Sürrealist Eylem Türkiye

16/9/2015 / skopbülten / Rafet Arslan

 

 

 

Sürrealist Eylem Türkiye’nin (SET) oluşumu 2004, blog olarak hayata geçmesi 2007’dir. (2004 ve 2007 arası daha çok fanzinler çıkmıştı. 2005 sonbaharında Düzensiz fanzinin ilk sayısı çıktı.) Derdi, sürrealizmin bu topraklarda nasıl oluştuğuna tanıklık etmek ve sokakla etkileşimi sağlamaktı: 1920’li ve 30’lu yıllarda yapılanları tekrardan yapmaktan ziyade, bugün de hâlâ engellenemez bir şekilde gerçeklik düzlemini kıran bazı olgulara yer vermek; otomatizm; üretimi çocuklara, delilere ve profesyonel olmayanlara açmak; sürrealist kent ve sokak algısı... Sürrealizmin bir hareket olarak ortaya çıktığı geçmişle, sürrealizmin ardından, İkinci Dünya Savaşı sonrasında var olan akımları tek bir düzlemde yeniden tanımlama çabası yani. SET, yerelde ve küreye uyarlanabilecek pratik eylemlilikler –gerçeküstücü eylemlilikler– kurgularken, aynı zamanda işin teorik kısmına da kafa yorma çabasıydı.

 

 

 

“Gerçeküstücü galaksi” diye özetlenebilecek bir yapının ilk ifadesi, simya sanatıdır belki: Gerçeküstücülük, Hermes'in Zümrüt Tableti’yle, insanın düş kurma tarihiyle başlayan bir evren, ve bu süreç sadece merkezî Sürrealist grubun 1924’teki ilk manifestosundan, ana grubun dağıldığı 1969’a kadar uzanan zaman dilimiyle sınırlandırılamaz. Çünkü sürrealizm öncülü hareketler, yani Dada, Alman-Fransız romantizmi gibi kaynaklar nasıl sürrealizmin içinde hâlâ yaşayan damarlarsa, onun devamında, ondan etkilenerek oluşan çocuklar da vardı. Hatta başka gezegenler, uydular, hatta gök sistemleri var: Letristler, Devrimci Sürrealist Grup, Georges Bataille'ın kurmaya çalıştığı oluşumlar; Sitüasyonist Enternasyonal; KoBrA, Hayal Gücü İçin Bauhaus; performans sanatından kavramsal sanata, Fluxus’tan Body Art’a kadar, sürrealizmin dolaylı olarak etkilediği hareketler, çok geniş bir galaksi yani...

1950’de yaşayan bir insan 1950’nin mantalitesiyle bir gerçeküstücülük yorumu yapabilirdi, ama biz 21. yüzyılın insanları olarak, 20. yüzyıla ait bir vaka gibi görünen sürrealizmin 21. yüzyılda yaşayan canlı öğelerini ortaya koymaya çalıştık. Bunu yaparken de doğal olarak sürrealizmin merkez dönemine odaklanmak yerine, kaçış çizgilerine bakmaya çalıştık. Daha önce zaten başlamış bu: 1940'ların sonlarında, ilk İngiliz Pop sanatçıları, Richard Hamilton, Eduardo Luigi Paolozzi'nin içinde olduğu sanat grupları zaten bilim-kurgu  imgesi üzerine güncel bir sürrealizm oluşturdular. Bu bir kanal sağladı ve edebiyatta da bir karşılığı oldu: James Graham Ballard’ın “yeni dalga” bilim-kurgu içerisinde oluşturduğu içuzay estetiği buna örnektir. “Asıl yabancı gezegen Dünya’dır, alien insanın bilinçaltında gizlidir” felsefesiyle yaklaşıp, İkinci Dünya Savaşı sonrasında teknoloji ve tüketimle birleşen Yeni Dünya mantalitesine uygun bir sürrealizm tarifi yapmıştı Ballard. Bunun peşinden de, 1970’lerde ve 1980’lerde yeni romantikler, siberpunk’lar ortaya çıktı.

 

  

 

Sürrealizme bakarken sadece Chirico’dan, Picasso’dan bahsedersek, 2000’li yılların Türkiye’sinde çok eskimiş, yıllanmış kodlardan bahsetmiş oluruz. Biz Batı’da bile çok akla gelmemiş, unutulmuş kaynakları gündeme getirmeye çalıştık. SET’in Yıkım 2011 sergisi etkinlikleri kapsamında SET Bülten çıktı. Burada Brassai’nin, 1937 tarihli “Mağara Duvarlarından Fabrika Duvarlarına” manifestosunu bastık. Çünkü yaşayan sanatın, graffiti ile şiirin sokağa dökülme halleriyle sürrealizme baktığımızda, 1930’lara dayandığını görüyoruz. Oradaki deneyimi Kadıköy sokak sanatıyla beraber okumaya çalıştık.

Sürrealizmi bir resim akımı olarak görmek, sadece resim geleneğinden gelmiş birilerini, sadece yazılı birkaç metin üzerinden sürrealist ilan etmek doğru bir yaklaşım değil. Sürrealizmin, Artaud’nun dediği gibi zihinsel bir durum olduğu kabul edilirse, burada yapılan işin tinsel bir faaliyet olduğu kabul edilirse, bu alana sadece plastik bir etki olarak bakılamaz. O yüzden, Türkiye’de sürrealizmin ya da başka bir avangard akımın varlığından bahsedeceksek, bunun aranacağı yerler tezler olmayacak, çünkü orada çok kısır kalmış, esasında hiçbir geçerliliği olmamış kanonun kendi kendini çürütmeme çabasından başka bir şey bulunamıyor. Türkiye’de “sürrealistim” diye ortaya çıkan sanatçı yok ki onu sanat tarihine yazasınız. Oturup bakabilirsiniz, okuyabilirsiniz, ama bu sadece imge üzerinden okuma olur; o zaman da sürrealizmi plastik bir öğeye indirgemiş olursunuz. Halbuki Duchamp'ın ilk itirazı, retinal olana karşı savaş açmaktı. Bu topraklarda sürrealizmin izleri aranacaksa (ki bu kaynaklar SET blogunda, fanzinlerimizde yazılıdır), işe Uzakdoğu Türk gelenekleriyle başlanabilir: Şaman gelenekleri, Tepegöz, Üstat Mehmet Siyah Kalem’in cinleri; bunun yanında, işin felsefi kısmında büyük Türk ütopyacısı Şeyh Bedretttin ve onun kurduğu metafizik altyapı, Bizans ve Osmanlı simyacıları, gezici halk ozanlarının yarattığı manilerdeki gerçeküstücü unsurlar, bunların sokak şarkılarına tekerlemelerine yansımaları...

1980’li yıllarda Gergedan dergisinde Enis Batur’un editörü olduğu “Gerçeküstücülük Sayısı”  yapıldı. O zaman Cemal Süreya’dan, Türkiye’deki gerçeküstücülükle ilgili bir yazı yazmasını istemişler, o da yazmış. “Türkiye’de gerçeküstücülük diye bir şeyi arayacaksanız, folklorik kaynaklarda arayın”a getiriyor lafı Süreya. Ama sanat alanına dar bakmayıp, gerçeküstücülük kadar geniş bakarsanız, edebiyattaki gerçeküstücülük çıkar ortaya, o da ressamın imgesini çok etkilemiştir. Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan”ı, Ece Ayhan’ın “Bakışsız Bir Kedi Kara”sı, İlhan Berk’in bazı kitapları, Oktay Rıfat’ın “Perşembe Sokağı”, gibi. SET de bu ruhlarla yola çıktı.

Özellikle 1950’li ve 60’lı yıllarda mimar, ressam, müzisyen, felsefeci insanların yan yana gelip oturduğu, yediği içtiği tartıştığı, kavga ettiği Beyoğlu masaları vardır. Ece Ayhan’ın kitaplarında bunu okursunuz, Sait Faik orada, İlhan Usmanbaş orada, Cihat Burak orada... Farklı disiplinlerden insanların, yatay bir zeminde, düş ve yaratı anlamında yan yana geldiği o masalarda, içkinin, uyuşturucunun ve aşkın da olması, onları daha gerçeküstücü ve özgür bir alana taşımış. Ama ardından, 1970’lerde toplum iç savaşa yaklaşan bir sürece itiliyor, 1980’de darbe oluyor. Ondan sonra da oturacak masa kalmamış – zaten masada otururken çapraz ateşe alınabileceğin bir gerçeklik var. 1970’lerin ve 80’lerin başında doğan kuşak, 1990’lara gelindiğinde, eski kültürün çizdiği gerçekliğin çelik kafes haline geldiğini görüp yeni tanımlamalar yapmaya başladı. Bu kuşak, yüksek kültür/düşük kültür şeklindeki ayrımları hiçe saydı ve yola öyle çıktı. Türkiye’de graffiti kültüründen punk kültürüne, gerçeküstücülükten beat’e, fanzinlerden performans sanatına kadar, yeni pencereler açtılar. SET, kendini bu bütünün içerisinde doğurdu ve onu geliştirmeye çalıştı. Yeni olanla alışılmışın dışında bir ilişkiye girdi ve şiirin herkesçe yazılabileceği alanlar açmaya çalıştı. Bunun bazı sergi pratikleri oldu. Daha önce girilmemiş, sokağa çıkan alanlarda sergiler: Barlarda sergiler yapıldı örneğin; Barışa Rock festivalinin alanında yapıldı; Yıkım 2011 gibi, geçmişte işgal evi ve travesti genelevi olarak kullanılmış alanlarda yapıldı.

 

  

 

Yıkım 2011 sergisi öncesinde, hem Türkiye’den hem yurtdışından en geniş anlamıyla sanat ve kültürle ilişki kurabilen radikal insanların katılımı için çağrı yapıldı. İnsanlar bu çağrıyı aldılar. İstanbul’da kolektif üretim günleri, performans geceleri düzenlendi. İstanbul dışında sokak etkinlikleri yapıldı. Bu faaliyet İzmir’de, Eskişehir’de ses verdi. Burada yaratılan canlılığı her sanatçı kendi bulunduğu ülkelerde yaratmaya çalıştı ve sanatçıların bir kısmı gelip işlerini burada kendileri astı, performanslarını yaptı. Londra Sürrealist Eylem grubu, Arjantin ve Uruguay oluşumları, Amerika’dan Hidrolith dergisi ekibinden Eric Bragg, Yunanistan gerçeküstücü grupları, Portekiz... Neo-Dada ile ilgilenen İtalyan Bounty Kill Art topluluğu ya da kendini daha çok sitüasyonizme yakın gören sanatçılar ve inisiyatifler… Bu kolektif üretim ve performansı isyana ve baştan çıkarmaya hazır şamanik ruhun hayata geçtiği anların bileşkesi olarak Yıkım binası auratik bir merkeze dönüştü – sürrealist anlamda. Bir ressam arkadaşımızın tanımıyla “şehrin tinini titreten” bir sergi yapıldı. Sergilerle sınırlı da kalınmadı: sokak gösterimleri, performanslar, forumlar yapıldı. Forum kavramını ortaya atıp geliştirmeye çalıştığımız yıl, 2011. Oysa kültür hayatı forum kavramıyla büyük ölçüde 2013’te, Gezi’den sonra tanıştı. Onun için, 31 Mayıs ayaklanmasına, parktaki ağaçlara göz dikilmesiyle başlayan o sürece bakarken, kısa bir süre öncesinde sokağa taşan o kolektif sanatın hayatı ele geçirdiği –ya da hayatın sanatı ele geçirdiği, hayatın sanat olduğu– o anlara da bakılmalı.

 

   

 

SET olarak 2009’da “Bu Bir Sitüasyonist Sergi Değildir” etkinliklerini de benzer bir motivasyon ve anlayışla yaptık. Arjantin Gerçeküstücü grubu geldi, SET oradaki performansları destekledi ve o performanslarda sokağa çıkıldı, tabandan gelen kolektif bir sinerji oluştu. 2008’de yapılan çağrıyla, “Nükleere Karşı Sanat” başlığıyla Barışa Rock festival alanında sergi düzenlendi. 2010 yılında “Toplum Düşmanı” sergisinin manifestosu oluşturuldu, sergi kuruldu...

Bizim için önemli olan şuydu: gerçeküstücü ruh ve onun gerektirdiği reddiye, işin içerisinde var mı, yok mu... Varsa o zaten gerçeküstücüydü ve bunu anlamayan uzmanlara bunu anlatmakla hiç zaman kaybetmeyecektik. O yüzden bir eylem grubu olduk. Ve o yüzden zamanı geldiğinde gerçeküstücü eylem kaynağına geri döndü. Sürrealist Eylem grubu sona erdi, ama gerçeküstücü eylem devam ediyor...

 

http://surrealisteylemturkiye.blogspot.com.tr/

http://dgd-hafiza.blogspot.com.tr/

http://toplumdusmani-action.blogspot.com/

http://sebekefanzin.blogspot.com/

http://kentebalyoz.blogspot.com/

http://mustehcen.blogspot.com.tr/

http://destruction2011.tumblr.com/

http://gerceklikteroru.blogspot.com.tr/

http://cagdassanatmanifest.blogspot.com.tr/ http://tahrikraporu.blogspot.com/

http://periferikolektif.tumblr.com/

 

Nurhan Avcı’nın Rafet Arslan’la gerçekleştirdiği, tamamı 2016 yılında çağdaş sanatla ilgili bir blog’da yayınlanması planlanan söyleşiden alınmış pasajlar.

sürrealizm yaşıyor