/ Sanat ve Emek / "Açlık Sanatçısı" ve Kâr Amacı Gütmeyen Bienaller…

18/2/2013 / skopbülten

Carolyn Christov-Bakargiev, Brad Pitt'e Documenta'yı gezdiriyor. 

 

“Sanatçıysanız hiç para almıyorsunuz, evet, çünkü zaten sergiye davet edilmişsiniz ve size eserinizi üretme imkânı verilmiş, bu yüzden sanatçılara para ödemedik.” Bu sözler, son Documenta sergisinin küratörlüğünü üstlenen ve Art Review dergisine göre sanat dünyasının en güçlü isimlerinden olan Carolyn Christov-Bakargiev’e ait. New York’ta düzenlenen bir panelde, gülerek, Documenta’da eserleri sergilenen sanatçılara neden para ödenmediğini böyle açıklıyor kendisi…

Bu sözler, 2009 İstanbul Bienali sırasında Burak Üzümkesici’nin, Bienal’de çalışması karşılığında önerilen ücretin düşüklüğünü protesto etmesi üzerine iki sanatçıyla arasında geçen tartışmayı hatırlatıyor. Geçtiğimiz günlerde e-skop’ta “Bienaller ve Bir Prekarite Vakası” başlığıyla yayınlanan yazışmalarda,[1] iki sanatçıya ait bir performansın icrasında yer almak üzere başvuranlara teklif edilen düşük ücret sanatçılar tarafından benzer bir mantıkla meşrulaştırılıyordu: “Bu işe başvuranların genel profili eğitimli, içinde bulunduğu gerçekliğin farkında ve bu farkındalık için gerekli iletişim olanaklarına sahip, bir sözü olan ancak bu niteliklerini, önümüzdeki iki aylık bu süre içinde kullanabileceği uluslararası bir platform arayışındaki kişilerdi. Başvurular, başka işlerle hayatını sürdürürken, kendini ifade etmek ve burada geleceğe yönelik kendi oluşumunda bir deneyim de edinmek üzere idi çoğunlukla...” Yani, bir sözü olan ve bunu söyleyeceği uluslararası bir platform arayışında olan insanlara, zaten kendini ifade etme ve geleceğe yönelik deneyim kazanma imkânı sunulmuş, bir de üzerine para beklemek, dahası verilen parayı beğenmemek ne demek?

Tabii bu, genellikle yapılanın aksine sessizlikle geçiştirilmediği ve kamuya yansıtıldığı için tartışma konusu olabilmiş bir örnek, ama kültür ve sanat dünyasındaki herkesin yakından bildiği, adeta “doğal bir durum”muşçasına içselleştirdiği ve binlerce örneğine rastlanan bir olgu. Özellikle Documenta veya İstanbul Bienali gibi dev etkinlikler söz konusu olduğunda, bu etkinliklerin prestijinden nasiplenmek, buralarda “görünür” olmak başlı başına bir değer olarak algılanıyor. Etkinlik ne kadar büyükse (yani arkasında ne kadar çok sponsor varsa, reklam ve tanıtıma ne kadar çok kaynak ayırıyorsa), katılanların nasipleneceği “görünürlük sermayesi” o kadar yüksek, ekonomik sermaye beklentisi de o kadar düşük oluyor. Böylece, Hollywood yıldızlarının özel jetleriyle ziyaret ettikleri ve arkasına Volkswagen gibi devleri almış bir Documenta’nın küratörü sanatçılara “tabii ki para ödemediklerini” söyleyebiliyor.

Kuşkusuz “görünürlük sermayesi”nin emek aleyhine bu şekilde işleyebilmesi, sadece tepedeki güçlü isimlerin, sponsorların, veya organizatörlerin dayatmasıyla olabilecek bir şey değil. Sanatçıların kendi faaliyetlerini algılama biçimleri veya dayanışmadan çok rekabete sevk edilmeleri de, dayatılan koşulları peşinen kabullenmelerine, hatta savunmalarına yol açıyor. Tabii buradan, bu tür etkinliklere sponsor olanların, onları yönetenlerin ve onlara katılanların tümünün bir tür danışıklı dövüş içinde oldukları anlamı çıkarılmamalı: Zira Hans Haacke’nin “Sembolik Sermayenin Yönetimi” başlıklı yazısında[2] dikkat çektiği gibi, kültürel sermaye ne kadar arzu edilir olursa olsun, son sözü söyleyenler daima ekonomik sermaye sahipleri olacaktır.

Ekonomik sermayeye sahip olanların (sponsorların) veya onu yönetenlerin (artokratların) çıkarlarını koruma çabaları ile, üreticilerin (sanatçıların) kendi konumlarıyla ilgili kafa karışıklığı veya “yanlış bilinç” halini de karıştırmamak gerekir. Her ne kadar bu tür etkinliklerde “görünürlük” kazanmak, sanatçıya ekonomik sermaye de getirmesi beklenen bir şöhretin zorunlu adımı olarak sanatçının çıkarına olsa da, entelektüel üretimin her dalında içselleştirilmiş bir kabul, bu alandaki üreticileri maddî haklarını korumaktan alıkoyabilmektedir. Bu kabul şudur: Çalışma (emek) kendi dışında bir değer veya ürün ortaya çıkarırken, entelektüel/sanatsal faaliyet sadece kendisi uğruna yürütülür. Daha kabaca söylersek, inşaat işçisi akşam evine götüreceği ekmek için çalışırken, sanatçı (ekmeğinden feragat etmek pahasına) sanatı için çalışır. Çalışma esasen zorunluluk alanı dahilinde tanımlandığından ve bu anlamda “köleliğe” denk düştüğünden, sanatçı aslında çalışmamaktadır ve köleliğin dışında kalan özgürlük alanını temsil eder. Ekmeğe karşı özgürlüğü seçtiğine göre, ürettikleri için ekmek talep etmesi de aslında abestir. En makbul sanatçı, “açlık sanatçısı”dır.

Sanatçılar ekmek derdiyle köleliğe razı olmak yerine, tarihte ve bugün birçoğunun yaptığı gibi aç kalarak sanatlarını icra etmeyi seçebilirler, ama onların açlığı üzerinden birileri rant elde ediyorsa, buna direnmeleri gerekir. Gelgelelim, apaçık gibi görünen bu ilkenin pratikteki zorluğu, kimin nereden ne rant elde ettiğinin bilinmemesi, özellikle “kâr amacı gütmeyen” veya “ticarî olmayan” gibi sıfatlarla lanse edilen kurum ve etkinliklerin finansal kaynaklarını nasıl dağıttığının şeffaf biçimde ortaya konmamasıdır.

Bugün artık şirketlerin veya bankaların sponsorluğu altında düzenlenen etkinliklerin, içerdikleri sanatın toplumsallığı veya siyasallığıyla aralarındaki riyakârlık ilişkisini ifşa etmek, neredeyse malumu ilam etmeye denk düşer hale geldi. “Kentsel dönüşüm” temalı İstanbul Bienali’nin sponsorları Koç ve Eczacıbaşı’nın İstanbul’un “kentsel dönüşüm”ünden rant sağladıklarını dile getirmek, sigara paketlerinin üzerindeki “sigara öldürür” mesajları kadar etkili. Çünkü nasıl ki sigara içmeye öleceğimizi bile bile devam ediyorsak, bienallere katılmaya, bienalleri gezmeye de öyle devam edeceğiz. Geçtiğimiz Haziran ayında işten çıkarılan Borusan işçilerinin işlerine iade talebiyle Beyoğlu’ndaki Borusan kültür merkezini işgal etmeleri, sermayenin kültür alanında süren gösterisine karşı emek cephesinin belki de ilk anlamlı darbesiydi. Bienal’in zaten sicilleri iyice bilinir olmuş sponsorlarını ifşa etmek kadar, kaynaklarının ve gelirlerinin kime ve neye dağıtıldığını soruşturmak da, yaratıcı emek cephesi açısından anlamlı olabilir.

New York merkezli WAGE adlı sanatçı grubu, Documenta’nın küratörü Carolyn Christov-Bakargiev’in metnin başında bahsettiğimiz sözlerinden hareketle bir kısa film hazırlamış. Bakargiev’in Documenta’ya katılan sanatçılara neden para ödemediklerini açıkladığı panelin gerçek görüntülerinden sonra, kurgusal bir sahne giriyor: Documenta’nın CEO’su Bernd Leifeld’i temsil eden bir ses, küratöre, dünya çapındaki en etkili sanat olayı Documenta’yı hazırlamasını teklif ediyor ve karşılığında, serginin yapım masrafları haricinde para ödeyemeyeceklerini, “zaten sergiye davet edildiği için” mali bir karşılık beklememesi gerektiğini söylüyor ve soruyor: “Ne dersin?”

Hakikaten, açlık sanatçıları kadar, “açlık küratörleri” de var mı? [EG]   

 

 


Carolyn Christov-Bakargiev, Hans Haacke, bienal, İstanbul Bienali, sanatçı hakkı, sanat ve emek