümüz zaman ufkumuz daralıyor. Oysa bu konuda, üniversiteyi radikal bir toplumsal dönüşümün motive olduğu bir çekirdek gibi görmek önemlidir bence. Paris’i hatırlarsan, Sorbonne'dan başlayan direnişler, Fransız Komünist Partisi'nin ve onun taraftarı olan sendika konfederasyonunun –CGT’nin– itirazlarına karşın fabrikalara taştı. Ve öğrenciler fabrikaları kente indirmeyi başardılar. İşçileri fabrikalarını ele geçirmeye ikna ettiler. İşgaller, üniversitelerden başlayarak, ister fabrikalarda, ister tarlalarda olsun, insanlara kendilerini yönetebilme ufkunu sundular. Bu da solun tarihinde önemli bir dönüşüme yol açtı. Stalinizme, Sovyetik-bürokratik partilere, reel sosyalizme ciddi sekte vurdu. Marksist kuramı dogmatizmden kutardı, hareketi zenginleştirdi, yeniledi.

O dönemdeki devrimci hareketlerle sanat arasındaki ilişkiyi düşünürken de bakış açımız yukardaki gibi olmalı. Yani o dönemdeki sanat-siyaset ilişkisi birtakım grafiklerin, afişlerin, sokak sanatının gösterdiklerinin çok ötesindeydi. 1968 sayesinde sanat, bizatihi bir devrimci eylem olarak görülmeye başladı. Gerçi, 19. yüzyıl başından, romantizmden beri "güzellik", özgürlük demekti. Bütün sosyalist ütopyalar nihayetinde bütün toplumu şiirselleştirmeyi öngörüyordu. Komünizm fikri 20. yüzyıl avangardının başlıca bileşenlerinden biriydi. Ama bütün bunlar, daha ziyade estetik alanına özgüydü. 1968 paradigmayı değiştirdi. "Devrimci sanat" yerine "sanat olarak devrim" fikrini sundu. Bu, avangardın (süprematist ve konstrüktivistlerin) sanatı yönettiği 1917 Devrimi ertesindeki yıllarda bile bu kadar ileri gitmemişti. Avangardın 1968'deki mirasçısı sitüasyonistler sanatçıları formlarla, işaretlerle (sözcüklerle) değil, bizzat devrimle oynamaya çağırıyordu. Oyun terimini kasten kullanıyorum çünkü oyunda yabancılaşma yoktur, işbölümü yoktur. Oyun oynayan bir çocuk her şeyi kendi yönetir, o oyunun fikrini de kendi tanımlar, oyuncağın ne olacağını da kendi tanımlar, oyun ortamını da kendi tanımlar vb. Dolayısıyla oyun, yabancılaşmadan en uzak, en yaratıcı edim olarak görülmüştür romantiklerden beri, hem sanatçılar, hem ütopyacı siyasetçiler tarafından. Onun için '68'de bizim oynadığımız oyunların da aynı zamanda birer sanatsal hareket gibi düşünülebileceğine inanıyorum. Bence o dönemin silahlı hareketleri bile bir bakıma romantik hareketlerdi. Romantik terimini bir dönemi, bir edebi ya da sanatsal akımı anlatmak için kullanmıyorum. Bir başkaldırı felsefesi, duygulanımı anlamında kullanıyorum. Bu hareketer romantik hareketlerdi, hayalperest hareketlerdi. Yoksa bu hareketleri yürüten arkadaşlarımız orduyu alt edemeyeceklerini düşünecek kadar akıllıydılar. Yusuf, Anadolu’ya açılırken altında bir tane Java marka motosiklet vardı. İşte bu müthiş! Müthiş bir hayal gücü, müthiş bir tutku, arzu, irade, aşk. İşte bu tür eylemleri oyuna dönüştüren, şiirselleştiren, temelde, aklın önüne geçen hayal dünyasıdır. Bu noktalar üzerinde pek durulmadı. Tabii Can Yücel hariç. Can Yücel’in Deniz’le ilgili Mare Nostrum (Bizim Deniz) şiiri vardır. Onların ölümle oynadığı oyunu yakalamıştır. Şöyle biter Bizim Deniz: Acıyorsam sana anam avradım olsun / Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun.

 

Yalçın Bürkev'in hazırladığı ODTÜ: Tarih Direniyor kitabı içinde (Ankara: Notabene Yayınları, 2016)

sitüasyonizm, sanat-politika, sanat ve direniş, Romantizm