Avangard, Sanat ve Kuşku

Theodor Adorno, Dada’yı ve anti-art’ı çıkaran devrimci politikanın önünün savaş-sonrası yıllarda tıkandığını, bu dönemde artık sanatın da tıpkı dünyanın tamamı gibi her yönüyle teknolojinin veya bürokrasinin hükmü altına girdiğini öne sürüyordu. Action painting ve action composing gibi akımlar, Adorno’ya göre, sadece eylemin imkânsızlık alanını belirginleştiren birer kriptogram biçiminde var oluyordu.[1] Sanat üretimi sona ermiş değildi: Savaş gerçeği ufuktan çıktıkça, radikalizm ve mevcut koşulları eleştirme iddiasıyla birbiri ardınca çok sayıda sanat hareketi ortaya çıkmıştı. 1960’lardan itibaren, sanatın çerçevesini genişletmeyi veya parçalamayı, sanat kurumlarını eleştirmeyi, beceriden arındırma [de-skilling] tarzlarıyla sanatçının çalışmasını yeniden biçimlendirmeyi, formu anti-forma ve sanatı sanatdışılığa çevirmeyi, sanat ile zanaat ayrımına meydan okumayı, yaratıcılık ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkileri irdelemeyi amaçlayan birçok hamle yapılmıştı. 20. yüzyıl başındaki ilk avangard dalganın gündeme getirdiği meseleler yeniden parlamıştı. Savaş-sonrası dönem, önce Auschwitz’ten sonra sanat pratiğinin cılız örneklerini, galeri ve müzelerde kendine yer bulan iç karartıcı, kasvetli olumsuzluk kalıntılarını görmüş, ardından konstrüktivizm-dadaizme ve post-Dada’ya özgü eleştiri pratiği olarak sanat yaklaşımının yeniden işlendiği örneklere alan açmıştı: süreç mefhumuna meyletmiş, galeriyi terk etmiş, sanatın meta mahiyeti üzerine –daha doğrusu ona karşı– çalışmış, öyle ki sonunda sanatın bir nesne olarak belirmesine son vermiş, sanat boykotu çağrılarıyla sanatın “özyıkımını” veya sanat üretimine son verilmesini hazırlamıştı. Ortada avangard adı verilen, mayanın kıvamlanışı gibi kıpır kıpır ve canlı bir şey vardı, ama toplumsal dünyaya hatta sanata dair –kimi ütopyacı olan– farklı tasavvurlar sunmakla birlikte, bu avangardın sanat kategorisini esaslı bir şekilde baltaladığı yoktu. Hatta çoğunlukla o kategoriyi genişletiyor, ona can suyu taşıyor, varlığını ve somutluğunu daha da artıyordu. Sanat kuşku içinde değildi. Başarısı, başarısızlığındaydı.

 

Allan Kaprow, Words, 1962.

 

Adorno, savaş-sonrası avangard ile happening’leri hakkında şöyle yazar: “artık siyaseten hiçbir yıkıcı içerikleri olmadığından, ruh çağırma seanslarını hatırlatan hizipçi bir niteliğe bürünmüşlerdir: herkes esrarengiz bir şeyin parçası olduğuna inanır ama hiçbir şey olmaz, hiçbir ruh belirmez.”[2] Tekno-bürokratik kompleks, gölgeleri bile ortadan kaldıracak kadar parlayan avangardın ışığı altında keyifle ısınır. Altüst etme gücü yoktur bu avangardın. Bu dünyayla az çok barışık olmakla kalmaz, onu karanlık biçimde aydınlatır. Sanatın şaibeli bir iş olduğunu, siyasi değerinin de kuşkulu olduğunu onaylar.

Adorno, neo-Dada’yı ve sanat deneylerini ileri götüren avangardın büyük kısmını küçümser, zira onların eserleri, avangard seleflerininkinin aksine, “ânında yozlaşarak kültüre dönüşür”.[3] Dadaizmin başvurduğu politika artık imkânsızdır, çünkü “bu türden her eylemin ya teknolojiyle önünün kesildiği ya da yönetilen bir dünya tarafından ele geçirilip ehlileştirildiği bir çağ” söz konusudur.[4] Avangard, sanatın içinde sıkışıp kalmaya devam eder. “Her şeyi yutarak kendini ideolojik olarak savunan” bir toplumda avangard sanat bile ele geçirilip ehlileştirilir.[5]

Aynı dönemde, açıktan devrimci olup, hem emperyal-kapitalist Batı’nın olumlanmasına hem de Sovyet kültür politikasının Marksist materyalist analiz adına ortaya sürülen şartlarına mesafeli duran sanatçılar da vardı. Franco Fortini 1958’de, hem kendine hem başkalarına karşı duyduğu kuşkuyu irdelediği “Komünizm” başlıklı bir şiir yazmıştı.[6] Fortini’nin komünizminde hiçbir kuşku yoktu, ama “komünist” sıfatını sahiplenenler ondan kuşku duyuyordu. Fortini baştan aşağı komünistti ama komünistler onun hassasiyetlerinden, dogmayı kayıtsız şartsız kabul etmeyişinden, onların şartlarına tam bağlı kalmayışından, şiirsel ve entelektüel yönelimlerinden kuşku duyuyorlardı. Fortini için şiir, her ne kadar kuşkulu olsa da bir imkândı. Kendinden duyulan kuşkunun yanı sıra isyanın da dile getirildiği bir alandı. Şiir, dogmatik sözün yaralıyıcı kesinliklerine isyan ediyordu. Başka bir dildi şiir, kapatmak yerine açan bir dil.

 

Franco Fortini, 1917-1994

 

Son dönemde dogmatik sözün yaralıyıcı kesinlikleri bangır bangır haykırılıyor, ama artık sayıları iyice azalmış komünistler arasında değil. Benjamin’in “politikanın estetize edilmesi” dediği şey, Trump ve Brexit çağında anlamını yitirmiş durumda. Bugün siyaset daha ziyade bir pembe diziye benziyor, politik olanın alanını işgal etme stratejisi olarak görünüyor. Gerçi pembe dizi nitelemesi bile çağdışı olabilir. Bu apolitik politika, 24 saat işleyen bir tıklama tuzağı [click-bait]; bir sonraki dehşet verici haberle yok olup gidene kadar durmadan yaydığı infialleri kışkırtan bir makine. Kitlenin her kesimi, şebekedeki her balon ve oyuk, her infialde ağız birliğiyle feryat figan ediyor, ta ki onu unutup bir sonraki konuya odaklanana kadar. Benjamin, Pasajlar yapıtında, Haziran 1936’da anti-faşist kültür dergisi Vendredi’de yayınlanan bir yazıdan söz eder:

 

Keskin görüşlü bir yazar, bir keresinde, faşist İtalya’nın dev bir gazete gibi, dahası büyük bir gazeteci tarafından yönetilmekte olduğunu belirtmişti: her güne bir fikir, ve onu öne çıkarıp parlatan merak uyandırıcı ilaveler; okurun, ustalıkla ve ısrarlı biçimde, toplum hayatının haddinden fazla büyütülmüş veçhelerine yönlendirilmesi – okurun kavrayışının belli pratik amaçlar doğrultusunda sistemli biçimde deforme edilmesi. Velhasıl, faşist rejimler, reklam ve tanıtım rejimleridir.[7]

 

Bugün yalan yeterince büyükse ona inanılma ihtimali kuşku uyandırma ihtimalinden daha yüksek, çağımızın deliliği bu. Kuşku, dünyada etkide bulunma güçlerinden, politik değişim yaratma yetilerinden, düşüncelerinin, şiirlerinin, sanatlarının eyleme aktarılacağından şüphe duyan komünist entelektüellerin keskinleştirdiği bir teknikti. Anti-faşist sanatın […] kuşku ile amansız hakikat ısrarı arasında bir yol ortaya koyması gerekiyor – boş bir edim olarak değil, şüpheye yararlı, üretici ve dünya-tarihsel bir yön verecek, kuşkuyu eylemle birleştirecek bir izleyici kitlesiyle buluşan bir edim olarak.

 

Esther Leslie’nin Third Text dergisi’nde yayınlanan “Anti-Fascism, Anti-Art, Doubt and Despair” başlıklı yazısının son bölümlerinden kısaltılarak çevrildi. Aynı metnin ilk bölümlerinden yapılan çeviri için bkz. Sanata Karşı Sanat: Benjamin, Brecht ve Paul Klee’nin Melekleri



[1]  Theodor Adorno, Quasi una Fantasia: Essays on Modern Music, çev. Rodney Livingstone (Londra: Verso, 2002) s. 315-316.

[2] Theodor Adorno, “Difficulties”, 1964/66, Essays on Music içinde, Theodor Adorno, çev. Susan H Gillespie, (Berkeley and Los Angeles University of California Press, 2002) s. 658.

[3] Theodor Adorno, “Vers un Musique informelle” [1963], Quasi una Fantasia, s. 315-316.

[4] A.g.e.

[5] A.g.e., s. 314.

[6] Franco Fortini, “Communism”, çev. Angelo Quattrocchi ve Lucien Rey, New Left Review, cilt I, sayı 38, Temmuz-Ağustos 1966, s. 81.

[7] Walter Benjamin, The Arcades Project, çev. Howard Eiland ve Kevin McLaughlin (Cambridge, Massachusetts: Belknap Press, Harvard University Press,  2002) s. 768.

avangard, Benjamin