İletişimin Ötekiliği: Kültüralizm ve Yeni Medya

30/4/2015 / skopbülten / Şefik Özcan

Giriş

Bu yazı, çağımızda yeni bir dünya ve insan tasarımı rejimi olan "kültüralizm" ile iletişimin yeni evrensellerini tanımlamak için kullanılan ‘Yeni Medya’ kavramını inceleyerek, her ikisinin gücü ve sınırları üzerine bir tartışma zemini oluşturmayı amaçlamaktadır. Sunulan tartışmada, bu kavramlar aynı zamanda, sembolik/gayri maddi üretim türleri bağlamında ele alınan ‘iletişim’ kategorisiyle ilişkilendirilerek, kimlik-denetim, farklılık-ötekilik oluşumlarıyla birlikte ele alınacaktır. Yazının çıkış noktasını oluşturan ana düşünceyi, başlı başına "kültüralizm" konusu oluşturmaktadır. Şöyle ki; kapitalist-endüstriyel modernizme özgü kültür politikalarının normatif, homojen özünün reddiyesi üzerine temellendirilen günümüz kültür politikaları göreceliğe ve heterojenliğe dayanıyor. Evrensel normlar terk edilip, tikel değişkenler başlı başına ana değerler haline getiriliyor. ‘"Kültürel farklılık", "çokkültürlülük" söylemleri günümüzün temel sloganlarını oluşturuyor. Buradaki tartışma, kültüralizmin bu "çoğulculuk" söyleminin, iletişimin yeni modelleriyle birlikte kazandığı anlamları irdeliyor ve aynı zamanda günümüz kültür politikalarına çağdaş sanat perspektifinden eleştirel bir bakış yöneltmeyi hedefliyor.

 

Rafael Lozano-Hemmer, Frequency and Volume, Relational Architecture 9, San Francisco Modern Sanat Müzesi, 2012

 

Kültüralizm

Günümüzde küreselleşmenin söküme uğrattığı bir evrensellik ve tarihsellik yapısından söz edilebilir. Bu yapı, modernlik ideolojisinin homojen bir kültür paradigmasına dayandırdığı kolonyalizmdi ve evreni, insanlığı tekçi bir uygarlık tarihine göre kurguluyordu: Wallerstein’in ifadesiyle Avrupa evrenselciliğine göre. Avrupa evrenselciliği, modern dünya-sisteminin paradigmasını oluşturur ve tarihi büyük oranda, Avrupa devletleri ve halklarının dünyanın geri kalanına yayılmasının tarihidir. Wallerstein’e göre; “Avrupa evrenselciliğinde genel tez, bu yayılmanın uygarlık, ekonomik büyüme, kalkınma ve/veya ilerleme gibi kavramlarla adlandırılarak gerçekleştiği şeklindedir”.[1] Bu kavramlar, evrensel değerlerin ifadesi olarak yorumlanır; ayrıca bir doğal yasa gibi kabul edilir. Çünkü yayılma, tüm insanlık için faydalı ve tarihsel olarak kaçınılmazdır. Wallerstein, “bu etkinliği tanımlamak için kullanılan dilin, hem teolojik bir hal aldığını, hem de seküler felsefi bir dünya görüşüne dayandırıldığını” belirtir.[2]

Post-kolonyal süreçte, Soğuk Savaş’ın son bulmasını izleyen küreselleşme döneminde, dünya bir "kültür dönemecine girdi" ve böylece modernliğe karşı örgütlenen bir çağdaş kültürden veya çağdaşlık kültüründen söz etmek mümkün hale geldi. Çağdaşlık kültürü, modernist-kolonyalist paradigmanın tersine heterojendir, evrenselciliğe karşıdır. Aynı zamanda rölatiftir ve tikel olanla ilgilenir. “Bu yeni yaklaşım bugün bir ana paradigma haline gelmiştir ve modern zamanlardan çağdaş zamanlara doğru yaşanan radikal bir dönüşümün sonucudur”.[3] Sürecin sonunda yeni bir kültür politikasından, kültüralizmden söz edebiliriz ve kültüralizm bu çerçevede, dilin, sembollerin, iletişimin çağdaş bilgi rejimi bünyesinde kazandıkları önceliği ifade eder. Buna sanat da dahildir. “Sanat da çağdaş hayatın anlamlandırılmasında ve yeni öznelerin inşasında işlevselleşir. Kültüralizme eklemlenir.”[4] Denilebilir ki kültüralizm, çağdaş dünya kültüründe, sanat-siyaset ilişkisinin yeniden düzenlenmesinin adıdır. Bu yeni tasarımda, sanat da, siyaset de, ötekiliğin, içerilebilecek bir farklılık düzeyine indirgenip pazarlanabilmesinde iletişimsel eylemin gücüne tabi kılınır. Enformasyon, düşünce, metin, bilgisayar programları vb. ile birlikte, sanatın da bir üretim gibi örgütlenmesi, sanatçının eylemi ve ortaya konan yapıt/eserin bir “iş” (work) olarak adlandırılması, onu da sembolik, gayri maddi bir emek türüne indirgemiş ve kültüralist politikalara entegre etmiştir. Gayri maddi emek, büyük sanayi üretiminin hegemonik olduğu anlamda hegemoniktir. Ürünleri, birtakım nesneler değil, yeni toplumsal ve kişiler arası ilişkilerdir. “Gayri maddi üretim toplumsal hayatın üretimidir ve biyopolitiktir”.[5] Nicolas Bourriaud’ya göre de, “sanat tarihi, birbirini izleyen dışsal ilişki alanlarının tarihi olarak ele alınabilir. Bu tarih bugün yeni bir seyir kazanmış bulunuyor: İnsanlıkla tanrısallık, ardından insanlıkla nesne arasında bir ilişkiler alanı olan sanatsal pratik, artık insanlar arası ilişkiler çemberinde yoğunlaşıyor, 90’lı yılların başından beri konuşulan sanatsal pratikler de bunu gösteriyor”.[6]

'80'ler sonrası süreçte, kolonyalist kültürün yerini globalizm almaktadır. Globalizm genelde ekonomik bir dönemselleştirilmeye tabi tutulmaktadır. Bir Avro-Amerikan deneyimi olan kapitalizmin bütün yerküreyi sınırsızca kuşatmasını ifade etmektedir. Ancak globalizm ekonomik olduğu kadar kültürel bir oluşumdur. Modernliğin kaydetmediği bütün kültürel farklılıkların içerilmesini ve piyasaya eklemlenmesini gerektirir. Tikelcilik referansıyla, “öteki”liğe ait bütün yerel/etnik/dinsel/cinsel kimliklerin eşitliğini öngörür. Farklılıklar arasındaki ilişkilerin normatif bir bakış açısıyla ele alınması terk edilir. Modernliğin kültür politikalarının yerine heterodoks bir etnisizm ikame edilir. Avrupa-merkezcilik, etnik-merkezci bir görünüm kazanır. Bu, “globalist piyasanın örgütlenmesinden kaynaklanan bir farklılıklar rejimidir ve epistemolojiden gündelik hayat ideolojilerine kadar bütün hayatı teslim alır”.[7] Toplumsal ilişkiler, iletişim ilişkilerine indirgenir. Kimlik politikalarının toplumsal kimlikleri kültürelleştirmesiyle birlikte, sermaye, kültürel kimlikleri küresel piyasanın isterlerine göre durmadan yeniden tasarlar.

 

Kültüralizm Çağında Ötekilik

Kültüralizm çağı, “öteki”liğin üretildiği, bir üretim nesnesine dönüştürüldüğü bir çağ. Bugün aynılaşan mevcut dünya imgesinde, ötekilik bir farklılık olarak üretiliyor. Aynısı toplumsal ilişkiler için de geçerlidir. Hatta ilişkiselliğin, bu üretilen ötekilik üzerinden geliştirildiği bile söylenebilir. İletişimin çözündürdüğü bir ötekilikten söz ediyoruz. Ve ötekiliğe karşı işlenen kusursuz cinayetin sahnesi olan bir ilişkisellikten söz ediyoruz.

İlişkisellik, üretilen ötekiliği meşrulaştırarak, ona haklarını da tanıyor (bu alay eden bir eşitliktir). Oysa ötekiliğin kimlik ve farklılıkla ilişkisi dolaylıdır. Ötekilik kendisini sadece ayrıksı ve yasadışı olarak gösterir. Farklı olan ile öteki olanın paylarını ayırırsak, alışılmadık, uyuşmaz, var olmayan gizemli lanetli pay, öteki olana düşer. Ötekilik, karşılaştırılamayanın alanındadır. Eşdeğerlilik yasasına göre bir takasa konu edilemez. Mübadelesi yoktur. Pazarlık konusu yapılamaz. Ancak toplumsal düzeyde, ilişkisellik biçiminde dolaşıma sokulur. Ve bu ilişkisellik içinde, uyuşmazlığın farklılığa, oldukça zayıf bir karşıtlar düzeneğine indirgendiğini görürüz. Ötekiliğin farklılık şeklinde pazarlık konusu edilir.

Liberal hoşgörü, bu anlamda tözünden yoksun bırakılmış folklorik Öteki’ye göz yumar. “Gerçek Öteki”, hiçbir zaman ruhani bilgeliklerin ve hoş adetlerin Öteki’si değildir. Žižek, bu ötekileştime politikasını post modern ırkçılık olarak tanımlar ve ona göre “çok kültürlülük bu cins ırkçılığın semptomudur: çok kültürcülük tekzip edilmiş, tersine çevrilmiş (…) bir ırkçılık biçimidir, ‘mesafeli ırkçılık’tır. Öteki’nin kimliğine saygı gösterir, Öteki’nin karşısında kendisinin, ayrıcalıklı evrensel konumunun mümkün kıldığı bir mesafe takındığı, kendi içine kapalı, sahici bir cemaat olarak görür. Diğer kültürleri gerektiği şekilde takdir edebileceği ayrıcalıklı bir konumu (…) elinde tutar.”[8]

Yeni-medya çağında iletişim ve ilişkisellik, ontolojik bir dönüşüme uğramıştır. Buna bağlı olarak ötekilik de, tüm yatay ve dikey geçişlerin olası yön değişikliklerini içinde barındırmaktadır. Bu yön değişiklikleri bağlamında uygulanan sistemik manipülasyonlar, politik içerme ve dışlama mekanizmalarına söylemsel bir tarzda eklemlenmektedir. Baskılama ve yasaklamanın yeni araçlarıyla öteki olana ait özerk varoluş hedeflenmektedir.

Globalizm, ulusları kültürelleştirerek örgütlenir. Birbirinden farklı kimlikleri uluslar altında birleştirmek yerine, ulusları farklı kültürel kimliklere böler. Globalist dönemin temel siyasi programını oluşturan neoliberalizm de, kültürel farklılık ve çeşitlilik üzerine kurulur. Temel meselesini, birbirinden farklı kültürel aidiyetlerin ve öznelliklerin imalatı oluşturur: özneleşme süreçlerinin denetimi; kimlerin içerilip, kimlerin dışlanacağı; aralarındaki uzlaşma ve çatışma konjonktürleri ve bunlarla ilgili iletişim disiplinlerinin ve teknolojilerinin geliştirilmesi. Kimlik politikalarıyla, bu politikaların bilgi rejimlerini oluşturan epistemeler, piyasanın diliyle aynı dili konuşur. “Böylece bireyler arasındaki toplumsal ilişkileri kültürel şifrelerle (imgelerle) kodlanmış (sembolikleştirilmiş) bir iletişime dönüştürürler.”[9]

 

Kültüralizm Çağında İletişim

Şimdi şunu soralım. Kültüralizm çağında iletişim nedir? Nasıl tanımlanmalıdır? İletişim her şeyden önce bir enformasyonun aktarılması ve yayılmasıdır. Peki, en basit haliyle enformasyon nedir? Deleuze, “enformasyon bir buyruk tümceleri bütünüdür” der ve şöyle devam eder: “size bir enformasyon aktarıldığında, bu, size inanmanız gerektiği varsayılan şeyler söyleniyor demektir. (…) Bize bir enformasyon bildirildiğinde, inanmak durumunda veya sorumluluğunda veya zorunda olduğumuz varsayılan şeyler bildirilir. Aslında inanmak bile değil, ama inanıyormuş gibi yapmak gibi yapmak. Bizden inanmamız değil, inanıyormuş gibi davranmamız bekleniyor”.[10] İletişim dün olduğu gibi bugün de, buyruk tümcelerinin yayılmasının aracıdır. Bu tam olarak iletişimdir. Buyruk tümcelerinin aktarılıp yayılmasından bağımsız iletişim yoktur. Şimdi şunu söyleme noktasındayız: Bilgi teknolojileri, iletişim araçları, sembolikleştirilmiş enformasyon, v.b., tam tamına bir denetim sistemi oluştururlar. Çoğaltırlar, farklılaştırırlar ve denetlerler. Dolayısıyla Foucault'nun tanımladığı anlamda bir disiplin sürecinden ziyade, Deleuze'ün bahsettiği anlamda bir denetim sürecini temsil ederler.

Kültüralizm çağında işaretlerin, sembollerin ve medyanın, ekonomi için merkezi bir konum kazandığı çok açıktır. Şunu kabul etmek gerekir; kimliklerimiz, gittikçe imajlar peşinde biçimleniyor. Politik, ekonomik, hukuki her olay ve durum, aynı zamanda kültürelleşmiştir. Günümüzde yükselen siyasal hareketler (feministler, gay/lezbiyen eylemleri, çevreci hareketler, azınlık hareketleri, vb.) hak aramanın yanısıra, kimnlik ortaya atma ve kültürel anlamda tanınma amacını da taşıyor.

Şimdi bu ilişki-ilişkisellik kavramına yeniden dönelim. Bir kere, ilişkisellik başından beri kültürel bir meseledir. Kültürel bir mesele olduğu için de yönetimseldir. Adorno, daha 1960 yılında, “Kültürden söz edenin bilerek ya da bilmeyerek yönetimden söz ettiğini” belirtir.[11] Şöyle ki; söz konusu olan, kayıt altına alınmış nesneler-olaylar-durumlar ve bunlar arasındaki temel içsel ilişkilerdir; ve bu ilişkilerin işlevsel bir temel boyutu vardır. Genelde kültürün kayıt kütüğünde yer alan bu seçilmiş, kodlanmış nesnelerin-olayların-durumların ve bunlar arasındaki ilişkilerin, var olan ve var olabilecek mümkün tüm ilişkiler olduğu düşünülür. En temel yanılgı burada kendini gösterir. Çünkü bütün bu "Dünya-Sistem", “kökeninden itibaren, nesne ve olgular (ve bunların ilişkileri) arasında yapılmış bir seçkiye bağımlıdır ki, bu pekâlâ verilenden tamamen başka, farklı bir seçki de olabilirdi”.[12] Ancak, “bir kutsal kültürel ittifak” (Baudrillard) gibi, mevcut entegre dünya kapitalizmine hâkim olan, bu seçkidir. Ve temel bir işlevselliğe sahiptir. Bu işlevsellik özellikle de insanlar arası ilişkiler sorununda kendini gösterir. İnsanlar arası ilişkilerden, iletişimden söz ediliyorsa, dilden söz ediliyordur ve Paolo Virno’nun belirttiği gibi, “örgütlendiği ana ilke dil olduğunda toplumsal gerçeklik bütünüyle estetikleşir”.[13]

Bourriaud'nun geliştirdiği "ilişkisel estetik", alternatif demokratikleşme modellerinin bir işlevi gibi sunar kendisini. Alliez’in sözleriyle, "ilişkisel estetiğin" iddiası, “var olan toplumsal yapıların çatlaklarında, insanlar arası alışverişi, ekonomik olarak şeyleştirilmekten kurtarmaktır”. Oysa, "kentlerin kapitalizmine" entegre olan galeriler, sanat fuarları, müzeler, bienaller, Documenta ve Manifesta gibi etkinlikler, "hayatın metalaştırılmasının ve katılımcı biçimde yönetilmesinin yeni ölçütlerini" belirler.[14] Adorno da, “sezgi sahibi herkesin, en avangard sanat ürünlerinde bile maskelenmiş yönetim kategorileriyle karşılaşabileceğini" söyler.[15]


Bourriaud'nun  ilişkisel estetiğe örnek gösterdiği Rirkrit Trivanija'nın bir işi

 

Piyasanın kültürel hegemonyasını kurabilmesi ve hayatın tüm mikro düzeylerine işlemesi için, büyük ölçüde sanatın seferber edilmesini gerektiriyor. Bu yüzden bilginin salt bir enformasyona (buyruk tümcelerine) dönüştürülmesi gibi, sanat da öncelikle bir iletişim diline, anlam üretici bir makineye indirgeniyor. Bu da sanatın kültüralizme içerildiği süreçte, yönetim disiplinlerince soğurulması anlamına geliyor.

 

Sonuç

Kültüralizm çağında, iletişime ve ilişkiselliğe dayanan sanatın, ilişkisel estetiğin temel iddiası şudur: insanlar arasında yeni mikro toplumsallaşma biçimleri ve iletişim formları oluşturmak. Ve bunların, egemen iktidarı hedeflemeyen, yatay geçişli örgütlenmeye açık mikro-toplum politikaları şeklinde örgütlenmesi. Ancak, çağdaş sanatın temel kavramlarına, üretimlerini dayandırdıkları (feminizm, eşcinsellik, kimlik politikaları, kitle kültürü, tüketim, savaş ve travma gibi) temel sorunsallara baktığımızda, bu sonsuz çeşitliliğin, ele geçirilemezliğin temelde bir melezleştirmeyle birlikte yürüdüğü çok açık görülüyor. Evet, sınırsız bir çeşitlilik, olasılık dahilinde gibi görünüyor. Düşünülebilecek ne varsa hepsinin ortaya sürüldüğü serbest bir alan! Ancak, gerçekten her şeye izin var mı? Kültürel üretimlerin çoğunun sistemli olarak çağdaş sanatın serbest bölgesinden kapı dışarı edilmediğini söyleyebilir miyiz? Bu sonsuz çeşitlilik, bir melezleştirme süreciyle birlikte işliyor ve sonsuz bir tekörnekliliğe yol açıyor. Hatta denilebilir ki; sınırsız çeşitlilik, birörnekliğin bir diğer biçimi oluyor. Belki de tüm bu çeşitlilik, Stallabras’ın ifade ettiği gibi, "birörnekliği gizleyen ideolojik bir perspektifin -kültüralizmin- parçasıdır”.[16]



[1] Immanuel Wallerstein, Avrupa Evrenselciliği: İktidarın Retoriği, (İstanbul, Aram Yayıncılık, 2007) s. 15.

[2] A.g.e., s. 15.

[3] Ali Artun (der.), Çağdaş Sanat ve Kültüralizm: Kimlik ve Estetik (İstanbul İletişim Yayınları, 2013) s.17.

[4] A.g.e., s. 17.

[5] Slavoj Žižek, “The Revolt of the Salaried Bourgeois”, London Review of Books, Ocak 2012.

[6] Nicolas Bourriaud, İlişkisel Estetik, çev. Saadet Özen (İstanbul: Bağlam Yayınları, 2005) s. 44.

[7] Çağdaş Sanat ve Kültüralizm: Kimlik ve Estetik s. 26.

[8] Slavoj Žižek, “Çokkültürcülük, ya da Çokuluslu Kapitalizmin Kültürel Mantığı”, Çağdaş Sanat ve Kültüralizm içinde, s. 80.

[9] Çağdaş Sanat ve Kültüralizm, s. 35.

[10] Gilles Deleuze, İki Konferans, Yaratma Eylemi Nedir? Müzikal Zaman çev. Ulus Baker (İstanbul: Norgunk Yayınları, 2003) s. 34.

[11] Theodor W. Adorno, Kültür Endüstrisi, Kültür Yönetimi, çev. Elçin Gen, Nihat Ülner, Mustafa Tüzel (İstanbul: İletişim Yayınları, 2007) s. 121.

[12] Dubuffet, Boğucu Kültür, çev. İsmet Birkan (Ankara, Dost Yayınları, 2010) s. 86.

[13] Neil Leach, The Anaesthetics of Architecture (MIT Press, 1999) s. 1-15.

[14] Eric Alliez, "Capitalism and Schizophrenia and Consensus: Of Relational Aesthetics", Deleuze and Contemporary Art içinde (Edinburgh University Press, 2010) s. 90.

[15] Adorno, Kültür Endüstrisi, Kültür Yönetimi, s. 138.

[16] Julian Stallabras, Sanat A.Ş- Çağdaş Sanat ve Bienaller, çev. Esin Soğancılar, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2009) s. 136.

ilişkisel estetik, kültüralizm, çağdaş sanat