Yaşam Tehlikedeyken Parayı Düşünmek

31/3/2020 / skopbülten / Ziya Aydı

“Birileri diyor ki sonumuz yakın

Birileri diyor ki yaklaşıyor kıyamet

Öyle olur umarım

Tatile çıkmak için bahane lazım”

[Tool - Ænema]

 

Jean-Michel Basquiat, “Pis Liberaller”, 1982

 

180 bin km2 genişliğindeki bir alanı kapsayıp aylar boyunca etkisini sürdürerek bir milyardan fazla hayvanın ve onlarca insanın ölümüne yol açan Avustralya’daki orman yangınları, iklim değişikliğinin somut kanıtlarından biri olması açısından insanlığa yönelik ciddi bir uyarı niteliği taşıyordu. Aralık 2019’da Çin’in Wuhan kentinde ilk kez teşhis edilmesinin ardından kısa sürede tüm dünyaya yayılıp 11 Mart 2020’de Dünya Sağlık Örgütü’nün küresel salgın ilan etmesine sebep olan Korona virüsü ise, insanı piyasa değerine indirgeyerek iktisadi büyümeyi yaşamın tek amacı haline getiren neoliberal sistemin defolarını reddedilemez bir şekilde gözler önüne serdi. Peş peşe gelen felaketlerin insan sağlığının yanı sıra yerleşik ekonomik ve politik kodları da tehdit ettiği zamanlardan geçerken, geride bıraktığımız yüzyıl içinde tehlikeli bir dogmaya dönüşen rekabetin refah getireceği inancıyla bağlantılı olarak kutsallaştırdığımız paranın değerini sorgulama vaktimiz de gelmiş gibi görünüyor.

İçinde bulunduğumuz durumun olağanüstülüğü; tedavisi bilinmeyen bir hastalığın, kapitalizmin yarattığı tüketim toplumunu kontrol altında tutmak için kullandığı ‘her şey yolunda’ illüzyonunu yerle bir etmesinden ileri gelmekte. Ekosisteme verdiği zarara rağmen uygulamakta inatçı olduğumuz hayat tarzının, zaten devam garantisi olmayan kendi yaşamımızı da kaybetme riskini an be an artırdığı gerçeğiyle yüzleştiren bir tarafı var korona virüsünün. Salgının yayılmasını engellemek için hayatın sözde olağan akışını durdurmamız, başka bir deyişle kendimizin de bir parçası olduğumuzu unuttuğumuz doğayı kibirle yağmalamayı bırakıp soluklanmamız gerekiyor. Virüsün yol açtığı hastalığın bir solunum yolu sendromu olması, bu bağlamda çarpıcı bir analojiye imkân sağlıyor. Karantina süresince üretimin durduğu bölgelerde hava kirliliğinin kayda değer oranda azalması sürpriz değil. Çünkü korona virüsü ölümcül bir hastalığa sebep olmanın yanında sosyoekonomik etkileriyle toplumsal düzenimizin görmezden geldiğimiz kusurlarını da bir hastalığın semptomları gibi ortaya çıkarıyor.

 

“Yalnızlığınız hastalık değil, hastalığın belirtisi.”

[Kate Tempest - Unholy Elixir]

Kapitalist ideolojiye içkin bu hastalığın tedavisi, ekonomik sektörlere dönüştürülerek kısırlaştırılan medyanın ve siyasetin organize bir şekilde yürüttüğü ‘insan tabiatı gereği bencildir’ propagandasına aldanmayı bırakıp kolektif bir karşı-bilinçle hareket etmekle mümkün. Žižek, günümüz şartlarında aciliyeti en yüksek dayanışma biçimi olarak kişisel izolasyona ihtiyaç duymamızdan doğan paradoksa halihazırda değinmişti.[1] Peki salgının yayılma hızını düşürerek durumu kontrol altına alabilmek için evde kalma gerekliliği apaçık ortadayken böylesine basit ve kritik bir önlemi uygulamakta neden bu kadar zorlanıyoruz? Bu sorunun biri üretim diğeri tüketim bağlamında değerlendirilebilecek, ortak paydası para olan iki cevabı var. Kuralları içine hapsolduğu kapitalist iktisadi sistem kanını emerken zor günler için birikim yapma imkânına sahip olmayan insanlar, başka seçenekleri bulunmadığı için çalışmaya devam etmek ve dolayısıyla evden çıkmak zorundalar. Var olma nedeni tam olarak bunun gibi durumlarda sorumluluk üstlenerek ihtiyaç sahiplerinin sosyal güvenliğini sağlamak olan devlet mekanizması, elinde bir silaha dönüştüğü sermaye sahiplerinin menfaatlerine öncelik veriyor. Bahse konu sermaye sahipleri ise zarara uğramamak (ya da böyle bir kriz ortamından maksimum kâr sağlamak) uğruna insanlığı tehdit eden koşullara aldırış etmeksizin eleman çalıştırarak üretimi sürdürüyorlar. Yani tıpkı iklim değişikliğinde olduğu gibi koronavirüs salgınında da ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği uğruna yaşamın sürdürülebilirliğini riske atıyoruz. Bu ihtiyatsızlığın en çok canını yaktığı kesim ise her zamanki gibi proletarya. Kısaca patron cephesinde yeni bir şey yok.

Sadece zenginleri ve politikacıları (daha doğrusu zengin politikacıları) suçlama kolaylığına düşmeden meseleye bir de tüketici açısından bakmakta fayda var. Çünkü sermaye sahipleri sömürüyü gerekçelendirmek için market raflarını boş bırakamayacaklarını ileri sürerken, tüketici de koronavirüs salgınına tuvalet kâğıdı istifleyerek reaksiyon gösterdiği için bu bahaneyi haklı çıkarıyor. Bu süreçte bir reaksiyon olarak karşımıza çıkan stokçuluk psikolojisinin altında ise nesiller boyunca liberal politikalarla şekillendirilmiş bireyci ahlak anlayışının kendini tehdit altında hisseden insan üzerindeki etkisi yatıyor. Fakat unutulmamalı ki tuvalet kâğıdı fenomeninin ortaya çıkış nedeni özcü bir liberalin iddia edeceği gibi insanın açgözlü bir yaradılışa sahip olması değil. Arka planda, kolektif birlik duygusunun tetiklemesi muhtemel itaatsizliği ve başkaldırıyı engellemek amacıyla bu hissin planlı bir şekilde aynı tüketim ürünlerinin kullanımına yönlendirilerek sınırlandırılması yer almakta. Başka bir deyişle, bir süpermarketin tuvalet kâğıdı reyonuna saldırmanın zombilere özgü bir dayanışma duygusu taşıdığını gözden kaçırmamak lazım. Banknotu tuvalet kâğıdından ayıran tek şey, paranın bir değeri olduğuna duyduğumuz inanç – onun da COVID-19 tarafından sarsılıp sarsılamayacağını yakında göreceğiz. Fakat gerçek şu ki, sıkça kullanılan kapitalist koşu bandı metaforunu[2] günümüze uyarlayarak içinde bulunduğumuz durumu tanımlarsak, spor salonu alevler içinde ve biz yıllık ücreti peşin yatırdığımız için koşmaya devam etmek zorunda olduğumuzu zannediyoruz.

Küresel bir salgının olumsuz etkilerini dolaylı olarak artırmak bakımından paranın yukarıda ifade edilenlerin dışında oldukça somut bir rolü daha var. Online ödeme seçeneğinin yaygınlaşması ve kredi/banka kartı kullanımındaki artışla orantılı olarak son yıllarda tercih edilme yüzdesi azalsa da, özellikle düşük miktarlı ödemeler için salgının yayılmasına neden olabilecek kâğıt ve madeni paralar aracılığıyla nakit kullanmaya devam ediyoruz. Her ne kadar Dünya Sağlık Örgütü nakit kullanımına dair bir kısıtlamaya gerek duyulmadığını[3] belirtse de, Çin’deki bankaların parayı dolaşıma sokmadan önce dezenfekte ediliyor olması bu hususa dikkat edilmesi gerektiğine işaret ediyor. Virüsün metal yüzeylerde uzun süre canlılığını koruyabilmesinden ötürü[4] madeni paranın hastalığı bulaştırma ihtimalinin kâğıda göre daha fazla olduğunu da not düşelim. Sonuç olarak para, kavramsal olarak insana verdiği zararların yanında fiziksel varlığıyla da kelimenin tam anlamıyla bizi hasta ediyor.

 

Jake & Dinos Chapman, “Imagine Money”, 2007.

 

Bununla birlikte salgının dünyaya yayılma sürecini inceleyince virüsün taşınma yolunun yine parayla ilişkili olduğunu görüyoruz. Seyahat hakkını tartışmaya açmanın yabancı düşmanlığından beslenen ırkçı ideolojilere hizmet edeceğini unutmadan, bu özgürlüğün, pasaport ve vize gibi bürokratik engeller yüzünden orta ve üst sınıfın sosyoekonomik statüsüyle bağlantılı bir şekilde sahip olunan bir imtiyaza dönüştüğünü belirtmek lazım. Kabul etmeliyiz ki virüsün büyük zarara uğrattığı turizm sektörü aynı zamanda yerel bir hastalığın küresel bir salgına dönüşmesindeki en önemli faktörlerden biri. Türkiye’deki ilk koronavirüs vakasının her gün binlerce turistin ziyaret ettiği Kapalıçarşı’dan çıktığına dair iddialar da bu çerçevede değerlendirilebilir. Üstelik sosyal izolasyon uygulamasını sekteye uğratan sınıfsal dinamik burada da devrede. Orta ve üst sınıfın konforu, hareket kapasitesi ekonomik güçsüzlüğüyle eşdeğer bir şekilde sınırlandırılmış proletaryanın hayatına kastetmekte. Dolayısıyla virüsün demokratik olduğuna dair çıkarımlar gerçeği yansıtmıyor. Ünlü oyuncuların, sporcuların veya politikacıların koronavirüs testlerinin pozitif çıktığına dair dünyanın dört bir yanından gelen haberler bu görüşü desteklemenin aksine çürütecek bir nitelik taşıyor. Bu haberler hastalığın teşhis edilmesini sağlayacak testlere ulaşmak bakımından zenginlerin sahip olduğu ayrıcalıktan başka hiçbir şeyin göstergesi değil. Tanı aşamasında durum böyleyken salgın kaynaklı ölümlere dair istatistiklerde ortaya çıkabilecek sınıfsal farklılıkları düşünmek endişe verici, fakat mecburi. Bu yüzden gerekli önlemlerin zamanında alınabilmesi adına resmî kurumların koşulsuz şartsız bir şeffaflık anlayışını benimsemesi oldukça önemli.

 

“Söyle bana; bir dolar ne kadara mâl olur?”

[Kendrick Lamar - How Much a Dollar Cost]

 

Panik atmosferini ve kaygıyı engellemek için düzenli bilgi akışına ihtiyaç duymamıza rağmen, Türkiye’de vakaların görüldüğü şehirlerden bile bahsetmeyip yalnızca ölenlerin yaşına dikkat çeken açıklamalarla yetinmeye mecbur bırakılmış haldeyiz. Neoliberalizmi mihrabı bellemiş devletlerin, yatırımcıyı ürkütmemek adına salgına dair verileri filtrelemeye yönelik bir ‘strateji’ izleyeceklerini tahmin etmek zor değil. Sırtını cehalete ve dezenformasyona dayamış bu stratejinin en büyük örneğini Trump Amerikası’nda gözlemlemek mümkün. Şu âna kadar Türkiye’de de durumun pek farklı olduğunu söyleyemeyiz. Meselenin kitlesel iletişimle alakalı kısmını sosyal medya aracılığıyla devlet kurumlarını baskı altına alarak çözmemiz gerektiğini farklı durumlarda defalarca tecrübe etmiştik. Önemli idari kararların halkın sosyal medyadaki tepkilerine bağlı olarak değişebildiğini gözlemlediğimiz son iki hafta boyunca yaşananlar, bu kolektif gücün etkisini koruduğunu ispatlıyor. Belki de sosyal izolasyon sonucunda siyasi hayatın neredeyse tamamen sanal dünyaya taşınması, uzun vadede global bir politik trend olarak temsilî demokrasinin katılımcı demokrasiyle değiştirilebileceğinin habercisidir.

Fakat henüz salgına ve yol açtığı sorunlara kalıcı bir çare bulamamışken bunun gibi spekülasyonlar yapmadan önce düşünmemiz gereken daha acil konular var. İktidarın birkaç gün önce açıkladığı ‘ekonomik istikrar kalkanı’nın içeriği bu konuların başında geliyor. Söz konusu paketin ana başlıklarına bakıldığında kaynakların insanları değil şirketleri kurtarmak için kullanılacağı anlaşılıyor. Maddi sorunlara bağlı intihar vakalarının sıradanlaştığı bir ülkeyi şahsına mülk edinenlerin, bu şartlar altında dahi önceliği hayatı değil sermayeyi korumak olan neoliberal politikaları uygulama ısrarı maalesef şaşırtıcı değil. Salgının gidişatı ise durumun daha da kötüleşip İtalya’daki gibi kimin hayatta kalıp kimin öleceğine karar verilmesi gerekecek bir felaket senaryosuna hazırlıklı olunması gerektiğini gösteriyor.

Susurluk Kazası ertesinde Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık ile başlayıp Gezi Parkı olayları sırasında tencere-tava gürültüsü ile devam eden, günümüzde ise sağlık çalışanlarının alkışlanmasına dönüşen eylem biçiminden de anlaşılabileceği üzere toplumsal refleksleri devlet eliyle evcilleştirilmiş bir ülkede yaşıyor olduğumuzu inkâr edemeyiz. Fakat sosyal izolasyonla iyice yalnızlaştığımız bu olağanüstü dönemde; sağlık çalışanları için alkış yerine gerekli ekipmana, yıllarca semirtilmiş sermaye sahipleri yerine fakirleştirilmiş halkı kurtaracak önlemlere ve son olarak kaderci bir sessizlik yerine eleştirilerimizi daha yüksek sesle dile getirmeye ihtiyacımız olduğunu unutmamalıyız.

 



[1] Slavoj Žižek - Monitor and Punish? Yes, Please! thephilosophicalsalon.com/monitor-and-punish-yes-please/

Türkçesi: terrabayt.com

[2] Allan Schnaiberg - Treadmill of Production: Injustice and Unsustainability in the Global Economy

[3] Dünya Sağlık Örgütü’nün konuyla ilgili açıklaması için bkz. fullfact.org/health/coronavirus-WHO-cash-comments/

[4] Bu bilgiye dair detaylı veriler 17 Mart’ta yayınlanan The New England Journal of Medicine makalesinde yer almaktadır.