Sanat Nedir?

Mladen Dolar, Alenka Zupančič ve Slavoj Žižek’in de aralarında olduğu Ljubljana Psikanaliz Ekolü’nün kurucularından. Modernlik ve modernizmin sanatta ve düşüncede yarattığı kırılma üzerine çalışıyor. Türkçede yayınlanan eseri: Sahibinin Sesi: Görüntü ve Ses. Aşağıdaki metin, 2009’da Wie Geht Kunst dergisi için Dolar’la yapılan bir söyleşiden seçilmiş bölümlerin çevirisidir.

  

 

Bence, sanat yapmak bir kırılma, bir kopuş yaratmaktır. Ve, bir yarık açmak. Ama, tabii, “sanat nedir?” sorusuna farklı şekillerde cevap verilebilir. Bunlardan biri, sanata yüceltimin merceğinden bakan Freudyen teoriye başvurmaktır. Freud’un, dürtü (der Trieb) kavramıyla, doğal bir şeyden, ayrı bir alanın yaratılmasına geçişe işaret ettiğini ve kültürün özgüllüğü olarak tanımladığı her şeyin dürtünün yapısıyla alakalı olduğunu düşünüyorum. Dürtü, doğal bir eğilimin önüne set çekilip farklı bir amaca doğru yönlendirilmesini andırır. Başta doğal olduğu düşünülen bir ihtiyacın, tatmin aşamasında, raydan çıkması gibi bir şeydir bu. Doğal bir ihtiyaç tatmininin yanı sıra başka bir şey daha üretir. Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu’nda kültürü, bir dizi özellikle tanımlar.  

Listenin başında araçlar meselesi gelir. Doğaya hâkim olmak için durmadan yeni araçlar üretiriz; olağanüstü şeyler yapmamızı sağlayan araçlardır bunlar: teleskopla uzaklara bakarız; mikroskop camında görünmez olanı görürüz; telefon sayesinde sesimiz uzun mesafeler kat eder. Adeta sihirli şeyler yaparız... Freud, bu durumu ifade etmek için mükemmel bir ifade kullanır: “Der Mensch ist ein Prothesengott”. İnsan, protezli tanrıdır. Tanrı olabilmek için ihtiyacınız olan tek şey protezlerdir. Bedenin uzantıları... Ve böylece, doğaya hâkim olma dürtüsü, bu dürtünün tatmininin ötesinde, bir şey daha üretir: protezler. Bedeni kendi dışında sürdüren; dünyanın içine doğru uzatan bir tür “ara alan” oluşturur protezler. İç dünya ile dış dünya arasındaki bu tekinsiz alan libidoyla yüklüdür. Kültürün devreye girdiği alan da burasıdır.  

Sanatı beğeni meselesine indirgemek gibi güçlü bir eğilim var. Beğeni meselesi de bir anlamda mayınlı bir tarladır çünkü neticede varacağı nokta narsisizm meselesidir. Tercih yargısında son derece narsistik bir şey vardır: “Bunu tercih ediyorum; konunun uzmanıyım; Beethoven’in geç dönem kuartetlerini senfonilerine tercih ederim”. Tercihler arasındaki fark, tamı tamına farka tekabül eder; yani, seçkin birisi olduğunuz ve diğerlerinin göremediği tüm bu ince farkları gören zevkiselim sahibi bir adam olarak kendinizi avamdan ayırabildiğiniz anlamına gelir.     

 


Stelarc, “Handswriting” (Yazan Eller/El Yazıları)

 

Sanat bence evrensellik ve sonsuzlukla ilgili. Sanat, varlığın sürekliliğinde, varoluşumuzun sürekliliğinde bir kırılma yaratır. Evrensel bir kırılmadır bu. Evrensellikte oluşan bir kırılma. Ve evrensel bir dil konuşan, tüm dünyaya hitap eden bir kırılma. Sanatta önemli olan ifade değildir. Sorulması gereken soru, sanatın belirli bir bireyin, etnik grubun, ulusun veya belirli bir devrin ifadesi olup olmadığı değildir. Bence sanat, evrenseli tikelliklerden inşa eden bir kırılma yaratır.   

Tüm mesele, bunu, elinizdeki öznel araçlarla nasıl yapacağınızdır. Yurttaşı oluğunuz ülkede, konuştuğunuz dilde, içinde yaşadığınız kültürde ya da medeniyette, bu tarihsel anda bu kırılmayı nasıl yaratacaksınız? Tüm bu sonlu ve tikel şeylerin içinden evrenselliği ve sonsuzluğu nasıl üreteceksiniz? İşte sanat tam da bu noktada devreye giriyor bence. Bu ruhani bir üretim değil; maddi bir kırılma üretimidir. Fikri, malzemelerle, maddeyle üretirsiniz. Sanat her zaman duyusal olanla çalışmıştır. Maddeyi es geçip, doğrudan doğruya evrenselliğe ya da sonsuzluğa (bir öte yerin, bir fikrin, yücenin vs. evrenselliği ya da sonsuzluğuna) ulaşmaya çalışırsanız bence büyük bir hata yaparsınız. Yapamazsınız; olmaz. Bu işi yapmanın kolay bir yolu yoktur. Her şey, bir kopuş yaratıp yaratamamanıza bağlıdır. Sanatı ancak bu ölçüte göre değerlendirebilirsiniz. Kanımca, beğeni bir ölçüt oluşturamaz; mesele benim bir şeyi beğenip beğenmemem değildir. Sanatın evrensellik üretmek gibi bir gücü vardır. Halihazırda burada bulunan izlerkitlenin çok ötesine geçen potansiyel bir izlerkitle yaratabilir. İyi sanatı tanımlayan şey, bana göre, şimdi ve burada olanın, şahsi beğeni ve tepkinin ötesine geçtiğine dair sahip olduğu farkındalıktır.

Hayvansı ya da toplumsal varlığımıza, sonlu varlığımıza bir çizgi çekmek, bir kesik atmak… İnsanlığı tanımlayan budur bence. Bunu yapmanın tek yolunun sanat olduğunu söylemiyorum. Bence düşünce de bunu yapar; bizzat kendisini üreten koşullardan kopar. Bu, felsefe pratiğidir. Felsefe, sanatla benzer, ama aynı zamanda çok farklı bir şekilde, verili düşünme biçimlerinde kavramsal bir kırılma yaratır.  

İnsanı homo sapiens olarak, düşünen hayvan olarak tanımlıyoruz; ne var ki, düşünce çok nadir bulunan bir şey. İnsanlar durmadan düşünüyor falan değiller; tam tersine, nadiren düşünüyorlar. Düşünce çok az durumda vuku buluyor ve vuku bulduğunda da kendimizi, dünyayı vs. kavrama biçimimizin parametrelerini ciddi biçimde değiştiriyor. Dünyadaki düşünürlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Felsefe tarihinde durmadan irdelememiz gereken topu topu bir avuç düşünür olması gerçekten de tuhaf bir şey. Ama, ve bu nokta önemli, düşüncenin felsefeye mahsus bir tür imtiyaz olduğunu; filozofların, düşüncede uzmanlaştıkları için çok özel insanlar olduklarını falan düşünmüyorum. Kesinlikle böyle bir şey düşünmüyorum. Düşünce herhangi bir yerde meydana gelebilir. Mesela, sessizlikte...

Sanat duyusal olanla, duyumsal maddi araçlarla çalışır. Bu mesele çok önemli; sanattaki düşüncenin maddileşmiş bir düşünce olduğu anlamına geliyor. Maddenin içinde işleyen, onu şekillendiren, düşüncedir. Düşünce maddeye ilişmiştir ve madde sanatta düşünür.  Düşüncenin maddeselliği; bu nokta çok önemli. Düşüncenin, insan etkinliğinin belirli alanlarında meydana geldiğini düşünüyorum ve sanat da bu alanlar arasında üzerine en çok kafa yorulmuş olanlarından biri.  

Badiou, dört hakikat usulü sıralar; hakikatin belirdiği dört alan. Bunlardan ilki bilimdir; en başta da, matematik gibi baştan aşağıya kurgulanmış bir bilim. Matematik, dünyada var olan hiçbir şeye göndermede bulunmaz; kendi saf varlıklarını kendisi üretir. Sonra şiir ve sanat gelir. Ardından da politika. Burada kastedilen, kanaatler politikası değil, hakikat politikasıdır. Bu ikisi arasında bir karşıtlık vardır. Demokrasi esasen bir kanaatler demokrasisidir. Herkes istediği görüşü benimsemekte özgürdür; demokrasinin işi, oya tahvil olan bu görüşleri saymaktır. Bu bir hakikat politikası değildir. Politikada bir tür hakikat; adalet ve eşitlikle, bir fikirle alakalı bir hakikat bahis konusudur. Bir de aşk meselesi vardır: Bir hakikat olayının zuhur edişi olarak aşk; öznel bir hakikat olayı.

Badiou, yukarıda bahsedilen kırılmanın yaşandığı alanlar olarak bu dört alanı sıralar. Bu olabilecek en iyi liste midir; eksiksiz ve nihai midir? Emin değilim. Sorun belki de fazla derli toplu olmasında. Bence hayat daha karmaşık, daha çetrefil. Gündelik durumlarda, en eften püften olanlarda bile, ani ve beklenmedik bir kırılma yaşanabiliyor; insanlar alışılmışın dışında bir yaratıcılık sergileyip hiç beklenmedik bir şey yapabiliyorlar. Ve böylece, içinde bulundukları durumun, kendi yaşamlarının ve başka yaşamların parametrelerini fiilen değiştiriyorlar. Ben, bu alanı açık bırakmaktan yanayım.   

Fransız Aydınlanması’nın filozoflarından Helvétius’un De l’esprit (1759) adlı kitabında (zamanında yakılmış ve yasaklanmış bir kitap) ilginç bir pasaj vardır. Bana her zaman çok komik gelmiştir. Burada, şöyle der Helvétius: “Tutkulu insanlar neden diğerlerinden daha akıllı oluyor?” Helvétius bu sözleriyle yaygın görüşü altüst eder. Genel kanıya göre ya akıllısınızdır –ve bu da tutkularınızı denetleyebildiğiniz anlamına gelir– ya da tutkularınızın dizginleri ele geçirmesine izin vermişsinizdir, ki bu durumda aklınızı kaçırırsınız. Helvétius ise bu ikisini, tutku ile aklı, biraraya getiriyor ve şöyle diyor: İnsanlar güçlü bir tutku tarafından yönlendirilmedikleri sürece katiyen akıllarını kullanmazlar. Sadece tutkulu insanlar akıllıdır. Diğerleriyse tembeldir. Demek ki, insanı aklını kullanmaya sevk eden yegâne şey tutkudur. Bu da akıl ile tutkuyu karşıt cepheler olarak göremeyeceğimizi söylemenin nükteli bir yolu.

İnsanı harekete geçiren, bir şeye doğru yönlendiren şeyin tutku olduğunu düşünüyorum. Ama bu, tek başına tutkunun yeterli olduğu anlamına gelmiyor. Tutkunuzun peşinden gidebilmek için kendinizden çok şey vermeniz gerekir. Bir şeyleri, hatta her şeyi tehlikeye atmanız gerekir. Alışageldiğiniz yaşam biçiminizi, konforlu yaşamınızı (bequemes Leben) riske atmanız gerekir – konforlu bir toplumsal konumda bulunacak kadar şanslıysanız tabii... İnsanlar, aksini gerektirecek bir durum olmadıkça toplumsal yaşamlarını kendilerine tahsis edilen mevkilerde sürdürmeye meyillidirler; alınyazıları onları beklemektedir. Kopuş meselesi de burada devreye girer. Kopuşu yaratan tutkudur. Ama bu kopuş, muazzam bir çaba (Anstrengung) gerektirir. Risk almak zorundasınızdır; bunlar, son derece ciddi sonuçlar doğurabilecek riskler de olabilir.

Freud’un Haz İlkesinin Ötesinde kitabında ölüm dürtüsü (Todestrieb) olarak adlandırdığı şey, bir ölüm eğilimi ya da ölüm isteği falan değildir; tersine, bir yaşam fazlalığıdır. Çok fazla yaşam vardır; kaldıramayacağınız kadar çok. Hayatın olağan akışını sekteye uğratan taşkınlık ânıdır bu ve peşinden gitmek muazzam bir cesaret, kararlılık ve azim gerektirir. Çoğu insan belli bir noktada pes eder. Pes etmenin çok farklı yolları vardır; aynı şekilde, bir sanatçı olarak pes etmenin de farklı yolları vardır. Bunlardan biri, size biçilen rolle tatmin olmak ya da onun kalıbına girmektir (übereinstimmen). Size biçilen rolle bir olmaya razı gelirsiniz. Bu, şan ve ödüller getirebilecek, toplumsal olarak tayin edilmiş bir roldür. Bu noktaya bir kopuşla geldiyseniz eğer, en büyük tehlike kopuşun, bir kopuş kurumu gibi işlemeye başlamasıdır. Kopuşun kendisi kurumsallaşır ve değere biner.

Freud’un çok güzel bir deyişi vardır; “başarıları yüzünden mahvolmuş insanlar”dan bahseder. Sanatta da birçok insan kendi başarısının kurbanı oluyor. Tam da yapmak istediği işte başarılı olarak o işin kalıbına giriyor. Kendini bir kuruma çeviriyor ve bir şekilde bu kurumla özdeş olduğuna inanmaya başlıyor. Lacan bu durumu mükemmel bir şekilde ifade eder: “Kime deli denir?” diye sorar. Deli, kendini kral zanneden sıradan bir insan değildir; kendini kral sanan kraldır. Kendilerini sanatçı zanneden sanatçılarda da böyle bir delilik var. Kendini olduğun şey zannetmek bir bakıma psikozdur. Bence bu da sanatın sonu demek.  

İnsanın kendini içinde en rahat hissettiği şey her zaman ideolojidir; çünkü ideoloji bir tür güvenlik hissi verir. İnsana, mesken tutabileceği belirli bir statü sunar. Aynı zamanda bir anlam güvencesi sağlar; yani, “Tüm bunların anlamı ne?” sorusuna verecek hazır cevapları vardır: “Parlamenter demokraside yaşıyoruz; özgür bir toplumuz; ilerleme ve refah çağında yaşıyoruz”, gibi... İnsanı, belirli bir toplumsal ânın ve yapının, belirli toplumsal ilişkilerin içine yerleştiren özgül bir anlam ufku meydana getiren kelimelerdir bunlar. İdeoloji budur; her şeyin tıkırında olmasını sağlayan ideolojidir. Ve burada bahsettiğimiz  kopuşun –anlamdan ya da olayların akışından kopuş– ideolojiden kopuş olarak tarif edilebileceğini düşünüyorum. Sanat ile ideoloji zıt kutuplarda yer alır. Sanat, her zaman, size en tanıdık gelen, kendinizi en yakın hissettiğiniz şeyin ideolojik sürekliliğinde bir kırılma yaratır. Ama bu, sanatın ideolojiden muaf olduğu anlamına gelmez; sanat da pekâlâ ideolojiye dönüşebilir.    

Sanat ile kültür arasında bir tür karşıtlık varsayabiliriz. Kültürün, bir anlamda, sanatın ehlileştirilmesi olduğunu düşünüyorum. Okulda öğretilen kanonlaşmış sanat eserleri vardır. Hangi eserler kanona dahil edilir? Kanon diye bir şeyin olması iyi midir, kötü müdür? Eserleri neye göre kanona dahil edersiniz ya da kanondan dışlarsınız? Kanon tartışması bu sorular etrafında döner. Kanon her zaman olacaktır. Bundan kaçış yok; ama kültürün, sanatta tehlikeli ya da aşırı olan şeyin ehlileştirilmesinden oluştuğunu da akılda tutmak gerekir. Kültür, eserlere münasip bir yer ve değer biçerek sanatı ehlileştirir. “Gelmiş geçmiş en iyi oyun yazarı Shakespeare’dir” diyebilirsiniz. Çok da doğru bir şey söylemiş olursunuz; ama bu aynı zamanda Shakespeare’i ehlileştirmeye yönelik şiddet yüklü bir ifadedir. Baş edemediğiniz şeyi yüceltirsiniz.