Ucubeler ve İnsanlar: Edebiyatta Grotesk ve Gerçeklik

Aşağıdaki metin, Flannery O’Connor’ın (1925-1964) 1960’ta yaptığı Some Aspects of the Grotesque in Southern Fiction başlıklı konuşmanın metninden seçilmiş pasajların çevirisidir. O’Connor bu konuşmasında, öykü ve romanlarını “Güney edebiyatı”, “Gotik”, “grotesk”, “gerçekçilikten uzak” gibi kalıplar çerçevesinde değerlendiren okur ve eleştirmenlere cevap vermektedir. 

Joyce Carol Oates, O’Connor’ın öyküleri hakkında şöyle yazar: “Kısa öyküler, bu türün baş döndürücü çeşitliliğine rağmen, iki genel sınıfa ayrılabilir: Bir yanda, anlamlarını inceden inceye, sessizce ortaya koyan ve Japon kasımpatı çayındaki ufacık çiçekler gibi zarafetle ve hiçbir melodram olmadan açılan öyküler vardır; diğer yanda, okurun elinde patlayan öyküler. Flannery O’Connor’ın yazarlığa adım attığı dönemde kısa öyküde incelik ve 'atmosfer' gözdeydi… O’Connor’ın sözünü sakınmayan, duygusuz, gülünç ve karikatürize, pervasız melodramlarla örülü kısa öyküleri ise, gözde olmaktan çok uzaktı. Bunlar o dönem New Yorker’da yayınlanan, karakterlerin zihni dışında hiçbir yerde bir olayın yaşanmadığı rafine öykülerden değildi; çoğunlukla şiddet dolu bir ölümle sonuçlanan, dönüşü olmayan olayların yaşandığı öykülerdi”.[1]

O’Connor’ın Türkçede yayınlanan kitapları şunlardır: Her Çıkışın Bir İnişi Vardır (öykü; Metis, 2011), İyi İnsan Bulmak Zor (öykü; Metis, 3. basım 2018), Zorbaların Elinde (roman; Everest, 2016). Koyu bir Katolik olan O'Connor'ın kısa ömründe yayınladığı roman ve öyküleri dışında, yayınlamak üzere değil dinleyiciler karşısında okumak üzere yazdığı denemeleri de vardı; aşağıda bazı bölümlerini sunduğumuz metin de bunlardan biridir. Konuşmanın biraz farklı bir versiyonunun ses kaydını dinlemek için bkz. Flannery O’Connor Reads ‘Some Aspects of the Grotesque in Southern Fiction’ (c. 1960)

 

 

Artık bu ülkede yazarların gönül rahatlığıyla birbirleri adına konuşabildikleri zamanlarda yaşamıyoruz. 1920’lerde, Vanderbilt Üniversitesi’nde, aralarında “Saf Tutacağım” başlıklı bir bildiri yayınlayacak kadar ruh birliği hissedebilmiş yazarlar vardı; keza 1930’larda, iyi kötü aynı doğrultuda hareket etmelerini sağlayan ortak bir toplumsal bilince sahip yazarlar çıkmıştı. Ama bugün gevşek bağlarla da olsa birarada duran, bir nesil adına veya birbirleri adına konuştuklarını söyleme cesareti olan hiç iyi yazar yok. Bugün her yazar kendi adına konuşuyor, üstelik eserinin, ona kendi adına konuşma hakkı verecek kadar önem taşıdığından emin bile olmayabiliyor.

Bence kendi edebiyat yaklaşımı üzerine konuşan her yazarın derdi, en can alıcı ve derin noktalarda gerçekçi olduğunu göstermektir; gelin görün ki, gündelik hayatın sıradan görünümlerinde edebiyata konu olacak kayda değer bir malzeme görmeyenlerimiz için bunu yapmak çok zor. Şunu anladım ki, genç kahraman ortalama bir Amerikan delikanlısına, hatta ortalama bir Amerikan suçlusuna uymuyorsa, yaratıcısı bir hayli açıklama yapmak zorunda kalacak demektir.

Yazarı bekleyen ilk zorunluluk, ne yapmadığını açıklamak olacaktır; zira bugün Amerikan edebiyatında gerçek anlamda bir akım bulunmasa da, yeni icat ettiği akıma sizi de dahil etmeye hazır bir eleştirmen muhakkak çıkıyor. Şayet Güneyli bir yazarsanız, bu yafta ve ona eşlik eden bütün yanlış kanılar derhal üzerinize yapıştırılıyor; size de bunları üstünüzden atmak için elinizden geleni yapmak kalıyor. Siz Güney’in ortamını  eserinize özgü hangi dramatik sebeplerle kullanmış olursanız olun, genel okur kitlesi sizin Güney hakkında yazdığınız kanaatine varıyor ve eserinizi tipik Güney hayatını bire bir yansıtıp yansıtmadığı üzerinden değerlendiriyor.

Bana sürekli Georgia’da hayatın hiç de benim tasvir ettiğim gibi olmadığını söylüyorlar; başıboş dolanıp aileleri katleden kanun kaçaklarının,[2] veya tahta bacaklı kızların peşinde sinsice gezinen İncil satıcılarının[3] bulunmadığını söylüyorlar.

Sosyal bilimlerin, okurların edebiyata bakışı üzerinde çok olumsuz bir etkisi oldu. Eskiden ortalama okur sırf bir ders çıkarma beklentisiyle roman okurdu, bu belki çok naif bir yaklaşım, ama romana daha da dar bir bakışla yaklaşan günümüz okurunun bazı beklentileri bunun yanında çok daha naif kalıyor. Bugün bir romanın, tamamen toplumsal, ekonomik veya psikolojik güçlerle ilgili olduğu, zorunlu olarak bunları gösterdiği düşünülüyor; veya iyi bir romancı için yalnızca daha derin bir amaca ulaşmanın vesilesi olan gündelik hayattaki ayrıntıları işlediği düşünülüyor.

Bugün birçok okurun ve eleştirmenin kafasında sabit bir roman anlayışı var. Olgularda gerçekçi olmasını talep ediyorlar ondan, oysa böyle bir gerçekçilik romanın ufkunu genişletmek yerine daraltabilir. Onlara kalsa, uzun kurmaca için yegâne meşru malzeme, toplumsal güçlerin seyri, hayatın tipik unsurları, sıradan hayattaki görünüm ve olayları olduğu gibi vermek olabilir. Hak edilmemiş özgürlüklere veya kurmacanın tipik olanı temsil etmesi gerektiği anlayışına dayanan o kadar çok sayıda berbat romanla doldu ki ortalık, genel okur kitlesi daha derin gerçekçilik türlerini anlamakta giderek daha da zorlanıyor.

Modern kurmacanın önemli yapıtlarından birçoğuna, özellikle de Güney menşeli romanlara baktığımızda, umumiyetle aşağılayıcı anlamda “grotesk” diye tarif edilen bir nitelikleri olduğunu görüyoruz. Tabii, artık şunu anladım ki Kuzeyli okurlar Güney’den çıkan her şeye grotesk diyor – meğerki hakikaten grotesk olsun, o zaman da gerçekçi diyorlar. Ama şimdilik bu yanlış kullanımları bir tarafa bırakıp, haklı sebeplerle, yazarın bu yöndeki niyetine dayanarak grotesk denebilecek kurmaca türünü ele alalım.

Temelde bütün romancılar gerçeği arar ve gerçeği betimler, ama her romancının gerçekçiliği, gerçekliğin nihai kademelerine yönelik bakışına bağlı olacaktır. 18. yüzyıldan itibaren birbirini izleyen her çağda, insanın bilimde kaydettiği gelişmeler sayesinde hayatın acılarının ve gizemlerinin ortadan kalkacağı fikrinin halk arasında gördüğü rağbet giderek arttı – o gelişmeler yüzünden toptan yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan ilk nesil olmamıza rağmen bu inanç hâlâ gücünü koruyor. Şayet romancı bu fikre bağlıysa; eylemlerin ruhsal yaradılışla, ekonomik durumla veya başka bir etkenle önceden belirlenmiş olduğuna inanıyorsa, insanı en yakından ilgilendiren şeyleri, insanın kaderine hâkim olduğunu düşündüğü doğa güçlerini eserinde aynen vermek bu yazarın en temel meselesi olacaktır. Böyle bir yazardan büyük bir trajik natüralizm çıkabilir, zira gözlemlediklerine karşı sorumluluğu sayesinde kendi dar bakışının sınırlarını aşabilir.

Öte yandan, yazar eğer hayatımızın özünde gizem dolu olduğuna ve hep öyle kalacağına inanıyorsa; bizleri, yasalarına özgürce tepki verdiğimiz yaratılmış bir düzende varlığını sürdüren canlılar olarak görüyorsa, o zaman yüzeyde gördükleri ilgisini çekmeyecek, yüzeyden geçip gizemin kendisiyle karşılaşmak isteyecektir. Böyle bir yazar, yapıp ettiklerimizden ziyade, anlamadığımız şeylerle ilgilenecektir. Olasılıkla değil, olanakla ilgilenecektir. Kötülükle ve erdemle yüz yüze gelmeye zorlanan ve kendi güçlerini aşan bir  inançla eylemde bulunan karakterlerle ilgilenecektir. Modern kafalar, böyle bir karakteri –ve yaratıcısını– ortada olmayan şeylere saldıran tipik bir donkişot gibi görecektir.

Böyle bir yazarın, ağırlıklı olarak gizemle ilgilendiği için somut olanı hiçe sayabileceğini ima etmek gibi bir niyetim yok. Roman, insan bilgisinin başladığı yerden –duyulardan– başlar ve her roman yazarı eserlerini verdiği mecranın bu temel özelliğine mahkûmdur. Fakat bence, tarif ettiğim yazar türü somut olanı daha esaslı bir şekilde kullanır.

Grotesk eserler kaleme alan bir yazar, karakterlerinin herhangi bir günahkârdan daha acayip olduğunu düşünmeyebilir, ama okurları tam da böyle düşünecek ve ona neden bu denli örselenmiş ruhlara can verdiğini soracaklardır. Thomas Mann, groteskin gerçek anlamdaki tek burjuva karşıtı tür olduğunu söylemişti, ama bence bu ülkedeki genel okur kitlesi groteski duygusal türle birleştirmeyi başarmış durumda, zira ne zaman ondan övgüyle söz etse, groteski yazarın duygudaşlığıyla özdeşleştiriyor.

Bugünlerde yazarlar için duygudaşlık mutlak bir zorunluluk olarak görülüyor. Duygudaşlık öyle bir kelime ki, herkesin ağzında güzel tınlıyor ve hiçbir kapak yazısı onsuz olamıyor. Bana öyle geliyor ki genelde bununla, insani zaaf insanca olduğu için yazarın her türlü insani zaafı mazur gördüğü kastediliyor. Yazardan beklenen bu ne idüğü belirsiz duygudaşlık, artık yazarın herhangi bir şeye karşı olmasını zorlaştırıyor. Halbuki, grotesk kavramı doğru kullanıldığında, içerdiği zihinsel ve ahlaki yargıların duygulara baskın çıkacağı muhakkak.

Ne zaman bana Güneyli yazarların ucubeler hakkında yazmaya neden bu kadar meyilli olduğu sorulsa aynı cevabı veriyorum: Çünkü biz, hâlâ, bir ucubeyle karşılaştığımızda bunu anlıyoruz. Bir ucubeyi ayırt etmek için, sağlıklı insana dair şu veya bu biçimde bir fikriniz olması gerekir; Güney’de de bu insan fikri hâlâ büyük ölçüde teolojiktir. Bu büyük ve tehlikeli bir iddia biliyorum, zira Güneylilerin inancı konusunda söylediğiniz herhangi bir şeyi bir sonraki cümlede yadsıyabilirsiniz ve ikisi de aynı ölçüde doğru olur. Fakat konuya yazar açısından bakacak olursak, bence şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Güney hayatı İsa’nın etrafında dönmese de, İsa’nın ruhu bu hayata kesinlikle musallat olmuştur. Güneyliler, buna akılları yatmasa da, Tanrı’nın suretinde yaratılmış olma ihtimallerinden çok korkarlar. Hayaletler çok acımasız ve öğretici olabilir. Tuhaf gölgeler düşürürler – özellikle de edebiyatımıza.

 

Flannery O'Connor, kendi boyadığı portresiyle.

 

Güneyli yazarların groteske meyletmesinde Güney’e has bir durumun da etkisi var: Güney’den çıkan iyi yazarların sayıca çok olması. Bence yazar üzerinde en başta etkili olan şey hayattan ziyade edebiyat. Aşağı yukarı aynı toplumsal manzaraya bakan, aynı üslubu kullanan çok sayıda yazar olunca, daha önce çoktan yapılıp bitirilmiş bir şeyin kötü bir taklidini yapmamak için daha dikkatli olmanız gerekiyor. Sırf Faulkner’ın varlığı bile, yazar olarak neyi yapıp neyi yapamayacağınız konusunda önemli bir fark yaratıyor. Her şey, Güneyli yazarı, bakışlarını yüzeyin ötesine, görünen sorunların ötesine geçirip, kâhinleri ve şairleri ilgilendiren o alana ulaşmaya zorluyor. Hawthorne yazdıklarının romans olduğunu söylerken, aslında kurmacanın toplumsal belirlenimler karşısındaki bağımsızlığını bir nebze korumak ve onu şiire doğru yöneltmek istemişti.

Okurlardan ne zaman ses çıksa, zamanımızın yıkımlarını nasıl olacaksa düzeltecek dengeli bir edebiyat talepleri işitiliyor. Toplum düzeni, liberal düşünce, hatta bazen Hıristiyanlık adına, romancıdan çağının hizmetkârı olması isteniyor. Romancı, yerine getirdiği işlevle değil görme gücüyle yargılanmalı; ayrıca şunu da unutmayalım: Romancının gördüklerinin aktarılması gerekir ve okur kitlesindeki sınırlarla kör noktalar, romancının gördüklerini göstermesinde kesinlikle etkili olur. Günümüzde kurmacada groteske meyledilmesindeki sebeplerden biri de budur.

Kendi çağları adına ve çağlarıyla uyum içinde konuşan yazarlar, egemen tutumların aksi yönde konuşan yazarlara kıyasla çok daha kolay ve güzel konuşurlar. Bir keresinde California’da oturan yaşlı bir hanımdan mektup almıştım, yorgun bir okurun akşam eve geldiğinde içini açacak şeyler okumak istediğini yazmıştı. Anlaşılan, benim öykülerimin hiçbiri içini açmamıştı. Ama bence gönül gözüyle görmeyi bilmiş olsa içi açılabilirdi.

Diyeceksiniz ki ciddi bir yazar yorgun okurları düşünmek zorunda değildir; gelin görün ki düşünüyor, çünkü okurların hepsi yorgun. Herkes içi açılsın istiyor. İster hikâye anlatalım ister hikâyeleri dinleyelim, hepimizin içinde o kurtarıcı hamleyi bekleyen, düşmüş bir şeye en azından yeniden kalkma fırsatının verildiğini görmek isteyen bir taraf var. Günümüz okuru bu hamleyi bekliyor, haksız da değil… ama onun karşılığında ödenen bedeli göz ardı ediyor. Kötülük hakkındaki fikri o kadar sulandırılmış veya o kadar eksik ki, iyileşmenin bedelini unutuyor. Bir roman okuduğunda istiyor ki ya duyularına işkence edilsin ya da gönlü ferahlasın. Kitabı eline aldığı anda onu ya temsilî bir yıkıma ya da temsilî bir saflığa götürsün istiyor.

Romanda denge meselesinde, arazisini cehennem, araf ve cennet arasında eşit biçimde bölen Dante’nin örnek alınması gerektiğini söylüyorlar sık sık bana. Buna itirazım olamaz; ama bugün böyle bir şey yaptığımızda, Dante’nin kendi zamanında elde ettiği dengeli tabloya ulaşacağımızı varsaymak için bir sebep de yok. Dante 13. yüzyılda yaşadı, o dengeye çağının inancında ulaştı. Bugün olgulardan da değerlerden de kuşku duyan, gelgeç inançların etkisiyle kâh o yöne kâh bu yöne savrulan bir çağdayız. Artık romancı etrafındaki dünyada var olan bir dengeyi yansıtmak yerine, kendi iç dünyasında hissettiği bir dengeden yola çıkmak zorunda.

Geleceğin büyük romanları, okurların istediklerini düşündükleri veya eleştirmenlerin talep ettikleri romanlar değil, romancıyı ilgilendiren romanlar olacak. Romancıyı ilgilendiren romanlar da, çoktan yazılmış olmayan romanlardır. Romancıdan en zorlu işleri talep eden, zekâsını ve yeteneklerini sonuna kadar kullanmasını gerektiren, ve kendi iç sesinin çağrılarına uymasını gerektiren romanlar… Çoğumuz, geleneksel romandan çok şiire yöneleceğiz.

Böyle bir romancının önündeki problem, [gerçekliği] yok etmeden ne kadar çarpıtabileceğine karar vermektir, ve yok etmemek için de, büyük bir esere hayat veren yeraltı kaynaklarına ulaşana kadar kendi içindeki derinliklere inmek zorundadır. Görmek böyle başlar… Bundan yirmi sene sonra Güneyli yazarların yine gri takım elbiseli adamlar hakkında yazacağını, ama o adamların bizim bugün haklarında yazdığımız ucubelerden bin kat daha ucube olduklarını görme yeteneğini kaybetmiş olacaklarını düşünmek bile istemem. Umarım Güneyli yazarlar yorgun okurlarını hiçbir zaman tatmin etmez.



[1] The Parables of Flannery O’Connor,  New York Review of Books, Nisan 2009.

[2] “İyi İnsan Bulmak Zor” adlı öyküdeki kahraman kastediliyor, İyi İnsan Bulmak Zor (Metis) derlemesinde – ç.n.

[3] “Temiz Köylüler” adlı öyküdeki kahraman kastediliyor, İyi İnsan Bulmak Zor (Metis) derlemesinde – ç.n.