Jacques Rancière'le Söyleşi: Kurmacanın Kıyıları



Bugün “kurmaca” kavramına belli bir şüpheyle yaklaşıldığı görülüyor. Tabii son zamanlarda beylik bir fikir haline gelen “post-hakikat” meselesi de var. Genel olarak sanatta “olgusala” veya “belgesele” dönüş gittikçe daha fazla etkili oluyor. David Shields, çağdaş edebiyatı etkisi altına aldığı varsayılan bir “gerçeklik açlığı”ndan bahsediyor; sık sık atıfta bulunulan bu fikre göre, tanıklığa ve itirafa öncelik veren; kurgulanmış olay örgüleri, karakter ve diyaloglar yerine koşulların getirdiklerine ve mutlu tesadüflere yer açan bir eğilim etkili. “Gerçeğin” otoritesine başvurmak, hayalî olay ve senaryoların karşısına yerleştiriliyor. Siz son yıllarda, bu eğilimlerin aksi bir yön izleyerek, modern kurmaca alanlarını incelemeye devam ediyorsunuz. “Gerçeklik açlığı” denen bu olgu bağlamında kendi araştırmanızı nasıl bir yerde görüyorsunuz?

Jacques Rancière: Bence “gerçeklik açlığı” şaibeli bir kavram, çünkü kendini belgesel tercihiyle, etten kemikten olana yönelik arzuyla, reality şovların “gerçekliği”ne duyulan arzuyla eşitleme eğiliminde. Bana göre kurmaca, hayalî varlıklar yaratmak değil, belli bir ussallık yapısı yaratmak demek; olguları, karakterleri ve durumları sunup olaylar arasında bağlantı kurmaya yarayan bir yapı oluşturmak demek. Kurmaca her yerde var, günlük haber bültenlerinde bile. Dolayısıyla, genel olarak kurmaca, bir gerçeklik duygusu yaratan şeydir. İnsanların gerçekliği istedikleri için kurmacadan yüz çevirdikleri fikri bana çok garip geliyor doğrusu. David Shields, Reality Hunger: A Manifesto (2010) kitabında, esasen iki argüman öne sürüyor ve bunlar birbirleriyle tutarlı değil. İlki, yapaylıkla ilgili: Diyor ki, insanlar bugün tekniklerin ve ekranların dünyasında yaşadıkları için, telafi olarak gerçekliği arzu ediyorlar. Bu epey zayıf bir argüman. İkincisi ise, bundan epey farklı, icat [invention] ile hayal gücü ayrımını ele alıyor ve belgeseli hayal gücüyle, kurmacayı ise icatla ilişkilendiriyor. İmdi, belgeselin karakterler, durumlar vs. icat etmediği doğru, ama belgeselde önemli olan onun da bir tür kurmaca olması – gerçekmiş gibi yapmak zorunda olmadığınız bir kurmaca. Bu önemli bir fark: Mesele inandırıcı karakterler, durumlar ve olay örgüleri yaratmak değil, çünkü bunlar bir anlamda gerçek, onun için de olanaklı olduklarını kanıtlamanız gerekmiyor. Bu da şu anlama geliyor: “Belgesele dönüş”te etten kemikten veya gerçek olana yönelik bir takıntı söz konusu değil. Soru “Bu gerçek mi?” değil, “Burada ne tür bir gerçeklik işliyor?” sorusu. “Bu gerçek mi?” diye sormuyorsunuz, “Bu nasıl gerçek oluyor? Bu gerçeklik türü ne anlama geliyor?” diye soruyorsunuz. Edebiyat ile sinema arasında konumlanan eserler veren W.G. Sebald veya Alexander Kluge gibi bazı yazarları düşünürseniz, onların bir nevi belgesele dönüşün parçası olduğunu, ama “Bu nasıl gerçek oluyor?” sorusuyla uğraştıklarını söyleyebilirsiniz. Sebald’ın kitabındaki fotoğrafları düşünün: sözümona söylenenleri belgeleme amacı taşıdıkları açık, ama söylenenle sahici bir ilişkileri olmadığı da açık. O zaman şu soruyu gündeme getiriyorlar: “Bir fotoğraf nasıl bir duygulanım yaratır?” Bu soruya verilecek cevap, “etten kemikten gerçek” veya “gerçeklik açlığı” meselesinden daha karmaşık, daha inceliklidir.

 

 

W.G. Sebald’in Satürn’ün Halkaları kitabının Almanca orijinali ve Türkçe çevirisinden sayfalar

 

Bana kalırsa belgeselde mesele iç dökmek değil, içini dökmenin veya tanıklık etmenin ne anlama geldiği. Benim yaklaşımım, sorunun ters çevrilmesine dayanıyor: İnsanların gerçeği istediği iddiasının doğru olmadığını, kurmaca istemedikleri iddiasının doğru olmadığını söyleyerek başlıyorum. Kurmaca her yerde. Soru şu: Kurmacanın başlangıç noktasını nereye koyacağız? Ne türden bir düzenleme, bir şeylerin meydana gelmesini sağlar? Bize bir şeylerin meydana geldiğini anlatan veya gösteren bir tür anlatının bulunduğu her yerde kurmaca vardır diyebiliriz bir bakıma. Son çalışmamda kurmacanın kıyılarını; hiçbir şeyin meydana gelmeyişi ile bir şeylerin meydana gelişi arasındaki kıyıyı keşfe çıkma sebebim de bu. Bence artık insanların aptal olduğu, etten kemikten olanı istedikleri için kurmaca istemedikleri türünden varsayımları bir kenara bırakmanın vakti geldi. İstedikleri et kemik değil, duygu istiyorlar. Soru, hangi tür kurmacanın hangi tür duyguları uyandırdığı. Ben bunun üzerinde çalışıyorum. Son kitabım "Kurmacanın Kıyıları"nda, tam da hiçbir şeyin meydana gelmeyişi ile bir şeylerin meydana gelişi arasındaki o küçücük ayrım veya görünmez sınırla uğraşıyorum.   

Şayet bir Jakotist iseniz, yani Jacotot’nun[1] zihinsel özgürleşme konusundaki düşüncelerini benimsiyorsanız, mesele hareket noktanızdır. Ya eşitsizlikten, ya da eşitlikten yola çıkarsınız. İlk tarafta, insanların temelde aptal olduğunu savunan argüman vardır: İnsanlar aslında “etten kemikten olanı” isterlerken, onlara hâkim ideolojinin bireysellik ve bireycilik anlayışıyla örtüşen, tamamen kalıplaşmış “gerçek” hikâyelerin sunulduğu söylenir. Herkesin, aslında kendini ifade etmek isterken, hâkim ideolojiyi yeniden üretmekten öteye gidemediği öne sürülür. Böyle kibirli analizler sözümona entelektüel dünyada çok yaygın. Benim hareket noktam ise bunun tam tersi: Öncelikle, her yerde kurmacanın bulunduğunu söylüyorum; ikincisi de, kurmacada insanın kendi hayatından bir şeyler çıkarma çabasının yattığını söylüyorum. Kurmacada beni özellikle ilgilendiren, yazarın kurmacası ile, herkeste bulunan kurgulama yetisi arasındaki bağ. Kitabım için Brezilyalı romancı João Guimarães Rosa üzerine epey araştırma yaptım, bir şey ile hiçbir şey arasındaki o kıyı üzerine kısa öyküler yazmış. Bütün insanların (bu örnekte Brezilya’daki köylülerin) sahip olduğu, kendi hikâyesini, kendi kurmacasını icat etme yetisini göstermekti amacım.

 

Stoffel Debuysere’in Rancière’le yaptığı On the Borders of Fiction başlıklı söyleşiden seçilmiş pasajların çevirisidir.



[1] Joseph Jacotot (1770-1840), Rancière’in Cahil Hoca kitabında ele aldığı, “bütün insanlar eşit zekâya sahiptir” ilkesini temel alan Fransız öğretmen ve eğitim felsefecisi – ç.n.

Rancière