Kobane’den Baltimore’a, Kente Sahip Çıkmak

Aşağıdaki pasajlar, On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu başlıklı kitabıyla ilgili konferans vermek üzere Türkiye’ye gelen David Harvey’le, Sardar Saadi’nin Diyarbakır’da yaptığı söyleşiden alınmıştır. Tamamı için bkz. roarmag.org

 

 

 

Bu Türkiye’ye üçüncü gelişim. Mardin Artuklu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ndeki bazı hocalarla da yakın ilişkim var. Türkiye’nin içinde olduğu genel durum, özelde de Rojava beni ilgilendirdiği için geldim. Kobane’ye de gitmeye çalışıyorum ama hükümet sınırı kapatmış durumda.

Uydu görüntülerinden elde edilmiş verilerle hazırlanmış bir haritada bölgedeki yıkımın boyutlarını gördüm, Kobane’nin yaklaşık yüzde 80’i yıkılmış durumda. Yeniden inşa çalışmaları büyük ölçüde temel binaların yapımına ve insanları geri getirmeye odaklanacaktır. Bu durum, alternatif bir kentleşme üzerine yaratıcı fikirler geliştirmek için çeşitli fırsatlar sunuyor.

Bence en büyük zorluklardan biri, halihazırdaki mülkiyet haklarının, mevcut nüfusun kente yeniden yerleşebileceği şekilde nasıl düzenleneceğine karar vermek. Muhtemelen mülkiyet haklarını eskisi gibi tesis etmek isteyeceklerdir, ki bu da eski tip kentleşme modeline dönmek demek. Belki de böyle olacak. Tabii o zaman kaynakların nereden devşirileceği sorusu gündeme gelir.

Ama ben yine de anti-kapitalist alternatiflerin denenmesi için bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Rojava’da yerel meclis temelli yönetim biçimlerinin olduğunu duydum ama henüz bir şey görmedim. Doğrusunu isterseniz biraz kaygılıyım çünkü solda şu malum romantizm var. Zapatistler “devrim” dediler ve herkes kendi yaptığı şey hakkında romantik fikirlere kapılıverdi.

[Chiapas ile Rojava arasında kurulan benzerliğe gelince,] bence aralarında pek ortak nokta yok. Sonuçta Zapatistler belirli bir zamanda ve belirli bir yöntemle örgütlendiler, topraklarının kontrolünü ele geçirdiler ve korudular. Savaşın yıkımlarını yaşamadılar. Rojava’daki insanların karşı karşıya oldukları zorluklarla yüzleşmek zorunda kalmadılar. Onların önceden var olan komünal bir yapıları vardı, dolayısıyla halihazırda bir yönetim biçimi çoktan mevcuttu – her şeyi sıfırdan yerleştirmek zorunda kalmadılar. Onun için ikisi arasında çok ciddi farklılıklar olduğunu düşünüyorum.

Ama bir benzerlik varsa, o da Avrupa ve Kuzey Amerika’daki bazı solcuların kapıldığı romantizm olabilir: “İşte, aradığımız yer burası, sonunda oldu!” diyenler var. Ben de onlara diyorum ki devrimci sosyalizmi inşa edeceğimiz yer ABD, yoksa Chiapas veya Kuzey Suriye’de olup biten bir şeylerin bizi kapitalizmden kurtaracağı yok. Böyle bir şey olmayacak.

Bu bölgede olup bitenler jeopolitik açıdan bütün dünyayı ilgilendiriyor. Burası çok istikrarsız bir jeopolitik bölge, dünyanın jeopolitik kümelenişinin çok istikrarsız olduğu bir yer. Bu da yerel halklar açısından felaket yaratıyor. Ama felaketlerin bir özelliği de, yeni şeylere gebe olmaları. Felaketin yeni şeyler yaratmasının sebebi, tipik burjuva iktidar yapısının ortadan kalkması ve hâkim sınıfların yönetim kabiliyetlerini kaybetmeleri. Bu, insanların kendilerini geleneksel iktidar yapıları dışında yönetmeye başlayabilecekleri bir durumun önünü açıyor. Onun için, yeni olasılıkların doğuşuna şahit olmamız mümkün, sadece Rojava’da değil başka yerlerde de. Tabii bunların bazıları pek de hoş olmayacak – mesela IŞİD gibi. Yani her şeyin  doğru yolda ilerlediğini söylemiyorum kesinlikle. Burası fırsatlar kadar felaketlere de gebe bir bölge.

Dünya giderek kentleşiyor ve kent hayatının niteliği konusundaki huzursuzlukların giderek arttığına tanık oluyoruz. Bu huzursuzlukların bazı durumlarda ayaklanmalara veya kitlesel protestolara vardığını görüyoruz: Gezi’de, ondan kısa bir süre sonra Brezilya’da olduğu gibi. Aslında kent isyanlarının uzun bir tarihi var: 1871’deki Paris Komünü, hatta onun da öncesine giden birçok örnek... Ama bence bugün kent meselesi temel bir sorun haline geliyor ve kent hayatının koşulları günümüz protestolarında öne çıkan ilk mesele.

Ama aynı zamanda şunu da görüyoruz: Politik protesto kentin sınırlarında içselleştirilmiş durumda. Ramallah’ta Filistinliler’in karşısına çıkan İsrail Savunma Güçleri’nde, veya benzer örneklerde şunu görmeye başlıyoruz: Artık olay iki devletin ordularının karşı karşıya gelmesi değil, devlet kentli nüfusu kontrol altında tutmaya çalışıyor artık. Bunu ABD’de de gördük: Ferguson gibi bir yerde, protestoyu dağıtmaya silahlı kuvvetler geldi. Baltimore’da da keza... Dolayısıyla, bence bu tür düşük düzeyde kent savaşlarına giderek daha çok tanık olacağız; devlet aygıtlarının, hizmet etmekle yükümlü oldukları insanlardan kendilerini ayırdıklarını, kentsel nüfusu ezen sermaye aygıtlarının parçası haline geldiklerini göreceğiz.

 

 

 

Politik açıdan en büyük zorluk, insanların içinde yaşadıkları sistemin mahiyetini görebilmeleri. Sistem, ne yaptığının ve nasıl yaptığının üzerini örtmekte son derece mahir. Marksistlerin ve eleştirel kuramcıların yapması gereken işlerinden biri de bu örtüyü kaldırmak, ama bunun bazen içgüdüsel biçimde yapıldığını görüyorsunuz. “Öfkeliler” (indignados) hareketini düşünün: İspanya’da bir şey oluyor ve bir bakıyorsunuz aynısı Yunanistan’da da yaşanıyor – sonra da başka yerlerde.

Baltimore’daki gibi bir olay, kendi başına bir sonuca götürmez. Ama bu olayı Ferguson’a ve başka yerlerde olup bitenlere bağladığınızda, çok geniş nüfus kesimlerinin gözden çıkarılabilir insanlar olarak muamele gördüklerine işaret eder. Aynı durum ABD kadar başka ülkelerde de yaşanıyor. O zaman insanlar bunun “sistemsel” bir mesele olduğunu görmeye başlıyorlar. Onun için, bu tür olayların sistemsel bir nitelik taşıdığını vurgulamamız, problemin sistemden kaynaklandığını göstermemiz gerekiyor.

Baltimore’da uzun yıllar yaşamışlığım var, bugün orada olanlar 1969’da gördüklerimin tekrarı aslında – bir sene sonra kentin büyük kısmı tahrip olmuştu. 1968’den 2015’e geldik, değişen bir şey yok! Baltimore’u ilginç kılan, sadece yoksul semtlerinde olup bitenler değil. Kentin geri kalanı aşırı zenginleşti ve soylulaştırıldı, yani ortada iki ayrı kent var. İşin doğrusu zaten her zaman böyleydi, ama şimdi ikisi arasında çok daha derin bir uçurum var ve herkes bu farkı görebiliyor.

Zaten bu hemen hemen bütün kentler için geçerli. İstanbul’a baktığınızda her yerde bunu görüyorsunuz. Hükümet bu konuda ne yapıyor? Emlak değeri artmış bölgelerde oturan insanları “gecekondu” denilen mahallelerinden çıkarıp buraları işyeri ve AVM yapmaları için müteahhitlere veriyor. İnsanlar da buna karşı çıkıyor. İnsanların kent haklarını kullanmaları, yani kenti kendi amaçları doğrultusunda kullanmaları bu noktada başlıyor.

Biz kent hakkımızı sermayeninkinden bambaşka bir yolla kullanmak istiyoruz. Biz farklı türde bir kent yaratmak istiyoruz. Bunu nasıl yapabiliriz? Yapabilir miyiz? Bunlar zor sorular. İnsanlar bu talebi dile getirdiklerinde yeni bir soru daha ortaya çıkıyor: Mevcut mülkiyet hakları temelinde bunu başarabilir miyiz? ABD’de, özel mülkiyet ve toprak mülkiyetinin sorun olmadığı düşüncesi yaygın. Bana kalırsa çözüme giden yol, özel mülkiyetin sorunun önemli bir parçası olduğunu kabul etmek. Ancak bunu kabul ettiğimizde, özel olmayan, başka türlü bir mülkiyet hakkı yapısı üretmek zorunda olduğumuzu görmeye başlayacağız. Mülkiyet hakları kolektif olmalıdır. Müşterek olmalıdır. Aynı zamanda güven sağlamalı ve sermaye uğruna spekülasyon korkusunu bertaraf etmelidir.

kentsel dönüşüm