Popülizm ve Halk

 

 

Hepsi aynı görünmüyor, ama grup halinde biraraya topladığınızda bir siyasi aile oluşturdukları açık: Orbán, Erdoğan, Kaczyński, Trump, Modi, Netanyahu belki, Bolsonaro muhakkak. Elbette farklı ülkelerin izlediği farklı gidişatları aynı kalıba sokmak hata olur: Sağ popülizmin yükselişinin sebepleri her yerde aynı değil. Ama ortada belli bir eğilim var ve bunu anlamak önemli: Sağ popülistler ortak bir strateji geliştirdi, hatta ortak bir otoriter-popülist yönetişim sanatı geliştirdikleri söylenebilir – aralarındaki aile benzerliğini yaratan da bu.

Popülist yönetişim sanatının üç dayanağı var: çoğunlukla ırkçı imalarla yüklü bir milliyetçilik; yandaşların çıkarları için devletin gaspı; ve bunlar kadar bariz olmayan üçüncüsü, siyasi iktidarı sağlamlaştırmak için ekonominin silaha dönüştürülmesi – kültür savaşı, patronaj ve kitlesel kayırmacılığın karışımı. Günümüz sağ popülizmini faşizmle eşitleyenler, veya popülizmi yeni bir ideoloji olarak görenler, ya da otoriterliği arzulayan “sıradan halkın” tüm bunlara çanak tuttuğunu varsayanlar, bu özelliklerin hususiyetini gözden kaçırıyor. Popülist yönetişim tekniğinin yayılması, Soğuk Savaş’tan kalma bir yanılsamaya da son verdi: sadece demokrasilerin, kendi hatalarından ve birbirlerinin tecrübelerinden ders çıkarabileceği yanılsaması. Eskiden denirdi ki otoriter yönetimler değişen koşullara ayak uyduramaz, Sovyetler gibi yıkılmaya mahkûmdurlar. Üyeleri popülist yönetim tekniklerini deneyip geliştiren Yeni Popülist Enternasyonal, bu kendinden memnun liberal-demokratik anlayışı sarsıyor.

Tarihçiler, çoğunlukla “geçmişten ders çıkarmak” için, bugün tanık olduğumuz gelişmelere benzer tecrübelerin izini sürdüler. Fakat gerçek şu ki, demokrasiye yönelik günümüzdeki tehditler 20. yüzyıldaki deneyimlerle koşutluk göstermiyor. Bugün faşizm –ki otoritarizm ve ırkçılıktan ayrı bir şeydir– diriltilmiyor: Toplumların kitleler halinde seferber edilip militerleşmesi söz konusu değil; savunmasız azınlıklara yönelik nefret körükleniyor olsa da, ölümüne savaşı insan varoluşunun ebedi ülküsü olarak yücelten sistemli bir şiddet tesis edilmiyor. Macaristan’da, Brezilya ve ABD’de ırksal (ve dinsel) düşmanlık, meşruiyetini devletin en üst kademelerinden devşiriyor, doğru, ama devletlerin ırkçılık temelinde baştan aşağı yeniden tasarlanması söz konusu değil.

Geçmişteki belirli bir anti-demokratik tecrübenin dirilişine tanık olmuyorsak, bunun basit bir sebebi de var: Anti-demokratlar da tarihten ders çıkarmayı biliyor. Kitlesel insan hakkı ihlallerini hayata geçiremeyeceklerini, yoksa 20. yüzyıldaki diktatörlüklerin makus kaderini hatırlatacaklarını gayet iyi biliyorlar. Mesela Erdoğan’ın 2015’ten itibaren uygulamaya koyduğu yaygın baskı, gücün değil zayıflığın emaresi olarak yorumlanıyor. Bu baskıda tam da geçmiş örnekleri tanıyabildiğimiz için, böyle bir rejim geniş çapta uygulanmıyor.

Otoriter-popülist rejimlerin, özellikle “gerçek Türk”, “gerçek Macar”, “Gerçek Hint”, “gerçek Amerikalı” gibi idealler üzerinden mütemadiyen toplumları bölme peşinde olduğu doğru. Ama bu kültürel hegemonya girişimleri çok daha dünyevi bir şeyle birlikte ilerliyor: liderler arasındaki kendini zenginleştirme eğilimi. Otoritarizm, kleptokrasiyle birarada yürür (Polonya asıllı Britanyalı sosyolog Stanislav Andreski’nin 1960’larda ortaya attığı bir terim bu). Bu birlikteliğin en basit açıklaması şu: Hukuki ve siyasi kısıtlamaların bulunmadığı durumda kendi yararına iş yapmak çok daha kolaydır; bu da liderlerin, iktidardan düştüklerinde ceza almaktan kaçınmak için hukuki ve siyasi sistemi sıkı denetim altında tutma ihtiyaçlarını pekiştirir. Ama bunun altında siyasi bir mantık da vardır: başkalarını suça ortak etmek onları rejime bağlar, sadakate zorlar; kitlesel kayırmacılık –yandaşların himaye edilerek ödüllendirilmesi– kitlesel biata meyleder.

Sosyolog Bálint Magyar, Macaristan’da “mafya devleti”nin yükseldiğini söylerken, bu tür dinamiklere atıfta bulunuyor. El altından para dolu zarfların verilmesinden bahsetmiyor Magyar, devlet yapılarının ve hukuk araçlarının yolsuzluk için kullanılmasından söz ediyor. Örneğin devlet ihalelerinin çok büyük bir kısmı, anlaşmalı olarak bir tarafa veriliyor. Mafya devletleri Magyar’ın tanımıyla “siyasi aileler” tarafından yönetiliyor. (Bunlar genelde,  Trump, Orbán, Bolsonaro ve Erdoğan örneklerinde olduğu gibi, yöneticilerin gerçek aile üyelerini içeriyor; en habis işler genelde damatlara ayrılıyor.) Kısa vadede verilen maddi mükafat karşılığında mutlak sadakat alınıyor, ama geleceğe yönelik korunma vaadi de bunun kadar önemli. “Modern bir bürokratik devletin kontrolünü elinde tutmanın esas avantajı, masumlara zulmetme gücünden çok, suçluları koruma gücüdür,” diyor bir Macar.[1]

Fakat ekonominin uluslararası boyutlarında mafya kaidelerini tesis etmek o kadar kolay değil. Sağ popülistlerin neoliberalizme düşman olduğu türünden yaygın bir kanı vardır; halbuki, örneğin Orbán, uluslararası yatırımcılarla uzlaşmıştır. Alman otomotiv sanayiine, Avrupa’nın ortasında “Çin koşulları”nda üretim yapma fırsatı sunmuştur: sendika namına kalan son kırıntıların da esnekleştiği, çevreci protesto ihtimalinin ortaya çıktığı anda ezildiği bir ortam. Polonya’daki sağ popülist hükümetin lideri Mateusz Morawiecki’nin dediği gibi: “Biz pragmatiğiz. Avrupa siyasi elitinin bazı mensuplarıyla ve gazetecilerle derdimiz var, ama sıradan halkla bir sorunumuz yok. Mesela yabancı yatırımcıların yüzde 97’si bize gelebilir.”

Popülistler durmadan halkı bütünleştirmekten dem vururlar ama siyasi stratejileri toplumları bölmek ve kültür savaşları yürütmek üzerine kuruludur: onların şartları çerçevesinde bütünleşmek istemeyen herkes dışlanır. Trump’ın Mayıs 2016’da yaptığı kampanya konuşmasında dediği gibi: “Önemli olan tek şey insanların bütünleşmesi, çünkü diğer insanların bir önemi yok.”

Soğuk Savaş’ın dikkatlerden kaçan bir mirası da, siyasi çatışmanın terimlerinin, bazı önemli düşünürlerin fikirlerine dayandığı varsayımıdır. Putin’i anlamak mı istiyorsunuz? Saltanatının arkasındaki fikir gücü, Batılı siyaset uzmanlarının “dünyadaki en tehlikeli filozof” diye göklere çıkardığı “Avrasyacı” filozof Aleksandr Dugin’dir denir. Bolsonaro’yu anlamak mı istiyorsunuz? Eski astrolog, şimdi zincirleme sigara içen komplo teorisyeni, Brezilyalı alaylı filozof Olavo de Carvalho’ya bakın denir. Trumpizm’e anlam vermek için, Stephen Bannon’ı incelemek gerektiğini söyleyenler var hâlâ – Bannon’ın gizli okuma listesinde, Avrupa yeni sağının başat esin kaynağı Julius Evola varmış (Bannon şimdi Orbán’la çalıştığını iddia ediyor –ona göre “şu anda meydanların en önemli adamı” Orbán; yakın zamanda da Washington’daki Brezilya elçiliğinde Bolsonaro ve Carvalho’yla yemek yediler). Bu türden hazır düşünce tarihleri, kapsamlı dünya görüşlerinden esinlenmiş siyasi aktörlerle karşı karşıya olduğumuz varsayımını temel alıyor; ayrıca, yeterli kanıt olmadığı halde, aşırı sağ partilerin başarısını seçmenlerin bu dünya görüşlerini cazip bulmalarına bağlıyor. Gerçekte liderler, görüşlerini doğru düzgün hayata geçirmedikleri için onları eleştirme ihtimali olan fikir adamları tarafından kısıtlanmayı istemez; yurttaşların büyük kısmı da, iktidarların arkasındaki sözde güçlerin ezoterik düşüncelerinden haberdar değildir.

Kitlelerden hayır gelmeyeceği düşüncesi, 19. yüzyılın başlarından beri liberalizmin olağan tutumu olmuştur. Brexit ve Trump felaketleri, liberallere 19. yüzyıl kitle psikolojisinin önyargılarını diriltme mazereti verdi: insanlar irrasyoneldir, veya en azından korkunç bir bilgisizlik içindedir. Veya, zaten oldum olası otoriterliğe meyillidirler.

Peki gerçekten bu kadar çok sayıda insan aşırı sağın görüşlerini mi benimsedi? Siyaset uzmanlarının ortaya attığı ve popülistlerin de bizzat savunduğu domino teorisinin –önce Brexit geldi, arkasından Trump, arkasından Le Pen vs.– tersine, Batı Avrupa veya Kuzey Amerika’da yerleşik muhafazakâr elitlerin işbirliği olmadan hiçbir sağ popülist iktidara gelmiş değil. Nigel Farage, Brexit’i kendi başına yaratmadı; seçmenleri bunun muhteşem bir fikir olduğuna ikna etmek için Michael Gove, Boris Johnson ve şürekâsına ihtiyacı vardı. Trump, beylik kanaatlerin aksine, işçi sınıfı mensubu öfkeli beyaz erkeklere dayanan bir taban hareketinin lideri olarak seçilmedi; müesses nizamın en büyük partisinin adayıydı ve Chris Christie, Rudy Giuliani, Newt Gingrich gibi isimlerin desteğine ihtiyacı vardı – hepsi de ona kefil oldu. 8 Kasım 2016’da yaşanan olay, bir anlamda, olabilecek en sıradan olaydı. Öteden beri Cumhuriyetçi Parti’yi desteklemiş olan yurttaşlar evlerinden çıkıp seçim günü her seçmen ne yapıyorsa onu yaptılar: Partilerine oy verdiler. Olup bitenler tek kelimeyle normaldi, pek de normal olmayan tek şey, adayın kendisiydi.

Trump’ın anormalliği gözlerden kaçmış değildi, ama daha büyük bir endişenin gölgesinde kalmıştı. Trump’ın devlet başkanlığı için uygun olmadığını düşündükleri halde, yine de ona oy verdiklerini söyleyen Cumhuriyetçiler vardı. Seçimlerin birçoğu artık şu veya bu programın şevkle desteklenmesine değil, başka birini veya başka bir şeyi hiç tereddütsüz reddetme arsuzuna dayanıyor.

Bu sebeple, hükümetteki sağ popülistlerin yaptıkları her şey de halkın isteklerini yansıtıyor değil. Liberallerin, “halk” onu umursamadığı için demokrasi ölüyor diye sızlanmaktan vazgeçmeleri gerekiyor; liberalleri soldan eleştirenlerin de, mevcut siyasi kurumlarımız ırkçılık ve cinsiyetçilikle biçimlendiği için demokrasinin zaten hiçbir zaman var olmadığını söylemekle yetinmeyip, daha fazlasını yapmaları gerekiyor. “Anti-popülist” olmaları yeterli değil: Fiilen neyi temsil ettiklerini bulmaları gerek.

 

Jan-Werner Müller’in London Review of Books’ta (Mayıs 2019) yayınlanan “Populism and the People” başlıklı yazısından seçilmiş bölümlerin çevirisidir.



[1] Bir Macaristan vatandaşının sözlerinden aktaran, David Frum, How to Build an Autocracy – ç.n.