Rancière'le Romantik Devrim, Edebiyat ve Siyaset Üzerine

Peter Hallward: Mallarmé üzerine kitabınız [Mallarme: La Politique de la Sirene] 1996’da yayınlandı, ardından La Parole muette [Sessiz Söz] kitabını yayınladınız. O dönemden beri sanat, edebiyat ve estetik üzerine yoğunlaşıyorsunuz. İlgi alanınızdaki bu değişimin, siyasetten sanata geçmenizin sebebi nedir? Öngördüğünüz bir değişim miydi?

Jacques Rancière: Hiçbir zaman ilerisiyle ilgili planlarım olmadı, gelecekteki çalışmalarıma dair bir program yapmadım. Dolayısıyla çalışmalarımın siyasetten estetiğe evrildiğini de hiç düşünmedim, çünkü hep sınırları bulanıklaştırma derdindeydim. Nights of Labor’ı [Proleterlerin Gecesi, 1981] yazdığımda, politik ve toplumsal olarak adlandırılan bir hareketin aynı zamanda entelektüel ve estetik bir hareket olduğunu göstermek istiyordum: Görünür ve düşünülebilir olanın çerçevelerini yeniden düzenlemeye yönelik bir hareket. Keza, Uyuşmazlık’ta da [Ara-lık, 2005] siyasetin bir estetik meselesi olduğunu; yerleri ve zamanları, konuşmayı ve sessizliği, görünenler ile görünmezleri paylaşma ya da bölüştürme biçimlerini yeniden düzenleme meselesi olduğunu göstermeye çalıştım.

Kişisel ilgilerim beni, “siyaset bilimi” denen alanın meselelerinden ziyade hep edebiyata ve sinemaya yöneltti; o meseleler kendi başlarına pek ilgimi çekmiyordu. İşçilerin tarihi üzerine yazabildiysem, hep kafamda edebiyat alanından referanslar olduğu içindi, çünkü işçilerin metinlerine edebiyatın sunduğu bazı modeller üzerinden bakıyordum; ayrıca pratikte, “işçilerin sözü”nü bir durumun ifadesi gibi ele alan geleneksel bakış açılarındaki örtük politikadan ayrılmamı sağlayan bir yazım ve kompozisyon tarzı geliştirebilmiştim. Bana göre bir felsefi söylemin veya kuramsal sahnenin geliştirilmesi aynı zamanda belli bir poetikayı  hayata geçirmek demek.

Dolayısıyla benim için siyasetten estetiğe geçmek gibi bir durum asla söz konusu olmadı. Mallarmé üzerine kitabımı düşünün mesela, Mallarmé’ye yönelik ilgimin temelinde ne yatıyordu? Bir sahne ortaklığı gibi bir şey. Mallarmé’nin, şairin proletaryayla ilişkisini sahnelediği iki mensur şiirinin başta beni ilgilendirmesinin sebebi, proletarya ile ütopyacılar arasında halihazırda oynanmış olan sahneleri yeni bir tarzda yeniden sahnelemeleriydi.

 

Édouard Manet, Stéphane Mallarmé, 1876

 

Mallarmé’deki gündüz ve gece ikiliği bile (genellikle geceye özgü kaygı ve saflık temaları çerçevesinde okunur), proleterlerin gecesinden bahsetme sebebimi hatırlatıyordu bana: İşçilerin makus talihini anlatmak değildi benim derdim; geceyi, dinlenmeye ayrılmış zamanı ilhak ettiklerini, böylece kendilerini belirli bir yerle sınırlı tutan zaman düzeninden koptuklarını göstermekti. Bunlar hep benim için birbiriyle bağlantılı oldu, ister siyasetin bünyesindeki estetikten, ister yazmanın bünyesindeki siyasetten bahsedeyim… Mallarmé kitabından önce, La Parole muette’ten önce, hatta Uyuşmazlık’tan bile önce, yazmanın siyaseti üzerine birkaç yıl seminer dersi vermiştim – yani, “siyaseti nasıl yazmalı” değil, “yazmada has anlamıyla siyasi olan nedir” sorusu üzerine bir seminer. Michelet üzerine kitabım [Tarihin Adları, Metis] belirli bir tarih yazma tarzının doğuşuyla ilgiliydi. Yazmak, hususiyetleri tercüme edip bilgiyi mi aktarır, yoksa paylaşılan duyulur alanını biçimlendirmenin ve bölmenin bir yolu, başlı başına bir eylem midir? Bu sorular daha sonra da beni ilgilendirmeye devam etti.

O zaman, yazmanın politikası, genelde siyasetin ve estetiğin ilişkilendirildiği temsil sorunlarından bambaşka bir şey olmalıdır. Yazarların kadınları, işçileri ve yabancıları nasıl temsil ettiklerini asla merak etmedim. Beni ilgilendiren, hep, evrensel tikelliği bölme yolu olarak yazı oldu. Edebiyat da kendi tarzınca, siyasi eylemdekinden farklı bir uyuşmazlığı ve yanlış hesabı devreye sokar. Örneğin bir Flaubert’de, toplumsal kategorilerin temsil edilişindeki çeşitli “önyargı” biçimlerinden ziyade, bu ikisi arasındaki ilişkiydi beni ilgilendiren. Bunları, tarih yazımı meselesi üzerinden düşündüm ve sonuçta ortaya edebiyatın politikası üzerine çalışmalarım çıktı.

Romantik devrimden sonra tarif ettiğiniz biçimiyle edebiyatın, yani bir yanda sistemli, ansiklopedik, hatta jeolojik bir tarzda her şeyi konu alan, Cuvier ve Balzac tarzı bir edebiyat ve öte yanda kendinden başka hiçbir şeye göndermede bulunmayan, hiçbir şey hakkındaki edebiyatın konumu ile, siyasetin konumu arasında kavramsal bir koşutluk var mı? İkisi de her şeyi ve hiçbir şeyi, dışlamayı ve evrenseli birbirine bağlama çabası olabilir mi?

İkisi arasında doğrudan bağ yok, ama ikisi de aynı anlam çekirdeğini temel alıyor. Kadim kurgusal veya dramatik “olay örgüsü”, eserin ya şeyler ve göstergeler bolluğundan ya da olayların ve duyuların seyreltilmesinden taştığını öne süren aynı organik, Aristotelesçi fikir. Geniş anlamıyla bir yazma rejimi olarak edebiyat, kendini Devrim’den sonra salt bir yazım tarzı olarak, yazma sanatını tasavvur etme tarzı olarak değil, aynı zamanda toplumu ve o toplumda sözün yerini yorumlama tarzı olarak da tanımlar. Edebiyat kendini, söz söyleyen kişi figürünü bir biçimde aşan bir söz fikri etrafında tanımlar. Sözün [parole] her yerde olduğu, bir şiirde söylenenlerin ille de konuşmaya yönelik bir iradenin ona söylettiği şeyler olması gerekmediği fikri etrafında tanımlar. Bu Vico’nun mirasıdır. Veya dilin her yerde olduğu fikri, ki bu da Balzac’ın tutumudur. Her yerde bir nevi engin şiir vardır, toplumun kendini çeşitli göstergelerle hem telaffuz ederek hem de gizleyerek yazdığı bir şiir.

 

Gustave Flaubert

 

Flaubert’in bakış açısını alırsak, “hiçbir şey hakkındaki kitap” kayıp bütünselliğin yerini alır. Aslında bu hâlâ Schiller’in bir dünyanın şiiri olarak (“duygusal” şiire karşı) “naif” şiir fikridir (etkileri günümüze kadar hissedilen olağanüstü güçlü bir fikirdir bu): yani, sadece kendiyle ilgili olan bir eserin ters çevrilmiş formunda eşdeğerini üretmemiz gereken bilinçsiz veya “istemsiz” bir şiir. Kayıp bütünsellik kendini hiçbir şeyin tarafında yeniden keşfeder, ama bu hiçbir şeyin ne demek olduğuna bakmamız lazım. Flaubert, demokratik halkı un ufak etmesi gereken bir tür atomik mikroloji icat etmiştir. Aynı zamanda, temsilî geleneğin hiyerarşilerine karşı “eşit yeğinlikler estetiği” diyebileceğimiz şeye de katkıda bulunur; Flaubert’in –onu mahkûm ederken bile– Madam Bovary’ye atfettiği estetik de budur. Kurmacadaki halk ile toplumsal dünya arasında, bu edebiyatın ele aldığı çatışmalı bir suç ortaklığı vardır. Flaubert, Madam Bovary’ye ve sanat ile hayatın “demokratik” biçimde iç içe geçirilmesine “karşı” yazar; ama aynı zamanda, konuların ve yeğinliklerin eşitliğini olumlayan “demokratik” bakış açısından da yazar. Beni ilgilendiren de bu gerilim. Edebiyat kendine, siyasetçilerin konuştukları mevzular hakkında konuşmanın başka bir yolunu icat eder.

Estetik Bilinçdışı (2001) [Ara-lık, 2006] kitabındaki Freud okumanız, daha doğrusu Freud’un çalışmalarını edebiyat bağlamına yeniden yerleştirme tarzınız beni çok etkilemişti. Bu konudaki yaklaşımınız hakkında genel bir fikir verebilir misiniz? Mesela Lacan hakkındaki fikriniz nedir – sözün önceliğini, her türlü söz fenomeninin eşit ve özünde anonim olduğunu, sözü söz olarak dinlemenin önemini vs. vurgulayan bir düşünürdür Lacan…

Lacan hakkında fazla bir şey diyemem, çünkü hâlâ onun hakkında ne düşüneceğimi, daha doğrusu onun düşünceleriyle ne yapabileceğimi bilmiyorum. Bana göre Lacan’daki sorun, birkaç rasyonalite arasında gidip gelmesi. Benim kuşağımdakiler onunla tanıştıklarında, devir gösterenin devriydi: bence estetik düzeyinde hiçbir önemli sonuç doğurmayan, yapısalcılığın altın devri. Fakat Lacan’ın sonraki çalışmalarında bambaşka bir mirasın izleri gözle görülür hale gelmeye başladı: Bataille’ın sürrealist mirası, 1930’larda estetik ile siyaset arasındaki ilişkileri kendi tarzlarında yeniden düşünmeye çalışan bütün o hareketlerin mirası...

Lacan bu anlamda romantik poetikaya Freud’dan çok daha yakındır. Freud şifre çözerken, Lacan sessiz kalan sessiz kelimelere yüzünü çevirir – ne (Breton usûlü) mutlak bir özgürlüğün sembolü olabilecek, ne de aklın nüfuz edemediği geçirimsiz kalıntıyı –lanetli payı– (Bataille usûlü) somutlaştırabilecek o anlamsızlık bloklarına bakar. Bence Lacan’ın getirdiği asıl fark budur.

Bu fark, Freud ile Lacan’ın Sophokles’ten yararlanma biçimlerinde kendini gösterir. Freud’un her şeyi Oedipus figürü etrafında inşa ettiği ortadadır – bir nesne olarak ensest arzusu ile, Aydınlanmacı bir rasyonalite kavramı (neden-sonuç zincirini yeniden kuran yorum güzergâhı) arasındaki bağ etrafında. Oysa Lacan, arzusu yorumlanmaya gelmeyen, sadece diplerin gücüne kararlı bir sadakati korumak isteyen, kısacası sadece ölümü isteyen Antigone’ye yönelir. Lacan’ın Antigone’ye Baader-Meinhof çetesinin faal olduğu dönemde yönelmiş olması da anlamlıdır bence: Antigone’nin, hep gösterildiği gibi “iktidara karşı bir insan hakları” ikonu filan olmadığını, aslında Ulrike Meinhof’a ve Alman teröristlerinin radikalliğine daha yakın olduğunu göstermek ister.

Peki sessiz söz fikrinizin, sonunda mutlak ve katıksız bir sessizliğe götürme tehlikesi var mı? Daha kesin söylemek gerekirse, misal Bataille’ın eserlerine damgasını vuran, bir dereceye kadar da Blanchot, Foucault ve Deleuze’de rastlanan mistik eğilim hiç aklınızı çeldi mi?

Blanchot ve Bataille, veya bir sonraki kuşağın –Foucault, Derrida, Deleuze’ün– onları dönüştürdükleri şey beni pek çekmedi. Onlar bana hep fazla opak geldi. Ben daha ziyade, 19. yüzyılda irade sorunsalıyla ifade bulan soruyla ilgilendim. 19. yüzyıl edebiyatında, diyelim Balzac’tan Zola’ya –tabii Strindberg ve Ibsen’i, Dostoyevski ve Tolstoy’da olup bitenleri unutmamak lazım– ya iradeye kafa tutan ya da iradeyi nihai bir felakete sürükleyen uzun bir düşünce çizgisi vardır. Ölüm dürtüsü aracılığıyla düşünmek, sadece (Vautrin’de olduğu gibi) şiddetlendirilmiş iradenin veya (Oblomov’da olduğu gibi) yok edilmiş iradenin hikâyeleriyle değil, edebiyata has bir yazma rejiminin mantığıyla başlar: Edebiyatın, eylemi, iradeyi ve anlamı bağlayan temsil düğümünü çözme yoluyla başlar. Sanatın estetik rejiminin bağrında, kendini kendinden vazgeçişinin doruk noktasıyla özdeşleştirmenin iradenin en büyük çabası olduğu fikri yatar. Dolayısıyla hiçliğe doğru bir nevi koşu söz konusudur, ve bu ya kahramanın deneyimi olarak temsil edilir ya da bizzat yazma sürecini kat eden kuvvet olarak tanımlanır. Genelde Schopenhauer’e ve dar anlamda nihilizme atfedilen özyıkıcı irade izleğine bütün 19. yüzyıl edebiyatında rastladım. Freud’un metinlerini de bu bakışla yeniden okuyor, onun kendini bu izlek karşısında sınadığını düşünüyordum. Şahsen bende bir sessizlik mistisizmi eğilimi yok; ama koca bir yazma rejimi ile belirli bir anlam fikrinin terk edilişi arasındaki, “sessiz söz”ün önceliği ile kendi kendini yok eden bir iradenin dramaturjisi arasındaki bağı derinden hissediyorum.

 

Angelaki dergisi Ağustos 2003 sayısında yayınlanan söyleşiden kısaltılarak çevrildi. Söyleşinin estetik devrimle ilgili bir kısmı “Postmodern Kopuş Diye Bir Şey Yok: Estetik Devrim Üzerine” başlığıyla daha önce e-skop’ta yayınlanmıştı: http://www.e-skop.com/skopbulten/cagdas-estetik-postmodern-kopus-diye-bir-sey-yok-estetik-devrim-uzerine/641

Söyleşinin tamamı için bkz. http://abahlali.org/files/ranciere.hallward2.pdf

Peter Hallward’ın, Alain Badiou ve Gilles Deleuze üzerine eserleri bulunuyor; Radical Philosophy ve Angelaki dergilerinin editörlüğünü yürütüyor.

 

 

Mallarmé, Rancière